Uluslararası barış hareketinin tarihi ve deneyimleri
GİRİŞ
Irak savaşı öncesinde dünyanın birçok ülkesinde görkemli gösteriler yapıldığında bitmiş sanılan barış hareketi yeniden doğmuş gibi oldu. Fakat ABD pek zorlanmadan Bağdat’a girdikten sonra milyonlarca insandan ses çıkmaz oldu. Uluslararası barış hareketini anlıyabilmek için önce geçmişine bakmak gerekir. Bu çalışmamda önce barış hareketinin tarihine (ağırlıklı Almanya örneğine) baktıktan sonra çıkarılacak dersler açısından bazı tezler ileri süreceğim.
Uluslararası barış hareketi ya da savaş karşıtı olan akımlar sadece devam eden savaşlara bir tepki olarak gelişmediyse de, ilk güçlü hareketleri birinci dünya savaşı sonrasında görüyoruz. Bu hareketler ikinci dünya savaşından sonra daha da güç kazandılar. Özellikle savaşı çıkartan Almanya’da “Bir daha Savaş – Asla” sloganı ile geniş kitleler tarafından desteklenen bir hareket oluştu. Bu nedenle anlatacağım örnekler arasında kısmen tanık olduğum Almanya örneği ağırlık kazanıyor. Ayrıca, ikinci dünya savaşında ikiye bölünmüş Almanya’da “soğuk savaş” diye adlandırılan dönemi en iyi şekilde görmek mümkün.
Birçok barış girişimi “militarizme karşı devrimci duruş” olarak adlandırabileceğimiz bir tavırdan etkilendi. Bu hareketi yaratanlar arasında herşeyden önce marksistler ve anarşist işçi hareketinden insanlar vardı. 19uncu ile 20’nci yüzyılları arasında burjuva barış hareketi daha çok devletler arası “barış anlaşmalar”ın yapılması için çaba hacarken devrimci barış hareketi “militarizme adam ve para yok” sloganı etrafında örgütlendi.
Bu hareket temelinde bugün vicdani red olarak bildiğimiz askerlik hizmetine ve silahlanmaya karşı çıkıyordu. Bir özelliği de şiddete topyekün karşı çıkmaktı. Bu ilke işçi sınıfının kurtuluşu için de savunuluyordu.
Örnek Oluşum: WRI
Örnek olabilecek bir oluşum ise “War Resisters’ International” (WRI=uluslararası savaş direnişçileri ya da karşıtı). Hala bugün faal olan WRI 1921 yılında Holanda’da kuruldu. 1925 yılında değiştirilen tüzüğünde ilginç bazı tespitleri şunlar idi:
“Savaş bir insanlık suçudur, çünkü yaşama karşı bir suçtur ve insanlar siyasi ile ekonomik çıkarlar için kötüye kullanılmaktadır... Biz hiç bir savaş, ister saldırı niteliğinde, ister savunma niteliğinde olsun, desteklemiyoruz. Bu önemli, çünkü hükümetler genellikle savaşları savunma niteliklidir diye halktan destek arıyorlar.
Biz 3 savaş türü görüyoruz:
Birincisi, devleti savunma savaşı. Bunun için silah kabul etmemek zor, çünkü elinde tuttuğu tüm olanaklarıyla devlet bizi silah almaya zorluyacaktır. Bundan başka memleket sevgisi milliyetçi yalanlar için o kadar çok kullanıldıki biz devlet ile memleketi pek ayırt edemiyoruz.
İkincisi, mevcut düzeni korumak için yürütülen savaşlar. Varlıklı olanların imtiyazlarını korumak için yürütülen bu savaşlara katılmıyacağımız açıktır.
Üçüncüsü, ezilen proleteryayı savunmak ve kurtarmak için yürütülen savaşlara karşı çıkmak zor, çünkü Bolşevik devlet ve devrim esnasında kızgın olan proleterya silaha sarılmayan herkesi ihanetle suçlar...
Ancak biz, şiddet ile mevcut düzen ile memlektimiz gerçekten korunamayacağı ve proleteryayı kurtulamıyacağından eminiz... sözde kurtulan proleterya savaş sonrasında daha büyük acı çektiği bir gerçek.
Dolaysıyla biz, ne askerlik yaparak efendileri, ne de silah üreterek, ne de kredi ya da silah üretiminde emeğimizi vererek hiçkimseyi savaşmak için desteklemiyoruz... (bir çok başka nedenden) ayrı olarak savaşların önemli bir nedeni ‘devlet’i yanlış algılamaktan kaynaklandığını düşünüyoruz, çünkü devlet insanlar için vardır, insanlar devlet için değil... Bunun için sınıfların ortadan kaldırılmasına ve karşılıklı yardımlaşma temelinde kardeşlik için çalışmalıyız.”
Almanya Örneği
Almanya örneğini anlatırken Willi van Ooyen tarafından kaleme alınan „Federal Almanya’daki barış hareketinin siyasi ve tarihsel gelişimi“ adlı makeleden esinlendim.
Batı Almanya olarak bildiğimiz Federal Almanya Cumhuriyet’i II. Dünya Savaşı sonrasında hemen silahlanmadı. 1955 yılında NATO’ya üye olması sorun yarattı, çünkü Demokratik Cumhuriyet Almanya (yani Doğu Almanya) buna karşı Varşova Pakt’ına girdi ve Almanya iyice bölünmüş oldu. 1958 yılında Batı Almanya, nükleer silahların Almanya’da konumlandırılması için ABD’ye izin verdi. Tüm bu sorunlar etrafında Almanya’daki barış hareketi örgütlendi. Meclisin içinde bile yapılan tartışmalarda Almanya’nın yeni rolü sert bir biçimde tartışıldı. Birinci ve ikinci dünya savaşı sonrasında Almanya Batı ile Doğu arasında tarafsız bir oluşum olabilme ümidi bile dile getirildi.
Barış hareketi daha sonra önem kazanan çevre koruma hareketi, üçüncü dünya ile dayanışma ya da kadın hareketi gibi tek bir konu etrafında örgütlenmiş olarak görünse de aslında burada çok farklı konular gündeme geliyordu ve protestoya katılanlar arasında çok farklı motifler söz konusu olabiliyordu. Dolaysıyla barış hareketi ne ulusal ne de uluslararası düzeyde tek bir yapıya sahip değildi ve birçok farklı oluşumlardan meydana geliyordu.
Almanya’da örneğin 1958 yılında nükleer silahlara karşı yapılan yürüyüşe 300bin kişi katılıyordu; her yılda yapılan Paskalya Yürüyüşü’ne 1968 yılında 150bin kişi geldi. Orta menzilli füzelere karşı (Pershing II ve Cruise missiles) 1983 yılında takriben 1 milyon insan sokağa çıktı. Orta menzilli füzelerle nükleer savaş tehlikesi yeniden gündeme geldi ve barış hareketi bir hayli ivme kazandı. Daha sonra „Yeşiller“ ismi ile siyaset sahnesine çıkacak olan hareket baştan ekolojik (çevreci) bir hareket olarak görünse de barış hareketinin önemli bir parçası idi ve nükleer santrallere karşı çıkmakla güç kazandı.
Almanya dışındaki hareketler
Nükleer silahlara karşı protestolar Almanya’ya özgü değildi. Protestoların asıl merkezi Büyük Britanya (Birleşik Kıraliyet; buna genellikle İngiltere deniliyor) idi. 1958 yılında kurulan „Campaign for Nuclear Disarmament“ (CND = Nükleer Silahlardan Arındırma Kampanyası) İngiltere’nin en büyük hareketi olacaktı. Yıldız şeklinde belirli merkezlere yönelik yapılan „Paskalya Yürüyüşleri“ fikri de bu hareketin içinden gelişti.
ABD’de ciliz de olsa var olan bir sol öğrenci hareketi, barış temelinde faaliyet gösteren Quaker adlı Hıristyan dini termelinde kurulan bir örgüt ile 1950’lerde başta zenciler arasında gelişen sivil haklar hareketi 1960’lı yılların ikinci yarısında Vietnam savaşına karşı güçlü bir protesto hareketi oluşturdu. Yarım milyondan fazla asker Vietnam’a ve Kamboçya’ya gönderen ABD savaşı kazanmak bir yana sürekli insan kaybediyordu. (1) Buna karşı gelişen hareket sadece seminer ve yürüyüş düzenlemekle kalmadı, aynı zaman sivil itaatsızlık yöntemleri gelişti. Asker kaçakların sayısı hızla büyüdü. Bunları Kanada ve İsveç gibi ülkelere kaçıran şebekeler de kuruldu. Bir yandan öğrenciler askerliğe çağrı mektuplarını yakarken başkalar askerlik şubelerine basıp çağrı listelerini tahrip ettiler. Başka yerde ise napalm üreten firmaya sabotaj eylemler yapıldı, fakat genellikle Vietnam savaşına karşı gelişen hareket şiddet içermeyen yöntemler benimsedi. Çok nadiren kitlesel yürüyüş düzenlenen ABD’de 1969 yılında yarım milyon insan sokak gösterisi yaptılar.
ABD’den sonra tüm dünyaya yayılan anti-savaş hareketi bir anlamda ABD karşıtı yani anti-emperyalist bir özelliğe sahipti. Çok geniş kitleleri harekete geçirmesini beceren bu gösteriler sonrasında özellikle üniversite gençliği arasında marksizme karşı ilgi daha da arttı ve az da olsa 68 kuşak diye adlandırdığımız akımın doğmasına yardımcı oldu. 1968 sonrasında değişik ülkelerde değişik sol-sosyalist-komünist örgütlenmelerine gidildi. Kimisi silahlandı ya da silahlı mücadele yöntemleri benimsedi.
Almanya’da 400 kişiyi aşamayan Kızıl Tugay Fraksyonu (Baader-Meinhof grubu) dışında silahlı mücadele sadece teoride kaldı. Türkiye kadar değilse de Almanya’da da fazlasıyla bölünmüş sol örgütlerin çoğu sonradan barış hareketi içinde yer aldı. Özellikle Moskova yanlısı olan örgütler birçok barış girişimi içinde hissedilir bir etkiye sahiptiler. Buna rağmen barış hareketinin temelinde her iki bloğun silahlanma yarışını durdurma, yani silahsızlanma projeleri vardı.
1981 yılında Almanya’da 22 örgüt temsilcisi tarafından kurulan bir „eşgüdüm komisyonu“na sonradan toplam 30 örgüt katıldı. Komsiyonda ağırlıklı olan 5 akım vardı: Hıristyanlar, bağımsızlar, sosyaldemokratlar, KOFAZ adlı barış komitesi ve Yeşiller.
Değişim
Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği’nin yıkılması ile birlikte soğuk savaş dönemin kapanması ve Almanya’nın birleşmesi ile birlikte barış hareketi için durum bir hayli değişti. Kapitalist ile komünist bloklar arasında savaş tehlikesi ortadan kalkmakla birlikte özellikle eski doğu bloğu içinde yer alan devletlerde daha çok bölgesel savaşlar ön plana çıktı. Buna karşı tavır almakta barış hareketi epey zorlandı.
90’lı yılların başında patlak veren „körfez savaşı“na karşı güçlü bir muhalefet gelişirken aynı şey Bosna’ya asker gönderme konusunda söylemek mümkün değil. O zamana kadar Alman askerler NATO bölgeleri dışına çıkmamış idi ve çok geniş bir muhalefet beklenebilirdi. Barış hareketinde yer almış sosyaldemokrat ve yeşiller bu konuda net bir tutum sergileyemedi. Meclis dışında olan muhalefet de pasif kaldı. Aralık 1995’te asker gönderme konusunda oylama yapıldığında SPD coğunlukla asker göndermekten yana oy kullandı; Yeşiller’in yarısı taraftar, yarısı karşı idi. Körfez savaşına karşı çıkmakta zorlanmayan politikacılar için acaba ne değişti?
Körfez savaşında kullanılan silah ve yanan petrol kaynaklar yüzünden ekolojik bir tehlike, ayrıca tüm dünyaya yayılma potansyeli olan bir savaş söz konusu idi. Bosna’da ise eski düşman olan Amerika’lılar yoktu. Ayrıca silahlı adamlar göndermekle Sırp katliamları durdurma umudu vardı. Daha önce barış hareketi tarafından defalarca dile getirilen “müzakere“ler yapılmış fakat başarısızlıkla sonuçlanmış idi. „Batı“ için genel bir tehlikenin olmaması, petrol gibi ekonomik çıkarların bulunmaması diğer nedenleri arasında saymak mümkün.
Körfez savaşı sonrasında Yeşiller barış hareketini terk ettiler ve birçok yerel girişimden resmen ayrıldılar (sosyaldemokratlar bunu daha sonra yaptı). Gene de Kırmızı-Yeşil koalisyonu 1998 yılında iktidara geldiğinde umutlar yüksekti. SPD ile Birlik 90/Yeşiller arasında yapılan koalisyon anlaşmasında „Alman dış politikası barış politikasıdır“ deniyordu. Başbakan Gerhard Schröder bizzat barış hareketinde yer almıştı ve Yeşiller nerede ise bütün olarak oradan geliyordu.
Ancak hayal kırıklığı çabuk geldi. Daha 6 aylık bir hükümet zamanı dolmadan Almanya eski Yugoslavya’yı Tornado uçaklarıyla bombaladı. Krizleri önleme politikası ve ihtilafları barışçıl yöntemlerle çözmek yerine Almanya askeri alanda söz sahibi ve güçlü devlet olma politikası benimsedi. ABD ve İngiltere Irak savaşı haklı göstermek için başvurdukları yalanlara o zaman Almanya da başvurdu: olmayan kötülükler sıralandı ve Schröder ile Fischer tarafından ileri sürülen „savaşla siyasi cözüm üretme“ tezi barış hareketinde özellikle kilise ile sendikaların protestolarını zayıflattı.
Bugünkü Barış Hareketi
Irak savaşı öncesinde tekrar canlanan, ancak çabuk sönen bugünkü barış hareketine bir göz atarken İngiltere’den başlıyalım: İngiltere’deki Savaş Karşıtı Koalisyon’u (Stop the War Coalition - SWC) Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan 11 Eylül saldırısından kısa bir süre sonra kuruldu. Koalisyonun önemli özelliklerden biri, İngiltere’de yaşayan Müslüman toplumun geniş bir katılımıydı. Bu kesim, o zamana kadar geleneksel sol barış hareketinin diğer kesimleriyle buluşmamıştı.
1980’lerde ortaya çıkan barış hareketi, büyük oranda “nükleer silahsızlanma”, “İngiltere’nin silahlanma yarışından çekilmesi” gibi sloganlarla yürüyordu. Bu harekette ortak politik bir görüş söz konusu değildi. 1980’lerin barış hareketi, bir dereceye kadar nükleer savaş korkusu tarafından beslenmişti. Bugünkü barış hareketi, özünde anti-emperyalist bir anlayış olması yönünden daha derin politik bir birliğe sahip. Enazından ABD’nin, İngiltere’yle birlikte “dünya egemenliği projesi” olduğuna dair ortak bir anlayış söz konusu. Ayrıca, her ne kadar İngiltere’nin dış politikası nedeniyle terörist bir saldırı tehlikesi olsa da, kimse süren savaşların kendilerini doğrudan tehdit ettiğini düşünmüyor.
İngiltere’deki hareketinin bir özelliğı ise İngiliz politika tarihinde sendikaların önderlik etmediği ilk ilerici hareket olması. Başka yerlerde olduğu gibi Almanya’daki barış hareketi homojen bir yapıya sahip değil. Yerel girişimler ve “eski” örgütlerin yanında yeni akımlar söz konusu. 2002’nin sonunda ve 2003 yılının başında dünyanın her yerinde görülen protesto eylemlerine küreselleşme karşıtı olan guruplar önemli bir yer tuttular. Bunun yanında akademik düzeyde yapılan çalışmaların katkısını da küçümsememek gerekir. Birçok örgütlerden oluşan Almanya Barış Konseyi’nin yanında “Barış Önerisi” adlı bir komisyon Kassel Üniversitesi’nden tüm girişimleri kucaklamaya çalışıyor.
17 Mayıs tarihinde yapılan bir konferansta Irak savaşı sonrasında yoğunlaşması gereken 8 konu arasında şunlar vardı: - Irak işgaline son verilmesi ve zararların tazmin edilmesi için BM’de karar çıkması beklemek yerine bir “Irak Tribünal”i örgütlenmeli; - Özellikle Almanya dışında yapılacak müdahaleler için kullanılacak silahlara harcanan paraların sosyal güvence, işyerleri ve eğitim için harcanmalı; - Toplu imha silahlar sadece Irak’ta değil, her yerde aranmalı ve yok edilmelidir. Nükleer silahlar, silah ihracatı gibi konular yeniden barış hareketinin gündemine oturtulmalı.
Aynı tarihlerde (18-21 Mayıs arasında) küreselleşme karşıtı gruplar Cakarta’da bir araya geldiler. Cakarta Konferansın katılımcıları arasında tüm Asya genelindeki savaş karşıtı örgütlerin geniş bir ağını oluşturan “Asya Barış İttifakı”; Londra’dan “Savaşı Durdur Koalisyonu”; ABD’deki en büyük savaş karşıtı koalisyon olan “Barış ve Adalet İçin Birlik”; geçen yıl Avrupa Sosyal Forumu sırasında milyonluk savaş aleyhtarı yürüyüşün önde gelen organizatörleri; Türkiye’deki kitlesel eylemleri gerçekleştiren “İstanbul-Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu”; Avustralya yüksek okul öğrencilerinin hareketi olan “Bombalar Değil Kitaplar”ve evsahipliği yapan diğer savaş karşıtı koalisyonlar yer aldı.
Konferans sonrasında Cakarta Barış Mutabakatı başlıklı bir bildiri yayınlandı. Bu bildiride Irak’ın hukukdışı işgalinin bir an önce sona erdirilmesi ve ABD ve İngiltere tarafından belirlenecek herhangi bir rejimin tanınmaması çağrısı vurgulandı. Mutabakat metni ayrıca Irak’ın kaynaklarının kullanımı ve kontrolü, borçların silinmesi, BM’nin rolü ve savaş sonrası Irak’ın inşası ve yönetimine ilişkin sorunlara dair bir talepler dizisi içeriyordu.
Irak’ın karşılaştığı acılarla ilgili olarak “Cakarta Barış Mutabakatı”nda ABD ve müttefiklerinin yargılanmalarına imkan sağlayacak şekilde uluslar arası bir savaş suçları mahkemesinin kurulması, ülkede olan biteni izlemek üzere İşgal İzleme Merkezleri oluşturulması ve bunun yanında Irak’a kitlesel barış heyetleri gönderilmesi çağrıları da yer almakta.
Çıkarabileceğimiz Dersler
Türkiye’deki barış hareketinden bahsetmeden uluslar arası deneyimden çıkarılacak sonuçlar ve tezlere geçmek isterim:
- Yaşam hakkı ile doğrudan ilişkili olduğu için savaşların durdurulması insan hakları savuncularını ilgilendirir. Vicdani red hakkı ise düşünce özgürlüğü bakımından bir temel haktır.
- İnsan hakları savunucuları endişelerini daha çok Cenevre Sözleşmeleri temelinde dile getirirken barış hareketi daha geniş bir perspektife sahip olabilir.
- Barış hareketleri mevcut politika üzerinde etkili olmaya çalışırken doğrudan partiler içinde örgütlenmeden meclis dışı muhalefet oluşturmakla daha etkili olabilir.
- Öldürmeyi yasaklayan Hıristyan dini (kilise ve dini gruplar) etkili bir rol oynayabilir. Özünde Müslüman olan ülkelere yapılan müdahalelere karşı dini çevreleri harekete geçrimek mümkün.
- İç savaşı gibi durumlarda taraf olmadan yürütülecek barış çabalarında daha çok sivillere karşı işlenen savaş suçları odak noktası olmalı.
- Her ülkenin mevcut askeri potansyeline ve silahlı müdahalelere katkısına göre bir hareket örgütlenebilir.
- Hedefler (programlar) iyi belirlenmeli. Ulusal düzeyde (kendi hükümetini etkilemek için) örgütlenen gruplar olabilir, sadece BM’ni hedef alan girişimler de olduğu gibi doğrudan ABD politikası üzerinde etkili olmaya çalışan örgütler de olabilir.
- Barış hareketinin gücü sadece sokağa çıkacak insan sayısı ile ölçülmemeli. Örneğin ABD’de Washington Post gazetesinde “editorial” denilen baş yazarın köşesinde bir makale bazen sokağa çıkan 1 milyon insandan daha etkili olabilir. Aynı şekilde akademik çevrelerin siyaset üzerinde olan etkisini küçümsememek gerekir.
© Helmut Oberdiek 23.09.2003