Travma ile Başetmek ve İnsan Hakları
4. Konferans (2001)
Nihai Rapor ve Sonuç Bildirgesi
1998 yılından beri düzenli olarak toplanmakta olan Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansının genel amacı, Türkiye insan hakları savunucularının, insan hakları kavramının ve hareketinin bazı sorunlarını tartışması ve bu tartışmanın temelinde de, geleceğe yönelik bazı belirlemeleri yapması için bir platform oluşturmaktır. Konferans, İHD ve TİHV’in düzenleyici olarak görev almasına karşın, özerk ve kalıcı bir yapı geliştirmiştir.
Türkiye insan hakları hareketi, bir yandan yakıcı ve acil olarak eyleme geçmeyi gerektiren bir gündemin baskısı altında bulunurken, bir yandan da insan haklarını kavramsal açıklığa ve düşünsel zenginliğe ulaştırma ihtiyacını hissediyor. Kavramsal açıklık, düşünsel sağlamlık, gündeme ve sorunlara müdahale edebilmenin bir koşulu olmaktan öte, ona teslim olmamanın bir güvencesidir.
2001 yılında, Konferansı oluşturan dört çalışma grubu Travmayla başetmek ve insan hakları konusunu ele almıştır.
“Travmayla Başetmek ve İnsan Hakları” konusunu, bir üst başlık olarak “Geçmişle Hesaplaşma” çerçevesinde düşünmek gerekir. “Geçmişle hesaplaşma” terimi, esas olarak, ağır bir insanlık suçu ve/veya yoğun insan hakları ihlallerinden kaynaklanan bireysel ve fakat bilhassa toplumsal travmalarla yüzleşme, uğraşma, başetmeye çalışma ve travmaların toplumsal yaşam ve siyasal kültür üzerindeki etkilerini sorgulayıp açığa çıkarma faaliyetlerini kuşatan bir çerçeveye işaret eder. Dolayısıyla travmayla başetme, kaçınılmaz olarak geçmişle hesaplaşma meselesidir de. Ancak “geçmişle hesaplaşma”, aynı zamanda belli bir dönemde travmatik olaylar yaşandığı ve fakat bu dönemin esas itibariyle sona erdiği anlamını vermeye de açık bir terimdir. Oysa travma, kaynak olay ve gelişmelerin süreğenliğini vurgulamaya daha elverişlidir. Bu nedenle, Türkiye’nin “insan hakları sorununu” bu yönüyle tartışmayı hedefleyen bir Konferansın başlığına da daha uygun düşer; lakin ikisi arasındaki kopmaz bağı gözden kaçırmamak kaydıyla.
Geçmişle hesaplaşmak ve bunun uzantısı olarak travmayla uğraşmak; ne yalnızca belli bir dönemin travmatik olaylarının dökümü yapma gayreti, ne salt tarihsel bir merakın tatmini, ne de münhasıran akademik bir mesele olarak görülebilir. Böyle bir faaliyet; ağır insan hakları ihlallerinin ve/veya içsavaşların yaşandığı veya yaşanmakta olduğu toplumlarda; travmatik gelişmelerin siyasal, kültürel, hukuksal vb. nedenlerini irdeleyip aydınlatma amacına ve insan hakları değerlerinde köklenen toplumsal barış ortamı ve demokratik bir siyasal kültür inşa etme hedefine dayanır. Türkiye gibi insan hakları ihlallerinin siyasal sistemi, toplumsal düzeni ve hukuksal yapıyı belirlediği ülkelerde, geçmile hesaplaşılmadan ve travmayla yüzleşilmeden, sorunların temeline inme imkanı bulunamaz. Ancak unutmamak gerekir ki, bu uzun ve zahmetli bir süreçtir; yoğun emek ve geniş sabır gerektirir.
“Travmayla Başetmek ve İnsan Hakları”
İşkence ve insanlıkdışı muamele deneyimi
Bu atelyede, işkence travmasının yol açtığı sorunların yanısıra, bu travmayla başa çıkma çabalarında karşılaşılan sorunlar ele alınacaktır. Bunun ötesinde, işkence tehdidini her an mevcut hisseden bir toplumun bundan nasıl travmatize olduğu tartışılmıştır.
Koordinatör: Sezai BERBER
Katılımcılar: Celal BAŞLANGIÇ, Coşkun ÜSTERCİ, Fatma KARAKAŞ, Hüseyin KARABEY, Kaan ARSLANOĞLU, Meral Daniş BEŞTAŞ, Muhsin BİLAL, Neşe ŞAHİN, Pelin ERDA, Şebnem Korur FİNCANCI ve Ufuk SEZGİN.
Sürgün/zorunlu göç deneyimi
Bu atelye, Kurtuluş Savaşı sonrası Müdabele, Ermeni Tehciri, Olağanüstü Hal Bölgesinden Batıya göç, Süryani göçü, yoksul Doğu ve Güney ülkelerinden Türkiye’ye göç gibi deneyimler üzerinde duracak, “yerinden edilme”nin travmatize edici ve “ötekileştirici” etkileri tartışılmıştır.
Koordinatör: Feray SALMAN
Katılımcılar: Ferda CEMİLOĞLU, Hasan Kemal ELBAN, Mahmut ÖZGÜR, Metin KILAVUZ, Migirdiç MARGASYON, Necdet İPEKYÜZ, Serpil DOĞAN, Yavuz ÖNEN, Sezai SARIOĞLU, Suavi AYDIN, Şeyhmus ÜLEK va Zübeyit GÜN (bildiri ile). Olağandışı ölümlerin travmasıyla ilgili deneyimler
Bu atelyede, “gözaltında kayıp”ların, “faili meçhul”lerin, ölüm oruçlarındaki kayıpların, şehit yakınlarının yaşadığı kayıp duygusunun, intiharların nasıl bir travma birikimine yol açtığıyla ilgili sorunlara ve genel olarak olağandışı ölümün yaygın olduğu bir toplumda bu durumun etkileri sorununa eğilinmiştir.
Koordinatör: Tanıl BORA
Katılımcılar: Ahmet ŞIK, Aytekin SIR, Mehmet ELKATMIŞ, Nadire MATER, Şahika YÜKSEL, Serpil SANCAR, Süleyman ÇETİNTULUM, Tuba Özpolat OLGUN, Ümit ERKOL, Yıldırım TÜRKER ve Ercan KANAR.
Baskıcı rejimleri tasfiye sorunu
Bu atelyede, uluslarararası deneyimlerin de ışığında, özellikle Türkiye’de baskıcı rejim(ler)in tasfiye edilememesinin, sorgulanamamasının, sistemli insan hakları ihlallerinin cezalandırılama-masının, deyim yerindeyse “normalleşememenin” yarattığı travma birikimi değişik boyutlarıyla ele alınmıştır.
Koordinatör: Mithat SANCAR
Katılımcılar: Cem KAPTANOĞLU, Hüsnü ÖNDÜL, Hrant DİNK, Mehmet Ö. ALKAN, Mehmet BEKAROĞLU, Murat BELGE, M. Selim ÖLÇER (bildiri ile), Naci KUTLAY, Necmi ERDOĞAN, Nilgün TOKER, Oral ÇALIŞLAR, Ömer EKŞİ, Ömer LAÇİNER, Selahattin DEMİRTAŞ, Şeyhmus DİKEN, Sezgin TANRIKULU ve Taha PARLA.
İşkence ve İnsanlıkdışı muamele deneyimi
İşkence ve insanlık dışı muamelenin tanımı: Resmi görevliler, onlar adına hareket edenler; bir otoritenin emriyle ya da kendi başına davranan kişi ya da gruplarca bir suçu itiraf ettirmek, bilgi almak, cezalandırmak amacıyla ya da herhangi bir nedenle kasıtlı, sistemli veya keyfi olarak fiziksel ve psikolojik şiddet uygulamaktır.
İşkence ve insanlık dışı muamelenin amacı: İşkence ve insanlık dışı muamelenin amacı, yaygın olarak ifade edildiği gibi bilgi almak veya cezalandırmak ile sınırlı değildir. Toplumu işkence ve insanlık dışı muamelenin varlığıyla ilgili bir bilişle donatılır, kaygı yaygınlaştırılır ve bu bilgi üzerinden, toplumsal yaşamın istenilen doğrultuda düzenlenebileceği bir müdahale alanı oluşturulur.
İşkence ve insanlık dışı muamelenin sınıflandırılması: İşkence ve insanlık dışı muamelenin yoğunluğuna göre sınıflandırılması, bir bütün olarak şiddet kavramının algılanmasında bölünmelere; dolayısıyla işkence ve insanlık dışı muamelenin sonuçlarının sağlıklı değerlendirilmesinde güçlüklere neden olabilmektedir. Böyle bir gruplama, tıbbi değerlendirme ve bunun hukuk alanındaki kullanımı açısından gerekliyse de travmayla başetme sözkonusu olduğunda işkence ve insanlık dışı muameleleri önemsiz gösterecek bir tanımlama olarak algılanabilir. İşkence ve insanlık dışı muamelenin ortaya çıkardığı sonuçlarla yüzleşme: Yaşanan travmanın niteliği, neden ve nasıl ortaya çıktığı; bireysel ve toplumsal etkileri ile önleme ve sağaltım uğraşlarının sorgulanması, tartışılması ve tüm bileşenlerinin irdelenebilmesi için yeterli ortamların yaratılması gerekmektedir. Sorunun varlığını kabul ederek, çözüm için gerekli yolu açmak bireysel olarak başlayan ve geniş bir katılıma ulaşan yüzleşme ile mümkündür.
-Bireysel: İşkence ve insanlık dışı muameleye maruz kalan veya tanıklığı olan bireylerin tek tek bu travma ve etkileriyle yüzleşmesi travmayla başetmek için vazgeçilmez bir önem taşımaktadır. Bireysel yüzleşmenin gerçekleştirilememesi, toplumsal etkileri de olan bir süreç olarak yaşamın her alanında karşımıza çıkmaktadır.
-Yakın çevre: İşkence ve insanlık dışı muameleye maruz kalanların yakın çevresi de bu travmanın niteliğine ilişkin bir değerlendirme yapmak, bu travmanın kendileri ve maruz kalan yakınlarına etkileri, gösterilen tepkiler ve davranışlarıyla yüzleşmek zorundadır.
-İşkence ve insanlık dışı muamele alanında çalışma yapan topluluklar: Bu konuda çalışan toplulukların sağlıklı bir tutum alabilmeleri, yer aldıkları alanın etik ilkelerine uygun davranmalarıyla mümkündür. Bireyin hakları ve sorunları öncelikle gözetilmelidir. Travmayla başetmede; travma mağduruna yardım edebilmenin ve tükenmeden korunmanın önemli bileşenlerinden birisi doğru soruları sorabilmek ve süreci tartışabilmektir.
-Toplumsal düzey: Travma sürecinin toplumsal düzeyde algılanan niteliği, geliştirilecek yöntemler açısından önem taşımaktadır. Yaşanan travmanın boyutları değerlendirilerek, başta siyasal alanda olmak üzere her alanda yabancılaştıran, duyarsızlaştıran etkilerin ortadan kaldırılabilmesi için işkence kavramı açıklanmalıdır. Değişik dönemlerde farklı biçimlerde yapılmış olan bu tanımın, algıda ve işkenceye karşı tutumlarda yarattığı çifte standartlar sorgulanmalı, yeni yaklaşımlarla yaşanmakta olan travmanın etkisi araştırılmalı, dolayısıyla bir bütün olarak süreçle yüzleşilmesi gerekmektedir. İşkence ve insanlık dışı muamelenin yok sayılması, dolayısıyla kaçınma veya gerekçelendirme tavrının giderilmesinde yüzleşme, sürecin de açıklanabilmesine katkıda bulunacaktır.
İşkence ve insanlık dışı muameleyi önleme yöntemleri: Travmayla başedebilme; travma etkeninin ortadan kaldırılması için yürütülecek çalışmalarla da şekillenebilir. Etkenin ortadan kaldırılması için çeşitli düzlemlerde mücadeleler yürütülmek zorundadır. Mücadele sürecinde etkenin tüm boyutları ile görünür kılınması, belgelenmesi ve görünür kılınan bu etkenin ortadan kaldırılması için yapılacak işbirliği ile mücadele alanlarının belirlenmesi gerekmektedir.
-Hukuki mücadele: Var olan yasalar işkence ve kötü muameleyi önleyici gibi görünse de mevzuatın tümü ele alındığında süreci pekiştiren ve kolaylaştıran yönlerinin varlığı öne çıkmaktadır. Toplumsal bilincin geliştirilememiş olması ve travmanın etkileriyle ortaya çıkan yok sayma davranışı yargı sürecine de yansıyarak hukuk kazanımlarının önünde engel oluşturmaktadır. Mevzuat ve uygulama alanında işkence kavramının ele alınması ve tanımların açıklığa kavuşturularak ortak bilincin geliştirilmesi zorunludur.
-Siyasal ve toplumsal mücadele: İşkence ve insanlık dışı muamelenin varlığının açığa çıkarılması toplumsal bilinç ve duyarlılığın arttırılması için tüm olanaklardan yararlanılmalıdır. Yaşanan travmanın etkisiyle toplumsal düzeyde ortaya çıkan yok sayma tavrının uzantısı olarak her alanda gözlenen sessizliğin, dile getirilemeyişin kırılması önem kazanmaktadır. Bu yönde edebiyat, sinema, basın yayın araçları gibi tüm iletişim olanaklarının kullanımına önem verilmelidir. Toplumsal bilinci geliştirirken dikkat edilmesi gereken nokta, travmayı yeniden üretmeyecek, öğrenilmiş çaresizlik duygusunu pekiştirmeyecek biçimde, sorunu irdeleyen ve yürütülen mücadelenin olumlu sonuçlarını da içeren bir yaklaşım sağlanmalıdır. Yaşanan süreçlerin açıklıkla tanımlanması, çifte standartlardan kaçınılması gerekmektedir.
- İşkence ve insanlık dışı muamelenin görünür kılınması: İşkencenin varlığını göstermek ve yarattığı travmanın sonuçlarıyla baş edebilmek için bir gerekliliktir. İşkence kuşkusunun bulunduğu tüm süreçlerde tıbbi ve hukuki denetimin sağlanması, resmi bilirkişilik kurumlarından bağımsız yapıların da bu süreçte yer alması ve delillerin korunması güvence altına alınmalıdır. Mağdurun kendini ifade etme ortamının yaratılması işkencenin görünür kılınmasında önemlidir. Bu süreçte gözardı edilmemesi gereken önemli bir nokta, görünür kılınmayla birlikte yaşanabilecek ikincil sorunlar olacaktır. Özellikle kadına yönelik cinsel işkencenin toplumsal algılanışı nedeniyle açıklanmasındaki güçlük gözetilerek, buna uygun güvencelerin geliştirilmesi gerekmektedir. Bu nedenle alt yapının güçlendirilmesi, destek gruplarının oluşturulması ve eğitimi önemlidir.
-İşkence ve insanlık dışı muamele yapanların cezalandırılması: Travmayla başetmenin önemli bileşenlerinden birisi yaşanan olumsuzlukların sorumlularının adil bir yargılanmayla en ağır biçimde cezalandırılmasıdır. İşkence yapanların ve tüm sorumluların cezalandırılması; toplumsal hafızayı ve adalet duygusunu güçlendirecek ve böylece travmanın yeniden üretilmesini engelleyecektir.
İşkence ve insanlık dışı muamele sonuçlarının sağaltımı: Ülkemizde hukukçu, hekim, psikolog, sosyal hizmet uzmanı, fizyoterapist gibi meslek gruplarının ve insan hakları aktivistlerinin işkence ve insanlık dışı muamele sonuçlarının sağaltımı konusunda başarılı çalışmaları vardır. İşkenceye uğramış kişilerin kendilerini güvende hissetttikleri bedensel, ruhsal ve sosyal bütünlüğünün yeniden tamamlandığı ortamların sağlanabildiği merkezler, programlar ve projeler arttırılmalıdır.
SONUÇ: Ülkemizde işkence ve insanlık dışı muamele yoğun olmakla birlikte, bu muamelelere maruz kalanlar için gerekli dayanışma ortamları vardır. İşkence ve kötü muamelenin yarattığı travmayla başa çıkmada alınacak hukuki, siyasi, tıbbi ve toplumsal önlemlerin yanısıra varolan dayanışma ortamlarının güçlendirilmesi, geliştirilmesi ve çoğaltılması travmayla başa çıkmak için önem taşımaktadır.
SÜRGÜN-ZORUNLU GÖÇ DENEYİMİ
NASIL BİR TRAVMA İLE KARŞIKARŞIYAYIZ:
KİMLİKLERİN, DUYGULARIN, KİŞİLİKLERİN BOŞLUĞA AKTIĞI BİR DURUM
Özellikle 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren diğer yerlerde olduğu gibi, yaşadığımız coğrafyada da ulus devletleşme süreci büyük ölçüde yerinden edilmelerle yaşanmış bir süreçtir. Bu yerinden edilme yalnızca basit bir yer değiştirme olmayıp şiddet unsurunu da içeren ve sosyal kültürel ve ekonomik sonuçları olan bir tür coğrafi hareketliliktir. Ne yazık ki bugün de devletler, hem toprakları içinde kendileri için sorun yaratan unsurları uslandırmak hem de tasfiye etmek için bu yönteme sıklıkla başvurmaktadırlar.
İnsanların kendi iradeleri dışında yer değiştirilmeleri her seferinde sosyal hayatın yeniden örgütlenmesi gereğini ortaya çıkarmakta ve tarihsel süreç içerisinde bu durumun sürekliliği, sosyal, kültürel ve siyasal çözümsüzlüğü yeniden üretiyor. Yerinden edilenlerin yaşamı yeniden kurmak için gerekli araçlardan yoksun bırakılmaları geleceklerinin belirsizliğe ve kendi yaşamlarını kontrol edememeleri göçün travmatik doğasını belirleyen önemli etkenlerdir.
İnsanların sosyal, kültürel, ekonomik yaşam alanlarından zor kullanılarak kopartılması sonucunda doğal gereksinimlerinden başlayarak psikolojik gereksinimlerine kadar uzanan bir spekturumda şiddeti içeren bir unsuruyla yoksunlaştırılmaya maruz kalınması.
Bu travma yalnızca akut bir travma olmayıp süreklilik gösteren ve geri dönüşe ilişkin fiili engellerle resmi söylemin yarattığı umudun kırılması ile daha da derinleşen bir travmadır.
Milli Güvenlik Kurulunun oluşturduğu bir Eylem Programı ile empoze edilen geri dönüşün yeni koşulları ise sivil hayatın üzerinde militarist bir gözetim sağlayan, nüfusun köy korucuları tarafından, korucuların askeri birlikler tarafından denetlendiği yeni bir yaşam biçimi dayatıyor. Belirli bölgeler “güvenlik” gerekçesiyle insansızlaştırılarak, göç mağduru aileler merkezi köylere dönmeye zorlanıyor. Özellikle köy korucularının yerleştirildiği merkezi köylere, köylüler borçlandırılarak merkezi köylerde yaşamaya mahkum ediliyorlar. (Bkz. Mahmut Özgür”ün bildirisi)
Devletlerarası ve bölgelerarası dengesizliklerin ve şiddet ortamlarının varlığı giderek artan bir biçimde bir başka zorunlu göç olgusunu yani bir başka ülkede mülteci ve sığınmacı olma olgusunu da ortaya çıkarmaktadır.
TRAVMANIN KAYNAĞI
Ulus-devlet yapıcılarının ulusal topraklar üzerinde “ötekiler”e (Kürtler, Süryaniler, Yezidiler, Rumlar, Ermeniler, Araplar, Aleviler, Lazlar, Gürcüler) karşı,
a) asimilasyon
b) zorla kültürleme
c) etnik temizlik
yöntemleri uygulamışlardır. Benzer bir biçimde sistem muhalifleri de sürgün uygulamaları ile ötekileştirilmeye çalışılmıştır.
Asimilasyon kültürel, zorla kültürleme siyasal ve etnik temizlik de şiddet araçlarının kullanımı ile gerçekleşmektedir.
En çok kullanılan asimilasyon yöntemlerinden birisi, bir grubun yerini değiştirerek onu egemen kültüre mensup grupların arasına yerleştirmektir.
Zorla kültürleme sürecinin hukuki, inzibati ve eğitimsel araçları göze çarpmaktadır. Hukuki araçlar arasında dilin açıkça yasaklanması ve hukuki-idari işlemlerde yok sayılması, inzibati araçlar arasında kolluk kuvvetleri yoluyla uygulanan baskılar, eğitimsel araçlar arasında ise temel eğitimde Türkçenin kullanılması, yatılı bölge okulları gibi uygulamalar sayılabilir.
Asimilasyon ve zorla kültürleme yöntemlerinin önemli araçlarından biri zorunlu iskan ve yerinden etmedir. Cumhuriyet devrinde yaşana gizli "tehcir" ile geride kalan gayrimüslimler böylelikle göçe zorlanır. Hem asimilasyon hem zorla kültürleme biçimlerini hayata geçirmek için başvurulan en önemli meknizma ötekileştirme ve birbirlerine karşı konumlandırmadır. En tehlikeli durum da bu uygulamaların kamu vicdanında yargılanmaması ve destek görmesidir. Resmi söylemde ötekileştirilenin giderek kamu vicdanı tarafından sahiplenilmesi ve ötekiye karşı tutumların keskin biçimler almasıdır. Sistematik olarak sürdürülen ötekileştirme ardından düşmanlaştırma ve bunların sonucu olarak zorunlu göç de dahil olmak üzere ötekine ilişkin siyasetlere karşı duyarsızlaşma "öteki"nin nefes alacağı bir atmosfer bırakmamaya yönelik sistemli bir çabanın unsurlarıdır.
Bazı siyasal olaylar, bu haklılığı perçinlemek için ortalama insanın algı düzeyine uygun bir senaryo içinde kullanılmıştır. Örneğin ASALA'nın cinayetlerinden, halkın zihnine kazınmış "kötü Ermeni" imgesini beslemek ve 1915 olaylarını haklı göstermek için psikolojik bir unsur olarak faydalanılır. Tıpkı 1918'de Ermeni komitalarının yaptığı katliamların 1915 olaylarının nedeniymiş gibi gösterilmesi gibi... Güneydoğuda köyünden göçürülmüş köylülerin "bizi niye bunun yapıyorlar, biz Ermeni miyiz?" diye şikâyetlenmeleri bu imgenin kamu vicdanına nasıl hakkedildiğini açıkça göstermektedir. Bu şikâyetlenmenin tercümesi, "bu muameleyi Ermeni hakeder" yargısıdır. Bu yargının varlığı psikolojik savaşın başarısını göstermektedir. Ancak tarihin garip bir tecellisidir ki, bu kez aynı silah Kürtlere doğrultulmuştur. PKK'nin çatışmalarda öldürdüğü siviller ve çatışmalarda ölen askerler, PKK karşıtı havayı beslemek üzere bilinçli bir biçimde kullanılmıştır. Ancak PKK karşıtlığı, giderek bir Kürt karşıtlığına dönüşmüş, bazı Batı Anadolu kentlerinde çeşitli bahanelerle Kürt karşıtı küçük çaplı kalkışmalar yaşanmıştır. Artık buralarda Türk'ün "ötekisi" Kürttür. Bu Batı Anadolu kentlerinde belediye seçimlerini MHP'nin alması, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı coğrafyayı sınırlayan kasaba ve kentlerde MHP'nin güçlenmesi de aynı olguya işaret eder.
Bu sistematik programın bir parçası da, uygulanan bölgesel politikaların eşitsizliği ve yoksulluğu daha da artırarak ekonomik nedenli yer değiştirmelerin teşvik edilmesidir. Marmara depreminde yaşanan can kayıplarının bir nedeni de tek merkezli bir cazibe alanının yaratılarak o bölgede nüfus yoğunluğunun artması ve yoğunlaşan bu nüfusun sağlıksız konutlarda barınmaya zorlanmasıdır. Ekonomik nedenlerle özellikle batı avrupaya göç etmek zorunda kalan Türkiyelilerin yaşadığı travmaları da bu çerçevede ele alabiliriz.
Sığınmacı ve mülteciler açısından mevcut yasaların çekinceleri, sorunun varlığına ilişkin bilgisizlik, bilgilendirmeme, kabul etmeme, uluslararası korumanın yetersizliği de Türkiyede yaşanan travmanın kaynağını oluşturmaktadır.
TRAVMANIN SONUÇLARI
Zorunlu göç sonucunda ortaya çıkan travmanın sosyal, kültürel, psikolojik ve ekonomik sonuçlarından başta çocuklar, kadınlar ve gençler olmak üzere her yaş grubu etkilenmektedir. Zorunlu göç sonucunda bir yandan ekonomik yaşamın idame ettirilebilmesi öte yandan geri dönebilme umudunun taşınması sonucu aile parçalanmaları yaşanmaktadır.
Yer gösterilmeden boşluğa bırakılan insanlar sosyal destek ağından yoksun kalmakta, yalnızlaşmakta, yoksullaşmakta, güven duygusunu yitirmekte ve içe kapanmaktadır. Bunların sonucu olarak da insani onur duygusu ciddi bir biçimde zedelenmektedir.
Zorla göç ettirme ve bunun sonucu oluşan travma kendi başına bir insan hakları ihlali olmasının yanısıra, yaşam hakkı, yaşam alanını seçme özgürlüğü, çalışma hakkı, eğitim hakkı, sosyal güvenlik hakları, seçme seçilme hakkı, mülkiyet hakkı gibi geniş bir haklar ve özgürlükler alanında bir dizi ihlalin ve kısıtlamanın da meydana geldiği bir dramatik süreçtir.
Sınırlar ötesi yaşanan göç sonucu oluşan travma ise hukuki olarak tanınmama, kabul görmeme, kimlik kaybı, minimum yaşam koşullarından mahrumiyet, yerleşik hayattan yoksunluk ve intibak sorunları ve geleceğin belirsizliği gibi varlık nedenini yitirmeye kadar giden bir süreç olarak karşımıza çıkıyor.
NE YAPMALI?
Evrensel bilgi ve deneylerle daha sık ilişki kurmak, uluslararası dayanışmayı artırmak gereği vardır. Resmi söylemin ve müzakere tekelinin yerine Halk diplomasisini canlandırmak, bilgi eksikliğini gidermek, dezenformasyona itiraz etmek ve ötekileştirmeyi ortadan kaldıracak biçimde yeni bir kamu vicdanı yaratmak gerekliliği vardır.
Bunu oluşturuken, resmileşmiş ve tabulaştırılmış, karşısındakini edilgenleştiren tarih ve toplum bilgisi yerine toplumu oluşturan bütün tarafların özgürce rol aldığı, tabularla mücadele eden, empatiyi güçlendiren yeni bir tarih ve toplum bilgisi en önemli unsurdur. Bunu yaratılmasının zemini ise, korkutan susturan travma yaratan mevcut altyapının alternatifi olacak kendi iç hespaplaşmasını yapmış, ezberini bozmuş, hiyerarşik olmayan sivil, özgür ve yeni bir örgütlenme pratiğinin hayata geçirilmesidir.
Böylelikle insanların sadece kendi mağduriyetlerinden hareketle kurdukları dünya ve çevre algısı yerine yaşanmış her türlü mağduriyetle empati kurmasını sağlayacak, kendi için istediğini bir diğeri için de isteyebileceği bir dayanışma ortamı oluşacaktır. Bu çerçevede insanların kendi deneyimlerini biricikleştirmeleri ve mağduriyetle sayısal azlık/çokluk ilişkisi kurmaları ve giderek başkalarının mağduriyetlerini haklılaştıracak bir tarih anlayışına yönelmeleri önlenmiş olacaktır.
Bu anlamda atılacak ilk adım, ötekini tanımak, toplumun görmediğini görünür hale getirmek, yaşanması gereken yüzleşmelere zemin sağlamak için bilginin sansür edilmeden ve insanın dünya ile aracısız ilişki kuyrmasını sağlayabileceği bir biçimde üretilmesini, tartışılmasını, aktarılmasını ve kamuoyunun özgürce oluşmasını olanaklı kılacak süreçleri hayata geçirmektir. Bu da sivil toplumun ve onun unsurlarının gerçek görevidir.
Bütün bunların gerçekleşmesi bir güven ortamına bağlı olduğundan ötürü, benzer travmaların bir daha tekrarlanmayacağına ilişkin garantinin sağlanmasının ardından mağduriyetlerin giderilmesi ve göçe maruz kalmış olanların sosyal psikolojik, ekonomik ve eğitsel ihtiyaçlarının karşılanması gerekmektedir.
Bir önceki konferansın sonuçlarında anılan konularda devletin herhangi bir adım atmadığı bu konferansta da tesbit edildiğinden önceki sonuçlar ve talepler burada da teyit edilmiştir.
Zorunlu göç sorunun asli çözüm yolu geriye dönüşün önündeki engellerin kaldırılarak ve maddi zararları kaşılanarak özgürleştirilmesi olmakla birlikte göçettirilenlerin yeni yaşam ortamlarını özgürce seçmesi ve oluşturulması esastır.
Hukuksal mekanizmaların işletilmesi gereği gözardı edilmemekle birlikte bunun yetmeyeceği ve sivil dayanışmanın, yeni tarih bilincinin ve karşılıklı anlama mekanizmalarının geliştirilmesinin gereği açıktır. Bu çerçevede zorunlu göç nedeniyle büyük kentlerde ortaya çıkan sosyal huzursuzluklar karşısında kamuoyunun ötekileştirme yoluyla tepki vermesini önleyecek şiddete ve militarist çözümlere cevaz veren vicdanı ortadan kaldıracak bilgilenme süreci acil bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır.
Acil ihtiyaçlardan biri de iskan mevzuatıdır. Özellikle 1934 tarihli 2510 sayılı iskan yasasının bütün ırkçı ve milliyetçi unsurlarıyla halen yürürlükte oluşu, göçe dayalı travmanın sürekliliğinin kaynağı ve sürdürücü ögesidir. Acilen kaldırılmalıdır.
Olağandışı Ölümlerin Travmasıyla İlgili Deneyimler
Sorunun boyutları:
1. Türkiye olağandışı ölümlerin sıklıkla ve kitlesel biçimde yaşandığı bir ülkedir. Güneydoğu’da on beş yı kadar süren silahlı çatışmanın kayıpları binlerle ifade edilmektedir. Son yirmi yılda Türkiye’den daha uzun süreli, geniş katılımlı can kaybına yol açan açlık grevinin yaşandığı bir ülke yoktur. Resmi illegal yapıların ve kendi iktidar mekanizmalarını oluşturmuş (gerek mafya gerek siyasi) organize yapıların gerçekleştirdiği yargısız infazlar, kayıplar hala gündemdedir. İşkence ve işkence altında ölüm ortadan kalkmış değildir. İnsan hakları savunucuları idamı da bir olağandışı ölüm olarak görmektedirler.
2. Olağandışı ölümlerin yaygınlığı, yaşam hakkıyla ilgili güvencenin yokluğu anlamına gelir. Ayrıca, özellikle Güneydoğu’da bir dizi sosyal etkene ve krize bağlı intiharların arttığı gözlenmektedir.
3. Yakınlarını olağandışı ölümlerle yitiren acılı, yaslı insanlar, kendini anlatma olanağından geniş ölçüde yoksundur. Adlarına konuşanlar, çoğunlukla onların sesini bastırabilmekte ya da çarpıtabilmektedirler. Ölümü yücelten değerlerin yaygınlığı ve mistifikasyonu, insan haklarına duyarlı bir yas emeğini değil, acıları süregenleştirici bir anlayışı teşvik etmektedir.
4. Travmayla başetmede, toplumsal cinsiyete bağlı belirgin bir eşitsizlik vardır. Kayıp yakını kadınların kendilerini ifade güçleri, buna bağlı olarak travmayla başetme güçleri düşüktür. Kadınların sosyal konumu onların izolasyonunu artması yanında, kadınları matemin asıl sorumlusu ve taşıyıcısı olarak görülmeleri, bu travmayı aşmalarının önünde büyük bir engel olarak dikilmektedir.
5. Olağandışı ölümlere ve bunların travmasına karşı toplum derin bir tepkisizlik içinde görünmektedir. Travmatik yaşantıların ardarda gelmesi, çeşitliliği ve sürekliliği toplumun kendisini ve geçmişi sorgulamasını güçleştirmektedir. Aile ilişkilerinde ve sosyal hayatta yerleşik şiddet, tepkisizliği pekiştiricidir. Hemen her mağdur grubunun öteki mağdur gruplarının matemine büyük ölçüde politk kimliklere bağlı uzaklığı, yine travmayla başetme koşullarını ağırlaştırmaktadır.
6. Büyük ölçüde devletin yönlendirme ve dezenformasyonuna tabi olan hakim ve yaygın medya, ölüm pornografisine ve skandallaştırıcı sunumlara yatkınlığıyla, sözkonusu tepkisizliğin duyarsızlığa ve kanıksamaya dönüşmesinde önemli bir etkendir.
ÇÖZÜM ARARKEN…
1. Kuşkusuz temelden çözüm, olağandışı ölümlere yolaçan etkenlerin ortadan kaldırılmasıdır. Esasen hedeflenmesi gereken budur.
2. Ne var ki, kısa vadede temelli bir çözüme dair iyimser beklentilerin yokluğu, travmayla başetmeye ciddi bir enerji ayırma gereğini ortaya çıkarmaktadır. Kaldı ki sözkonusu etkenler ortadan kalksa bile, baskıcı otoriter ortamın travmatize ettiği geniş bir nüfusun varlığı ve bunun uzun dönemli sonuçları, travmanın etkileriyle mücadeleyi bir toplumsal sorumluluk haline getirmektedir.
3. Olağandışı ölümlerin yolaçtığı travmaların etkilerini hafifletmede, bağımsız sivil toplum kuruluşlarının ve insan hakları örgütlerinin normlarını netleştirmeleri ve düşünsel bağımsızlıklarını geliştirmeleri ve toplum gündemine alternatif çözüm önerileri getirmeleri gereği, bu sorun bağlamında da kendini duyurmaktadır.
4. Olağandışı ölümlerin yolaçtığı travmaların dile getirilmesi, adının konması, sorunun üzerine girmekte atılacak ilk adımdır. İnsan hakları savunucuları bunu teşvik ederken, paylaşayı sağlayıcı, mağdurların özgüven ve özdeğer duygusunu geliştirici, öte yandan öfkeyi ve çaresizliği büyütmeyen, kanıksamaya yol açmayan bir tutumu ve dili geliştirmeli, farklı kanallardan ifade yolarına yönelmelidirler. Bu konularda zaten duyarlı olan kesimlerin dışındaki kamuoyuna, onların duyarlılığını geliştirme yeteneği olan bir dil ve tutumla hitap etmeyi başarmak önemlidir.
5. Yakını kaybetmeye bağlı travmayla başetmede kadınlar özel sorunlarla yüzyüzedir. Kadını annelik işlevine indirgeyerek yücelten söylemler, onların gerçek sorunlarının yansıtılmasını güçleştirmekte, onları sessizleştirmekte, görünmezleştirmektedir. Bu, öncelikli bir problem alanı olarak alınmalı, kadınların sesini güçlendirmeye çalışan çevrelerle bu konuda mutlaka işbirliğine gidilmelidir.
6. Olağandışı ölümlerin yolaçtığı travmalara tanıklık ve mağdurların travmayla başetmelerine destek çabası, insan hakları gönülllerini de travmatize eden bir süreçtir. İnsan haklarıyla ilgili kuruluşların, avukatların, akademi içinden ve dışından araştırmacıların da yüzyüze olduğu bu baskıyı ve travmatizasyonu, ölüm oruçları olayında, devlet-muhalif siyasi örgütler ve eylemci yakınları arasında sıkışan hekimler özellikle ağır biçimde yaşamışlardır. Deneyimler, mağdurlarla ilişkiyi ve dayanışmayı “profesyonel” diyebileceğimiz bir mesafeyi koruyarak yürütmenin, insan hakları gönüllüleri kadar mağdur gruplarının da yararına olduğuna işaret etmektedir.
7. Bu bakımdan ve travmayla başetmenin özel zorluklarını gözönüne alarak, insan hakları gönüllülerinin bu konuda özel bir eğitim görmesi gerekliliği saptanmıştır.
8. Duyarlılığı yaygınlaştırmak bakımından medyada yer bulmak, geri durulmaması gereken bir çabadır. Fakat bu çaba, herşeyin odağına alınarak özellikle yüzyüze ilişki mecralarının ihmaline yol açmamalıdır.
9. “Büyük” ve politik yüklü olmayan, “basit”, “sıradan” kabul edilen insan hakları ihlallerine duyarlı ve tepkili olmanın, ihmal edilmez bir temel olduğu, vurgulanmıştır.
10. Dindar hassasiyetlerin, sabır, metanet telkin eden yanıyla, yakınlarını kaybedenlerin travmayla başetmesini bir çok durumda kolaylaştırıcı olduğu söylenmiştir. Öte yandan dinen gerekliliğine inanılan sabrın, travmanın sebepleriyle, sorumlularıyla yüzleşmede, hesaplaşmada engel oluşturup oluşturmadığı tartışılmıştır. Birçok mağdurun bu konuda duygusal ve manevi sıkıntılar yaşadığına dikkat çekilmiştir. İnsan hakları duyarlılığı açısından, dini hassasiyet ve referanslar çerçevesinde, kaderi sorgulamak ile devleti ve hükümet politikalarını sorgulamak arasındaki farkı vurgulamanın önemli olduğu belirtilmiştir.
11. Profesyonel katkılardan söz ederken, psiko-sosyal desteğin, danışmanın yaygınlaştırılması, bununbir sosyal hak olarak talep edilmesi, bu konudaki caydırıcı önyargılarla mücadele gereği üzerinde durulmuştur.
12. Olağandışı ölüm/öldürüm vakalarının hukuksal izlemesinin, sorumluların teşhirinin ve cezalandırılmasının siyasal yararı açık olduğu gibi, mağdurlara olumlu etkisi ve toplumun geçmişiyle, kendisiyle hesaplaşması için zemin hazırlayıcı etkisi de unutulmamalıdır. Hukuksal mücadele ve bunun sonuçlarından kamuoyunun sürekli haberdar kılınması, travmayla başetmede esaslı bir gedik oluşturan adalet duygusu yokluğunun giderlmesi için şarttır. Hukuksal izleme yolları teşvik edilmeli, hatta bizzat örgütlenmelidir.
13. Uluslar arası deneyim paylaşımı ve dayanışma ilişkileri geliştirilmelidir. Bugüne kadar daha çok güç ve dayanışma kaynağı olan Batılı insan hakları örgütleri yanında, sorunların benzeştiği Doğu, Güney ve özellikle Ortadoğu ülkelerinin insan hakları savunucularıyla da ilişki aranmalıdır.
EK SÖZ- BİR ÇAĞRI
Ölüm oruçlarının gündemden düşmesi, bu sorunun ortadan kalkması analamına gelmektedir ve bu konunun üstünün örtülmesi, olağandışı ölümlere ve bunların yolaçtığı travmalara duyarsızlığın çıplak bir ifadesi olmaktadır. Başlıbaşına travmatize edici bir uygulama olan tecrite karşı tepki olarak yürütülen ölüm oruçlarında daha fazlı can kaybı yaşanmaması için, tarafları ve kamuoyunu, çözüm yollarını zorlamaya çağırıyoruz.
BASKICI REJİMLERİN TASFİYESİ
Travmatik olaylar, olağan yaşantının dışında, kendimizi aşağılanmış, çaresiz ve korku içinde hissetmemize yol açan yaşantılardır. Bireyler gibi toplumlar da travmatize olabilir. Toplumsal travmalar, özellikle süreklilik gösteriyorsa, toplumsal kimliği derinden etkiler. Toplum, çözümlenmemiş travmatik olayların varlığında, kendi öyküsünü, tarihini yazmakta zorlanır. Farklı toplumsal kesimlerin benimseyip kabullenebileceği, kendilerini farklılıklarıyla içinde bulabilecekleri bir toplum tasarımı; ancak geçmiş travmalarla yüzleşilerek/hesaplaşılarak kurulabilir. Yüzelşem/hesaplaşma yaşanmazsa, travmatik olayların toplumsal bellekte bıraktığı izler, uzak geçmişe ait olsalar dahi, tazeliklerini korurlar. Yüzleşilmeyen/hesaplaşılamayan travmatik yaşantıların duygusal yüklerinden, ruhsal yaralarından arınmak imkansızdır. Geçmiş travmalara takılıp kalmak, saplanmak da diyebileceğimiz bu durum, toplumların katılımcı, barışçı, demokratik bir toplumsal düzen ve siyasal yapı inşa etmelerini ve gelecekle ilgili ortak umutlar beslemelerini engeller. Ayrıca toplumsal belleğimize yerleşen travmatik anılar kuşaktan kuşağa geçerek, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşamalarının önünde de bir engel oluşturur.
Travmatik olaylar, özellikle korku ve güvensizlik duygularına yol açarlar. Bugünkü toplumsal ruh halimizi tanımlayacak temel duyguların korku ve güvensizlik olması nedensiz değildir. Toplumun her kesimini saran bu duygular; edilgenlik, duyarsızlık, tepkisizlik, sinme gibi neredeyse ortak toplumsal özelliklerimiz haline gelen tutumların başlıca nedenidir.
Bu çerçevede “toplumsal travma" terimi, bir takım uygulamaların ve olayların toplumun belli kesimlerinde veya tümünde yarattığı etkiyi anlama ve açıklamada başvurulabilecek verimli bir metafor olarak çıkar karşımıza. Türkiye toplumu da, travma metaforuyla tanımlanabilecek pek çok olay yaşamış ve yaşamakta olan bir toplumdur. Bu travmalar, tanık olunan, bizzat yaşanılan ve devralınan travmalar şeklinde çeşitlendirilebilir.
Türkiye'nin 19. yy sonlarına doğru başlayan modernleşme sürecinin çoğu aşamaları, travmalara yol açan bir serüven olmuştur. Bu modernleşme süreci, esas itibariyle demokratikleşme boyutu eksik bir kalkınmacı modernleşme zemininde “ulus-devlet” yaratma süreci, daha doğrusu "ulusun devleti"nin değil "devletin ulusu"nun yaratılma süreci olarak yaşanmıştır. Modernleşmenin yapısal olarak içinde taşıması gereken bir nitelik olan demokratikleşme, bu süreçte bir engel ve hatta zaaf olarak algılanmıştır. Bunun sonucunda Cumhuriyet'in kuruluş döneminin koşullarını ve korkularını kendi zihninde ebedileştiren, sürekli iç ve dış düşman vehmeden bir paranoyayı kendi varoluş koşulu haline getiren bir devlet modeli ortaya çıkmıştır.
Cumhuriyet'in toplumu modernleştirme tarzının kendisi de toplumsal travmaya yol açmıştır. Bu tarzın yarattığı sonuçlardan biri ve en önemlisi otoriter ve yer yer totaliter bir devlet zihniyetinin kurumsallaşması ve buna uygun bir kanunlar rejiminin tesisidir. Bu tutum, aslında, modernleşmenin amacı sayılabilecek; hak ve özgürlüklerinin, sorumluluklarının bilincinde bir "yurttaşlar toplumu" oluşmasını engellemiş; devletin ezici ve her an her konuda müdahaleye hazır gücü altında sinmiş, özgüveni zedelenmiş, tebaa konumundan fiilen çıkamamış ve çıkması da istenmeyen bir toplum durumuna yol açmıştır. Bu durum, toplumun siyasal kültür ve devlet algısında zaten varolan olumsuz unsurları da pekiştirmiştir.
Türkiye’de toplumun bu denli travmatize oluşunda başlıca rolü devletin oynadığı, yani bu süreçte en önemli aktörün devlet olduğu açıktır. Muhalefete, kültürel çoğulculuğa (etnik, inanç, mezhep ve dil farklılıkları gibi) imkan tanımayan, özcü, tekçi, homojenleştirici ve hatta yer yer ve zaman zaman ırkçılığa kadar varan bir milliyetçilik anlayışı da toplumu travmatize başlıca faktörlerdendir. Kalıcı ve kurumsal yapılar da bu devlet ve millet anlayışı temelinde şekillenmiştir.
Türkiye toplumundaki travmaların bir diğer önemli kaynağı ise, "kurucu laiklik" diyebileceğimiz anlayıştır. Bu anlayış, dinin devletten ayrılmasını değil - diyanet kurumu üzerinden - devletin bir aracı haline getirilmesini, kullanılmasını öngörmektedir. Devlete dinin "doğru" tarif ve yorumunu yapma, gözetme ve öğretme yetkisini veren bu anlayış, bu haliyle kendi tanımladığı resmi bir sünni islam yorumuna aykırı bulduğu dini tutum ve mezhepleri dışlayabilmekte, onları kendi koyduğu kurallara uymaya zorlayabilmektedir.
Bu ayaklar üzerine oturtulan baskıcı rejim, geleneksel militer değerleri devletin inşa etmek istediği toplumun kimlik tasarımının da eksenine yerleştirmiştir. Bu vakıa, hem kurum olarak ordunun olağandışı bir siyasal ağırlık ve işleve sahip olduğu bir devlet ve siyaset düzenine; hem de yer yar militarizme varan devlet pratiklerinin yadırganmadığı bir zihniyet tarzının kalıcılaşmasına yol açmıştır. Ataerkil cinsiyetçilik de, hem besin kaynağı hem de pekişmiş sonucu olmuştur. Milli eğitim, bu devletçi, milliyetçi, militarist ve ataerkil cinsiyetçi değerlerin toplumsallaştırılmasını ve böylece içselleştirilmesini sağlayacak bir aygıt olarak kurulmuş ve işletilmiştir.
Bu yapı, hukuk devletinin usuli ilke ve mekanizmalarının asgari gereklerini bile karşılamaktan uzak bir niteliğe sahiptir. Bu durum, toplumsal ve siyasal sorunların çözümünde şiddeti/zoru rejimin temel refleksi haline getirmiştir.
Çalışna grubunda, Türkiye toplumunun yaşadığı başlıca travmatik olayların bir dökümünü yapma önerisi üzerine şöyle bir tablo elde edilmiştir: 19. yy. sonundan itibaren etnik temizliğe kadar varan olaylar belli kategoriler altında düşünülmüş ve bunlar, (a) etnik köken ve kimlik sorunu bakımından türk sorunu, ermeni sorunu, değişim ve göçürtmelere maruz kalan diğer gruplarla ilgili sorunlar ve kürt sorunu; (b) muhalif siyasi görüş ve hareketlere karşı uygulanan baskı ve şiddetten doğan travmalar; (c) dış politikalarla ilgili travmalar; (d) son ve yaygın örneği başörtüsü olan din ve inançla ilgili travmalar. Bu tablo okunurken, öncelikle travmayla temel toplumsal, siyasal sorunların kolayca birbirine karıştırıldığı, bunun da travmanın etkilerinin öznelliği çerçevesinde bir ölçüde açıklanabileceği gözönüne alınmalıdır ve ayrıca bu tabloya başka travmaların da eklenebileceği hatırda tutulmalıdır.
Travmayla başedebilmenin, travmanın toplumsal ve siyasal etkilerinden kurtulabilmenin ilk ve en önemli adımı; travmanın öyküsünü yazmak, bunun için de travmatik yaşantı ve olaylarla yüzleşmek ve hesaplaşmaktır. Ağır bir insanlık suçuyla ve/veya ağır insan hakları ihlallerinden oluşan kabarık bir suç dosyasıyla yüklü bir geçmişe sahip bir toplumun geçmişiyle yüzleşmeden ve hesaplaşmadan “demokratik siyasal kültüre dayalı toplumsal barış”ı kurması ve yerleştirmesi mümkün görünmemektedir. Bu hesaplaşmanın tarzı, her bir toplumun tarihsel ve güncel özgüllüklerine göre farklılıklar gösterir; ancak benzer olayları yaşamış toplumların deneyimleri de, asla göz ardı edilmemesi gereken önemli ve verimli bir kaynak oluşturur.
Geçmişle hesaplaşmanın tarzı ve akışı üzerinde düşünürken ihmal edilmemesi gereken bir husus da, çeşitli toplumsal kesim ve aktörlerin tarvamadan etkilenme şeklinin farklı olacağı gerçeğidir. Bu açıdan kabaca dörtlü bir gruplandırma yapmak mümkündür:
- travmanın bireysel mağdurları
- travmanın doğrudan kollektif mağdurları
- travmanın dolaylı kollektif mağdurları
- travmatik olayların ve deneyimlerin aktörleri
Bu gruplardan her birinin travmatize geçmişle hesaplaşmada farklı yöntem ve araçlar kullanabilecekleri, hatta kullanmak zorunda oldukları açıktır. Burada önemle ve özenle vurgulanması gereken nokta; bu grupların çeşitli travmatik olaylarda içiçe geçebileceğidir. Travmanın doğrudan kollektif mağduru olan toplumsal grup ya da kesimlerin, kendi içlerinde bu tepeden gelen travmanın dışında, aktörü kendilerinin olduğu başka travma deneyimleri yaşamaları ender rastlanan bir durum değildir. Yüzleşmeden ve hesaplaşmadan beklenen sonuçlara ulaşabilmek için, bu türlü grup veya kesimlerin de kendi kendileriyle yüzleşmesi/hesaplaşması gerekir.
Öte yandan, uluslararası deneyimler, geçmişle hesaplaşmanın esas itibariyle iki boyutlu olabileceğini ve ayrı ayrı ya da eşzamanlı olarak iki düzlemde yürütülebileceğini göstermektedir: siyasal-kültürel ve kurumsal.
Gerek bilimsel çalışmalar, gerekse diğer toplumların deneyimleri, siyasal-kültürel hesaplaşma sürecinin başlıca kilometre taşlarının “itiraf”, “özür” ve “telafi” olduğunu ve bu sürecinin geçici son durak olarak gerçek bir bağışlamaya varabileceğini öğretmektedir. Böyle işleyen bir yüzleşme ve hesaplaşma süreci, geleceğe kin ve intikam duygularının devredilmesini önemli ölçüde engelleyecek ve böylece geleceğin barışçı inşası konusunda önemli bir arınma sağlayacaktır.
Kurumsal hesaplaşmada ise, “yargılama” kavramı öne çıkar. Yargılama kavramının en geniş anlamda aldığımızda, Latin Amerikada’ki “dönüşüm süreci” ve Güney Afrika’daki “büyük dönüşüm”le birlikte geçmişle hesaplaşma literatürüne “hakikat komisyonları” adı altında eklenen yeni kurumsal boyutu da bu çerçeveye dahil edebiliriz. Dolayısıyla cezalandırmayı, “yargılama”da yegane amaç olarak görmeyen bir hesaplaşma anlayışı yaygınlık kazanmıştır. Kuşkusuz cezalandırma hedefini bütünüyle göz ardı etmeyi, talileştirmeyi öngörmek demek değildir bu; yargılama süreçlerinin çok boyutluğuna dikkat çekmek ve diğer boyutlardan türetilebilebek katkıları önemsemeyi vurgulamaktır daha çok. Kurumsal mekanizmalar, geçmişle hesaplaşma sürecinin en önemli kaynaklarını oluşturacak tanıklıklarn, yaşanmışlıkların ve itiraafların yer alacağı arşivleri oluşturmayı sağlayan, dolayısıyla toplumsal belleği katda geçiren en önemli araçlardır. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin belli bir süre Türkiye’de yaptığı “olgu saptama duruşmaları”nın tutanakları, Kürt sorunuyla bağlantılı toplumsal travmayla hesaplaşmada çok değerli bir kaynağın oluşmasını sağlamıştır. Bu açıdan gerek ulusal, gerekse uluslararası yargı veya inceleme kurumlarının tek tek olaylarda işletilmesi yoluna gitmek, hesaplaşma sürecine önemli bir katkı oluşturur.
Travmayla başetme ve geçmişle hesaplaşma bakımından “güvenli ortam”ın önemi, konuyla ilgili bütün inceleme ve tartışmalarda vurgulanır. Toplumsal travmalar sözkonusu olduğunda “güvenli ortam”ı, demokratik ve özgürlükçü siyasal yapı olarak anlamak gerekir. Dolayısıyla insan haklarına dayalı demokratik bir toplum ve devlet projesi, geçmişle hesaplaşmanın hem şartı hem de hedefi durumundadır. Hesaplaşmayı, demokratikleşmenin sonuna ertelemek mümkün olmadığı gibi; demokratikleşmeyi hesaplaşma sürecinin sonunda kendiliğinden oluşacak bir sonuç gibi görmek de doğru değildir. Her iki süreç, birbiriyle ilintili ve eşzamanlı yürümek zorundadır.
Çalışma grubumuz, devletin bu yöndeki talep ve eğilimlerine cevap verme irade ve niyetinde olmadığını, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, işkence gibi pratiklerin ortadan kaldırılması konusunda tersi bir pratiği ısrarla sürdürdüğünü, taraf olduğu uluslararası sözleşmelere ve verdiği sözlere uyan bir tutum izlemediğini esef ve endişeyle belirtir.
Devlet bu tutumunu, Kürt sorununa ilişkin olarak da sürdürmektedir. Bir süredir yaşanan “çatışmasızlık” ortamının sunduğu olanakları değerlendirme, soruna kalıcı, onurlu ve demokratik bir çözüm bulma konusunda olumlu hiçbir şey yapmamıştır ve yapacak gibi de görünmemektedir. Bu durum, Türkiye toplumunun bizatihi inisiyatif ve sorumluluk yüklenmesi gereğini daha da açık ve önemli hale getirmektedir. O nedenle, bugün Türkiye’de başta sendikalar, mesleki örgütler, üniversite ve medya olmak üzere tüm sivil kuruluş ve örgütlerin gerek Kürt sorununa ve gerekse travmatik hale gelen “laiklik sorunu”na ilişkin uygar, onurlu ve demokratik bir çözüm zemini ve perspektifi oluşturmak için inisiyatif almaları hayati bir zorunluluk ve sorumluluk olarak önümüzdedir.
Unutulmamalıdır ki, baskıcı rejimi sorgulamamanın, onaylamanın ve desteklemenin kendisi de travmatize edici bir toplumsal yaşantıdır. Korkuya dayalı güç tapınması, güçle özdeşleşme gibi toplumsal sendromlar, bu travma türüyle doğrudan bağlantılıdır.
Bu denli travmatize olmuş bir toplum, travmadan kurtuluş sorununu, kendini sağlıklı bir biçimde yeniden inşa etme projesinin temel unsuru olarak görmek zorundadır.