Yokohama Bildirgesi
Keyfi Cinayetler hakkında Sesli Düşünceler
İHD tarafından çıkartılan İnsan Hakları Bülteni (sayı 63-64, Mayıs – Haziran 1994, sayfa 40 ve 41'de yayınlandı, burada özetlenerek tekrar ediyorum)
Teorik Kısmı
İHD bünyesinde bir yıldır sürdürülen bir tartışmaya İnsan Hakları Bülteni'nde yer alan yazılar sayesinde sınırlı da olsa takip etme olanağım oldu. Konu: Uluslararası Af Örgütü'nün 7 Eylül 1991 tarihli Yokohama Bildirgesi ". Bültende yer alan yazılara tek tek yanıt verme niyetim yok, ancak birçoklarında Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International = AI ) hakkında eksik veya yanlış bilgiler bulunduğu için kısa bir hatırlatma gereğini duydum.
AI insan hakları alanında kendini sınırlandırmıştır, yani tüm insan hakları gündeminde değil. Başta şiddet unsuru içermeyen düşüncelere ceza verilmez ilkesinden hareketle özellikle düşünce suçlularının serbest bırakılması için çalışır. Hiçbir ayrım yapmaksızın işkence ve idam cezalarına (infazlarına) karşı çıkar ve sadece siyasi tutukluların adil yargılanması için uğraşır (şiddet uygulamış kişiler de dahil olmak üzere).
Yokohama öncesi
Peki, silahlı örgütler insan hakları ihlal ederse Af Örgütü (AI) ne yapar? Yokohama'da 1991 yılında toplanan genel kurul kararı çıkmadan önce tutumu şöyle idi: "Belirli bir toprak ve orada yaşayan insan toplulukları egemenlik kurmuş, fiilen iktidar olmuş kuruluşları" hükümetler gibi muhatap alıp insan hakları ihallerininen durdurulmasını talep ederdi. İktidar olmamış örgütlerin ihalleri ise genel olarak kınardı, ancak bunların liderlerine başvuruda bulunmazdı, hatta ayrıntılı rapor dahi hazırlamazdı.
Türkiye'de yapılan tartışmanın aksine Yokohama'da silahlı gruplara karşı tavır çok fazla tartışılmadı, daha çok eşcinsellere karşı alınacak tavır tartışılmıştı. Yokohama toplantısına kadar bir eşcinsel sarfetttiği söz (yazdığı bir bildiri)den ötürü içeriye alınmışsa AI buna sahip çıkardı, fakat ergin kişiler arasında eşcinsel ilişki yüzünden cezaevine konulduysa AI 1991 yılına kadar sessiz kalırdı.
Silahlı örgütlere karşı farklı tavır ise şu: ister belirli bir toprak ve insan topluluğu üzerine egemenlik kurmuş olsun olmasın, AI 1991 yılından sonra ilgi alanına giren ihallere karşı kesin tavır alacak.
Türkiye'deki insan hakları savunucuları
Türkiye'deki insan hakları savunucuları elbette farklı davranabilir. Örneğin İHD insan hakları alanını sınırlandırmamıştır. AI üyeleri gibi kendi hükümetini muhatap almama ilkesinin tersine özellikle kendi ülkesinde olan ihaller ile uğraşır. Düşünce suçu kavramı da farklı olabilir, yani düşünce belirtme düzeyinde (eyleme dönüşmeyen) her türlü düşünce serbest olabilir de denilir.
Silahlı örgütlere karşı alınacak tavra gelince belki AI 1991 öncesi takip ettiği yöntem izlenebilir, yani genel kınama tamam, ama ancak iktidar durumuna gelmiş örgütleri doğrudan muhatap almak. O halde Türkiye'nin somut durumuna göz atmakta fayda var. Adı konulmamış bir savaşta taraf olmamış insanlar öldürülüyor. Eleştiriler burada başlıyor. İşkence tezgahlarında işlenen cinayetlerden başka "peşin infaz", "faili meçhul" ya da "hizbul-kontra" cinayetleri olarak adlandırdığımız öldürmeler doğrudan devleti temsil eden kişiler tarafından işlenmiyorsa dahi devletin bunu derinlemesine soruşturup failleri yargı önüne getirmediği müddetçe bunun sorumluluğunu taşır.
Çoğu zaman faili belli olmasına rağmen katillerin yakalanmaması, hatta İstanbul ve Ankara gibi kentlerde öldürme kastı ile düzenelen ev baskınlarına katılan polis memurlarının ödüllendirilmesi mevcut iktidarın insan hakları yaklaşımını sergilyor. Bu tür cinayetleri teşhir etmek, azaltılması, hatta durdurulması için çalışmak insan hakları savunucularının başta gelen görevleri arasında.
Peki, savaşa katılan diğer tarafta neler oluyor? "Savaş bölgelerinde her şey parti, gerilla ve cephe güçlerimizin belirlediği kanunlara göre düzenlenecektir... Ticaret, sınır kaçakçılığı, ulusal kurtuluş güçlerimizin izni ve denetimi dışında yapılmayacaktır." 1 Temmuz 1993 tarihli Özgür Gündem gazetesinde yer alan habere göre bu emir ARGK Botan Eyalet Karargah Komutanlığı tarafından çıkartılmıştır. Aynı güç iktidar olma iddiasını "sıcak savaş bölgesi" dışında da duyurmuştur. Adana ve Mersin'de ERNK tarafından konulan "içki ve kumar yasağı"na uymayanlara dükkanlarını tahrip edilerek cezalandırıldıklarını gazetelerde okunan haberler arasında yer alıyor.
Kısacası "hükümet olmuş gibi" ve ona göre davranan bir örgüt söz konusu. O halde, insan hakları savunucuları buna "hükümet olmuş gibi" yaklaşabilir. Burada "bunlar yarın gerçekten iktidara geldiklerinde orada yaşayan insanların hakları nasıl korunur?" diye varsayımlı bir soru açmıyorum. Bugün orada yaşayan ve şu ya da bu şekilde örgüte ters düşmüş insanların hakları nasıl korunur diye soruyorum. Değerlendirmemde basit bir soru ile yanıt bulabilirim. Devlet böyle bir şey yapsaydı, acaba ne derdim diye sorabilirim. Örneğin ticareti devlet de denetler, vergi de toplar. Buna genel itiraz yok.
Pratik Kısmı
İsterseniz işin somutuna inelim. 8 Eylül 1993 tarihli Özgür Gündem gazetesinin bir tek haberi var önümde. İçinde ARGK Serhat Eyalet Komutanlığı tarafından yayınlanan 15 günlük eylem bülteni yer alıyor. Bültene göre iki haftada 80 asker, 5 gerilla ve 2 sivil ölmüş, ayrıca 14 ajan ve 15 korucu ölürüldü. İlk olay Diyadin'e bağlı Gur (Altınkilit) köyü yakınlarında ilçeye yürümek isteyen kitleyi korumakla görevli gerillalarla devlet güçleri arasında çıkan çatışmada 1 başkomiser, 2 özel tim, 3 asker öldü ve 3 gerilla da yaşamını yıtırdı... Kitle içerisinden iki kişiyi çıkartan devlet güçleri, bu kişilerin kafalarına kurşun sıkarak öldürüldü deniyor.
Bir insan haklari savuncusunu ilgilendiren haberin son kısmıdır. Savunmasız insanlar mahkemece idam cezasına çarptırılmadan devlet güçleri peşin infaza gitmiş. Korkunç bir iddia ve üzerine gidilmeli.
İkinci olay: Kars'ın Selim ilçesine bağlı Öztürk köyüne baskın düzenleyen gerillalar devlet yanlısı olan Murat Kahraman'ın iki oğlu ve eşini kurşuna dizilerek öldürdü... Kahraman olaydan yaralı olarak kurtuldu. Haberden anlaşılmıyor, ama diyelimki Murat Kahraman silahlı idi. Belki korucu olduğu için savaşan taraf olarak kabul edilebilir. Ancak eşi ve yaşları belli olmayan oğullarının savaşa aktif olarak katılmış olmaları zayıf bir olasılık. "Devlet yanlısı" olsalar belki "iktidar olmuş" örgütün kurallarına göre "ajanlık" gibi bir "suç" işlemiş olabilirler. Suçlu olanı yargılamak, cezaya çarptırmak doğaldır, ama idam cezasına karşı isek kadınn ve çocuklarının (peşin) infaz edilmelerine karşı çıkmamız gerekir.
Cinsel tercih infaz nedeni
Bültenin devamında: Kars'ın Kağızman ilçesine bağlı Kömürlü köyüne baskın düzenleyen bir grup gerilla, özel tim güçleri ile cinsel ilişki kuran iki kız kardeşi kurşuna dizerek cezalandırdı. Onun dışında bilgi yok. Demek bu kadınlar cinsel tercihleri yüzünden belki de "ajan" oldukları için idam edilmişler. Kürdistan'daki savaşta gözlemlenen cinayet furyasında öldürülen "ajan"ların kimler tarafından tespit edildiğini, delillerin nasıl toplandığını bilmiyorum, fakat defalarca yanılgıya düşüldüğünden şüphem yok. Özgür Gündem gazetesinde yer alan bir okur mektubu böyle bir ipucu veriyor:
12 Eylül 1993 tarihli gazetede Birecik'e bağlı Bentbahçesi köyü muhtarı İsmet Kızılkaya ile Diktepe köyü muhtarı Mehmet Can 29.08.93 tarihli gazetede "ajan" olarak gösterilmelerinden yakınıyorlar ve bürosu bombalanan avukat Faruk Pınarbaşı'nın yanında tesadüfen bulunduklarını belirtiyorlar. Bu bir muhabir hatası olabilir, fakat bu tür haberler genellikle gerilla kaynaklı olduğu için korkarım asıl yanılgı oldukça hızlı "infaz" yoluna giden gerillalara aittir.
Burada bu insanlar nasıl yargılandı, sanıklara savunma hakkı tanınmış mıdır diye sormuyorum. İnsan hakları açısından bu da önemli halbuki. Yoksa bu konuda "devrimcilerin şiddetinde keyfilik yoktur, zorunluluk var" veya "kapitalizmin geri getirilmesi çabalarına yaşam hakkı tanımama zorunluluğu" deyip "halk mahkemelerinin" hukuk anlayışı incelenmesin mi? Bunlar yeni düzenin temsilcileri deyip "hata yapmaz" demek tarafsız bir yaklaşım olur mu? Örgüt fiilen iktidar olmamış diye belki doğrudan hesap sormam, ama egemenliği altında bulunan insanların hakkını ister Kürt, ister Türk, ister Alman, Avrupalı ya da dünya vatandaşı olarak neden savunamıyacağımı "Yokohama Bildirgesi" eleştiren hiçbir yazı bana izah edemedi.
Sonuç yerine
Sonuç yerine Özgür Gündem gazetesine bir bakış daha. 12 Nisan 1994 tarihinde 11'inci sayfasında altalta iki haber var:
a) Diyarbakır'da 18 Mart gecesi gözaltına alınan 9 Nisan günü cesedi bulunan Tüm Sağlık-Sen Diyarbakır Şubesi eski Başkanı Necati Aydının eşi "kocamı devlet öldürdü" demiş.
b) 6 Nisan günü ARGK gerillaları tarafından üç köy muhtarıyla kaçırılan lğdır RP İl Başkanı Vahap Akarın cesedi Karakoyunlu ilçesi karayolunda bulunmuş.
Her iki olayda savunmasız bir insan kaçırılmış ve öldürülmüş. Birinin faili belli değil ve devlet sorumluluk kabul etmiyor. Onun için bu konu insan hakları savunucularından daha fazla ugraş ister. İkinci infaz önceden genel olarak ilan etmiş ve siyaset yasağı koyan örgüt bu infazın sorumluluğunu tereddütsüz kabul ediyor. Buna rağmen bunun adı da keyfi bir cinayettir. Bence İHD ile Türkiye'de ve özellikle olağanüstü hal bölgesinde işlenen insan hakları ihlallerini gündemine almış tüm kişi ve kuruluşların ister "faili meçhul" ister "faili belli" olsun tüm "keyfi cinayetler"in durdurulması için yoğunlaşmaları gerekir. Savaşa son çağrıları ancak bu şekilde anlamlı olur.
Hamburg, Nisan 1994