Yoksulluk ve İnsan Hakları

From B-Ob8ungen
Jump to navigation Jump to search

5. Konferans (2002)

YOKSULLUK VE İNSAN HAKLARI

NİHAİ RAPOR VE SONUÇ BİLDİRGESİ

Yoksulluk sorunu, dünya çapında yaygın, gitgide derinleşen ve yakıcı bir insanlık sorunudur. Bu sorun artık hiçkimse tarafından görmezden gelinememekte, hatta bizzat dünyada yoksulluğu çoğaltan ve vahimleştiren kapitalist sistemin iktisadî ve malî ortak aklını temsil eden uluslararası kuruluşların bile gündeminde yer almaktadır. Farklı ilgiler, kaygılar ve önceliklerle birçok kuruluş yoksulluk konusunda pratik (yardım, eğitim...) ya da akademik (araştırma, anket, konferans...) faaliyet yürütmektedir.

Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansının amacı, yoksulluk sorununu, insan hakları sorunlarıyla bağlantılı olarak ve insan hakları bakış açısından ele almaktır. Konferansta yoksulluğa ilişkin söz konusu yoğun gündemin bir tekrarı yapılmıştır. Yoksulluğa ilişkin tartışma gündeminin içeriğini, özgül olarak, insan hakları sorunsalıyla ilişkilendiren bir tartışma aranmıştır. Sorunu böyle bir odaklanmayla ele almanın, insan hakları savunucuları için olduğu kadar, konuyla değişik uzmanlık bakış açılarından uğraşanlar için de ufuk açıcı olacağı düşünülmüştür.

Konferansta yoksulluk konusu dört ana başlık altında ele alınmıştır:

Yoksulluk ve dışlama/dışlanma

Bu çalışma grubunda tartışılan konular ise; Yoksulluğun toplumsal yapıları ve yoksulluğun toplumsal ve politik konumlandırılışının, yoksulları dışlayıcı, tecrit edici bir etkisi vardır. Bu etki zaman zaman, kriminalize edici (potansiyel suçlu olarak damgalayan) boyutlara varabilmektedir. Bu, kimi insanları (geniş insan topluluklarını), “insanlık” tanımıyla kastedilenin dışına çıkartan, insanlıktan dışlayan bir anlayışın yerleşmesine yol açmaktadır. İnsan hakları etiği açısından, “insanlık” anlayışı ve onun kapsamı, ihmal edilmez bir değerdir. Yoksulluğun “yoğunlaşmış” bir insan hakları ihlali olmanın ötesinde, insan haklarına olan duyarlılığın altını kemiren bu etkisi, insan hakları mücadelesinin yerleşik gövdesine nasıl lehimlenebilir? İnsan hakları savunucuları, bu problemi değişik platformlarda nasıl, hangi araçlarla, nasıl bir dille anlatabilirler? Konuları bu çalışma grubunun tartışma alt başlıklarını oluşturmuştur.

Kolaylaştırıcı: Mithat SANCAR

Katılımcılar: Betül ALTUNTAŞ, Kadir CANGIZBAY, Muhsin BİLAL, Nilgün TOKER, Ömer TÜRKEŞ, Ömer LAÇİNER, Ruken ŞENGÜL, Suavi AYDIN, Şükrü HATUN, Şeyhmus DİKEN ve Yılmaz ENSAROĞLU

Yoksullukla mücadele yolları ve insan hakları

“Yoksullukla mücadele” kampanyalarının birçok yerleşik biçimi, insan onurunu zedeleyen ianeci, “himmet edici” anlayışlara dayanıyor – ya da en azından etkisi öyledir. Öte yandan, sınırlı da olsa yardım ve dayanışma girişimlerini “sinik” bir tutumla karşılamak da problemli olsa gerektir. İnsan hakları bakış açısından, yoksullukla mücadele ve başetme yollarını nasıl görüyoruz?

Kolaylaştırıcı: Sezai BERBER

Katılımcılar: Abdurrahman ASLAN, Abdullah KARATAY, Deniz HAYAT, Kasım KARATAŞ, Levent AYAŞLIOĞLU, Mustafa SÜTLAŞ, Necmi ERDOĞAN, Yeşim ORUÇ ve Sevil ATAUZ

İnsan haklarının bir koşulu olarak sosyal ve iktisadi haklar

Sosyal ve iktisadi haklarının, insan hakları kataloğu içerisindeki yeri nasıl tanımlanmalı?

Bir uçta, onları “ikincil” haklar olarak gören liberal bakış var. Diğer uçta, onları temel hakların olmazsa olmaz koşulu olarak gören, liberalizme eleştirel bakış. Bu “dogmatik” tartışmanın ötesinde, temel insan hakları argümantasyonu ile sosyal ve iktisadi haklar arasındaki bağ insan ahkları savunucularınca nasıl tartışılabilir, farklı platformlarda nasıl güçlü bir şekilde izah edilebilir? konuları grupta değişik yönleriyle ele alınmıştır.

Kolaylaştırıcı: Tanıl BORA

Katılımcılar: Ahmet MAKAL, Ayşe BUĞRA, Elif AKGÜL, Kuvvet LORDOĞLU, Kıvılcım TURANLI, Neşe ŞAHİN, Şükran SONER, Şinasi HAZNEDAR, Tevfik GÜNEŞ ve Yasemin ÖZDEK

Kadınlar ve yoksulluk

Dünyanın her yerinde kadınlar, yoksulluğu özel bir ağırlıkla yaşıyorlar. Ezilmişliklerini pekiştiren, “çeşitlendiren” özel sorumluluklar altında kalıyorlar. Öte yandan yoksullukla başetmeye yönelik “özel” inisyatifler geliştiriyorlar. Nitekim uluslarararası kuruluşların yoksullara yardım programları da kadınlar özellikle gözetilerek hazırlanmakta.

Bu durum, kadının insan hakları perspektifinden tartışmaya açılmalıdır, anlayışından hareket edilerek tartışmalar sürdürülmüştür.

Kolaylaştırıcı: Filiz KARDAM

Katılımcılar: Alev ÖZKAZANÇ, Aksu BORA, Fügen YILDIRIM, Güven TUNÇ, Gülfer DİKBAYIR, Mehtap GÜNEŞ, Melik Zafer YILDIZ, Müjgan HALİS, Nükhet SİRMAN, Sabih ATAÇ, Seher DEMİR, Sibel KALAYCIOĞLU, Şenay GÖKBAYRAK, İlknur YÜKSEL, Yüksel SELEK ve Zuhal ARNAZ

Yoksulluk ve Dışlama/Dışlanma

İnsanlık tarihinin hep tanıdığı bir olgu olan yoksulluk, yeni zamanlarda niceliksel ve niteliksel dönüşüme uğramıştır. Yoksulluğun niteliksel dönüşümünü belirleyen merkezi bileşen dışlamadır. Bu nedenle dışlama, çağımızda yoksulluğu anlamak, açıklamak ve yoksullukla mücadele edebilmek için başvurulacak anahtar kavram durumundadır. Bu kavram, aynı zamanda, yoksulluk ile insan hakları arasındaki bağlantıyı bütün yönleriyle kurmak, kavramak ve kavramsallaştırmak bakımından da en uygun hareket noktası olarak görünmektedir. Çünkü yoksulluk teriminin bizatihi kendisi dışlamayı içermektedir. Yoksulluk, “yok”u ve “yokluk”u ifade eder. Bu açıdan bakıldığında, geçmişte daha çok insanların belli nesne ve araçlardan yoksun olması anlamına yoksulluk, günümüzde esas olarak bizzat insan olma niteliklerden yoksunluk şeklinde tezahür etmektedir. Üstelik bu olgu doğal ve nötrmüş gibi sunulmakta ve gözlerden, zihinlerden uzak tutulmak istenmektedir. Bu itibarla, yoksulluğun günümüzde “yok-etme” ve “yok-sayma” mekanizmaları üzerinden işlediği söylenebilir.

Dışlama/dışlanma kavramının açılımını bu mekanizmalardan hareketle üç kategori halinde düşünmek mümkündür. Yoksulluğun yol açtığı dışlama formları olarak adlandırabileceğimiz bu kategoriler, “hayattan dışlama/dışlanma”, “manevi dışlama/dışlanma”, “siyasal/toplumsal ve kültürel dışlama/dışlanma” olarak sıralanabilir.

Hayattan Dışlama/Dışlanma

Yoksulluğun en doğrudan sonucu açlıktır ve açlık, bir yandan kelimenin en ilkel anlamında hayatın dışına atılmayı ifade eden ölüme yol açarken, diğer yandan hayatın çeşitli alanlarından ve anlamlarından uzaklaştırılma sonucunu doğuracak şekilde insan biyolojisinin kalıcı hasarlara uğramasına neden olur. Bu durumdan en yakıcı biçimde etkilenenler çocuklardır. Günümüzde çocuk ölümlerinin en önemli nedeni olan yoksulluk, aynı zamanda çocukların bedensel ve zihinsel kapasitelerine zarar vererek yoksulluğun süreğenleşmesine, kalıcılaşmasına ve meşrulaştırılmasına yol açmaktadır.

Yoksulluğun beden ve zihin üzerindeki bu tahrip edici etkisi, her şeyden önce bizzat insan yaşamına yönelik doğrudan bir saldırıdır. Günümüzde dünyanın birçok bölgesinde kitlesel ölümlerin nedeni olan yoksulluk, bu anlamda, insanı yaşamın dışına atmakta, yok etmektedir. Bunun yaşam hakkının ağır bir ihlali olduğu açıktır. Geleneksel insan hakları literatüründe en dar tanımıyla yaşam hakkı, insan yaşamına keyfi olarak son verilmesinin mutlak anlamda yasak olması biçiminde anlaşılır. Salt bu tanımdan hareket edildiğinde bile, genel olarak yoksulluğa, özel olarak açlığa bağlı ölümlerin, bunlar önlenebilir durumlar olduklarından, yaşam hakkının kitlesel ihlaline vücut verdikleri açıktır. İnsanlığın ürettiği ortak zenginliğin, yoksulluğu ve açlığı ortadan kaldıracağı konusunda en ufak bir şüphe bulunmadığına göre, bu olguların kapitalist ekonomik sistemin bir tercihi olduğu konusunda da tereddüt edilemez. Geçmişte yoksulluğun temel nedeni kıtlık iken, bugün yoksullaşmanın temel nedeni üretim fazlalılığıdır, başka deyişle bolluktur. Bu vakıa, yoksulluğun zenginliğin paylaşımı sorunundan öte, belirli bir insan grubunun insan olmanın dışına itilmesinden kaynaklandığını ve bu şekilde yaşandığını/yaşatıldığını gösterir.

Kapitalist dünya ekonomisi, dünya nüfusunun önemli bir kısmını yoksulluğa mahkum ederken, bir yandan da insanları tüketime kışkırtarak yoksulluğun dışlayıcı etkisini daha yakıcı hale getirecek mekanizmalar yaratmaktadır. İnsan varlığının ve üretiminin tamamen değişim değeri üzerinden tanımlanması, bizzat insan varlığını nesneleştirerek, bu dışlama mekanizmalarını derinleştirmekte ve pekiştirmektedir.

Manevi Dışlama/Dışlanma

Yoksulluk, benlik saygısını ve dolayısıyla insan onurunu tahrip eder. Bu nedenle hem insanın kendi kendini tanımlamasında hem de diğer insanların onu tanımlamasında bir değer yitimine yol açar. Yoksul insanın değersiz kılınmasının, değersizleştirilmesinin en önemli sonucu kendi kendini dışlama mekanizmalarının ortaya çıkmasıdır. Değerlerin yokluğu, hiçleştirmenin ve giderek nihilizmin kaynağıdır. Bu nihilizm temelinde egemen sistemin dışladığı alanlara yöneltilen yoksullar, ahlaksal olarak da değersizleştirilmekte ve “aşağı” türden, toplumun ortak değer dünyasında mahkum edilmiş olan işlere zorlanmakta ve “tehlikeli sınıflar”, “riskli gruplar” gibi toplumsal kategoriler içinde tanımlanmaktadırlar.

Yoksulluğun yol açtığı yoksunluklar, yoksulluğun yeniden üretilmesine yol açmaktadır. Bu yeniden üretim döngüsü aynı zamanda gayri-meşru faaliyet alanlarının ihtiyaç duyduğu insan kaynağını yaratır.

Dışlanmanın genelleşmesi, insanların dışlanmamak için başkalarını dışlamasına yol açar. Dışlanmalar arasındaki derecelenme, grupların egemen sistemin ve kesimlerin müttefiki olmasını kolaylaştırır. Böylece, dışlananlar, ya kendi kimliklerinden vazgeçerek, kendilerini başka kimliklerde tanımlamaya başlar ya da sahip oldukları kimliğin en dar ve irrasyonel unsurlarına sarılırlar.

Siyasal/Toplumsal ve Kültürel Dışlama/Dışlanma

Yoksulluğun dışlayıcı etkisi kamusal yaşamda, geniş kesimlerin politikadan uzaklaşması, hatta giderek politika karşıtı bir tutuma savrulması olarak yansır. Bunun en açık tanımı “yurttaşlık krizi”dir. Bu kriz, yoksulluk üzerinden dışlananların, yurttaşlığa içkin haklarla bağlarını tahrip eder. Yurttaşlık krizinin bir diğer sonucu, yoksulların kamusal yaşamın yanısıra, kamusal hizmetler alanının da dışında bırakılmasıdır. Bu ise, modern devletin en büyük vaadi olan fırsat eşitliğinin hükümsüz kılındığının tescilidir.

Yoksulların kamusal alanın dışına itilmesi, onların görünmez kılınması için birtakım farklı dışlama mekanizmalarının doğmasına yol açmıştır. Mekansal dışlama bu mekanizmaların en önemlilerindendir. Böylece, ya yoksullar görülmeyecek bir biçimde kentlerin dışına itiliyorlar ya da yoksul olmayanlar yoksulları görmeyecekleri yeni kentsel mekanlar yaratıyorlar. Bu durum, karşılıklı bir izolasyon sürecinin giderek daha derin ve yaygın bir biçimde yaşandığı yeni, parçalanmış yaşamlar doğurmakta ve doğrudan insan oluşun temel bileşenlerinden olan toplumsalın tahribine yol açmaktadır. Böyle olunca da, insanlar toplumsal hayatı paylaşmaktan doğan insani yükümlülüklerine yabancılaşmakta ve giderek birbirlerine karşı duyarsızlaşmaktadır.

Yoksulluğun ve yoksulların ötekileştirilme yoluyla görünmez kılınması, onların zihinlerden ve tahayyüllerden de dışlanmasına yol açıyor. Ekonomik ve siyasal dışlanmanın zihinlerdeki meşruiyetinin yaratılması ise, birtakım ideolojik ve kültürel mekanizmalarla gerçekleşiyor. Bir yandan, bu türden bir dışlamayı, yok saymayı meşru kılacak yeni kavramlar yaratılarak, gerçeklik önüne ideolojik bir perde çekiliyor, diğer yandan ise kavramların içi boşaltılarak ya da toplumsal durumları “açıklayan” yeni kavramlar yaratılarak, somut olgunun tanınması imkansız hale getiriliyor. Dışlama, yok sayma sürecinin en çarpıcı örnekleri, edebiyat ve sanatta karşımıza çıkıyor. Bugün edebi ve sanatsal ürünlerde maddi hayat dışta bırakılıyor ve yapay kimlikler üzerinden “yeni hayat”lar kurgulanıyor. Bu yeni hayatlarda ne maddi hayatın açık sorunları vardır ne de toplumsal olarak dışlanan insanlar. Böylece, edebi/sanatsal dünya, gerçekliği yok sayarak, dışlayıcı değer yargılarını pekiştiren, hatta dışlananların varlığını bile tartışılır hale getiren bir kültürel ortam yaratıyor.

Kapitalizmin geldiği aşamada üretim kültüründen tüketim kültürüne geçişle birlikte ortaya çıkan ve emeği değersizleştiren bu kültürel ortam, yoksulluğu değer-dışı, dolayısıyla insani olmayan bir yere yerleştirerek, bu olguyu tümüyle insani dünya dışında bırakıyor. Böylece yoksulluğun insanı ilgilendiren bir problem olarak tanımlanmamasını sağlayacak bir dil ve düşünme biçimi yaratılıyor.

Zihinlerden, tahayyüllerden, kavramlardan ve en önemlisi dilden dışlanmanın giderek pekiştirildiği bir dünya, bütün postmodern çokkültürlülük ve fark edebiyatına karşın ve belki de bu söylemin gerçekliği örtmesi üzerinden değerin tek tipçi bir biçimde tesis edildiği, totaliter öğeler taşıyan bir dünya olmaya gidiyor. Tek tipçi bir bakış açısı, yeni dışlama ve yok sayma mekanizmaları yaratıyor. Ayrıca dışlananların bir biçimde yok edildiği toplumsal ortam, aslında farklılıktan yoksunlaşarak tektipçi bir evren haline dönüşüyor ve böylece bizzat insani yaşamın kendisine dışlayıcı, dışarıda bırakıcı nitelik atfedilmiş oluyor.

Tüm bu dışlama mekanizmaları sonucunda yoksulluk, insanı özne olmaktan çıkarıp nesneleşmesi sonucunu doğuruyor ve yeni zamanların ideolojisi bu nesneleştirme yoluyla yoksulluğun tümüyle insani alanın dışında, neredeyse doğaya ait bir olgu olarak görülmesini sağlayacak bir körlük yaratmayı hedefliyor. Bu anlamı, yoksulluğun, insani bir durum olarak algılanmasının önlenmek istenmesidir. Bunun sonucunda; yoksullar, sanki insan olmayı hak etmeyen kişilermiş gibi sunulmaya; toplumsal alan, insan olmayı hak edenlerle yoksullar arasındaki ilişkiler ağı olarak kurulmaya ve giderek yoksulların varoluşu, insanla diğer canlılar arasındaki ilişkiye benzer bir hale sokulmaya çalışılıyor.

Yoksulluğun yol açtığı dışlamanın yanısıra, egemen sistemin tektipçi bakış açısı nedeniyle dışladığı grupların da dışlanma nedeniyle yoksullaşması söz konusudur ki, bu olgu özellikle ülkemizde yoksulluk ve dışlamanın birbirine özdeş hale gelmesine neden olmuştur. Türkiye’ye özgü zorunlu göç, yerinden etme gibi siyasal dışlama mekanizmaları, yeni yoksulların yaratılmasına yol açmış ve bu durum toplumsal yaşamın tektipçi bir değer üzerinden yeniden tesis edilmesi şeklindeki totaliter çabanın en önemli besleyicisi olmuştur.

Kapitalist üretim tarzlarındaki teknolojik gelişmeye bağlı olarak ortaya çıkan değişimin insani olanı insana karşı hale getirmesiyle pekişen bu dışlama mekanizmaları, yoksulluğun yaşamın her alanından dışlanmasına yol açmaktadır. O halde yoksulluğu, maddi kaynaklardan yoksunluğun ve ekonomik süreçlerin dışında olmanın çok ötesinde, insanlığın ortak mirasının insanlığa karşı kullanılması durumu olarak görmek gerekiyor. Yoksullukla mücadele, insana ve insani olana sarılma bilinciyle, tam da bu duruma müdahale etme iradesi olarak görülmelidir. Çünkü gelinen nokta insanı yok etmeye yönelmiştir.

İnsanlığın büyük bir bölümünün insan-dışılığa itildiği yeni zamanlar, insan hakları kavramının içinin boşaltıldığı ve dolayısıyla dünyanın büyük kısmı için insan haklarının kullanılamaz hale geldiği bir dönemdir. Bu nedenle insana ait olanı yeniden tanımlayacak, insan onurunu merkeze alarak ayrıcalıkları tasfiye edecek yeni bir insan hakları söylemi geliştirilmelidir. Günümüzde yoksulluğun yalnızca bir paylaşım sorunu olmadığı, insansal bir sorun haline geldiği her seferinde vurgulamak, bunun, zenginliğin paylaşımı sorunundan öte, yoksulların yeniden hak öznesi kılınması sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu hatırlatma içindir. O halde hakkın, yoksulluğu yok etmek amacıyla, bütünsel insan üzerinden yeni bir tanımını yapmak gerekir. İnsan haklarını dışlamayı önleyecek bir biçimde yeniden düşünmenin yolu, insan hakları kavramının dönüştürücü yönünün, eşitlik, adalet ve özgürlük taleplerini merkeze alan yönünün yeniden canlandırılmasından geçer. İnsan haklarının toplumsal yaşamı dönüştürücü yönünü canlandırmak, aynı zamanda inayet kültüründen çıkmayı, gerçek bir dayanışma kültürü yaratmayı sağlayacak yeni bir hak söylemi geliştirilmesi demektir.

Yoksullukla Mücadele Yolları ve İnsan Hakları

Yoksulluk insanlık onurunu ihlal eden bir durumdur. Neoliberal politikalar eşitsizliği pekiştirmektedir. Sosyal güvenlik, hizmet ve yardım sisteminin, yoksulluk olgusunun insanlık onurunu zedeleyen durumunu da dikkate alarak yeniden kapsamının ve tanımının gözden geçirilmesi gerekmektedir. Doğrudan gelir desteği gibi sosyal destek sistemleri bu kapsamda yer almalıdır.

Bu bağlamda ikinci kuşak adı altında tanımlanan hakların insan hakları savunusu, söylemi ve insan hakları hareketi içinde merkeze çekilmesi gerekmektedir. Uluslararası ilişkilerde de sivil siyasal haklara göreceli de olsa gösterilen duyarlılık, sosyal haklar için gösterilmemektedir. Sivil siyasi haklar için geliştirilen normlar, sosyal haklar için geliştirilmemiştir. AB bile siyasal kriterler içinde sosyal haklar konusunda sessiz kalabilmektedir.

Yoksulluğun ekonomik boyutu ele alınırken kullanılan; "ekonomik büyüme", "kalkınma", "kişi başına düşen ulusal gelir" vb. ekonomiyle ilgili kavramlar ve tanımlamalar yeniden gözden geçirilmeli, faklı bir dil ve söylem geliştirilmelidir. Bu dilin kapsamı ve sınırları içinde kalmak yoksulluğun irdelenmesi ve çözümlenmesinde kısıtlılıklara yol açmaktadır.

Yoksulluğun dışlanıp görünmezleştirilmesi yanında; medyanın yoksulluğa yaklaşımı ve yoksulluğu sergilemesi; bir yandan yoksulluğu bir gerçeklik olarak göz ardı ederken, bir yandan da onu başka amaçlı kullanmaya yönelik olmaktadır. Bu da başlı başına bir insan hakkı ihlalidir.

İnsan hakları örgütleri karşı karşıya kalınan durumda zorunlu olarak sivil siyasi hakları öncelemektedir. Grup, iktisadi, sosyal ve kültürel hakların da örgütlerin gündeminde eşit derecede yer almasını önermiştir. İktisadi, Sosyal ve Kültürel Haklar Konvansiyonu çerçevesinde savunu ve bu konvansiyonun izlenmesinin ulusal insan hakları hareketi içinde merkezi yer alması gerekmektedir.

Yoksullukla mücadele adına yürütülen çalışmalar yerel yönetimler ve yerel inisiyatiflerin etkin katılımlarıyla daha sonuç alıcı olabilecektir. Bu çalışmalar yoksullukla mücadele içinde olan kurum ve örgütler yoksulların kendi talep ve istekleri üzerine kurulu ve onların kendi girişimlerini örgütlenmelerini destekleyici, onları aktif hale getirmeye yönelik şekilde olmalıdır.

Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin uygulamasının STK'lar tarafından izlenmesi bu bağlamda özellikle önemlidir.

Zaten kendisi görünmezleşen yoksulluğun içinde ayrıca daha da görünmezleşen kır yoksulluğunun tanınması gereklidir.

Yoksulluk her şeyden önce özne olamamak halidir. Yoksullukla mücadele onları ilgiye, korunmaya muhtaç nesneler olarak tasarlayan yardım, destek, bağış sistemleriyle değil; yoksul kimsenin "eyleyici", "yapabilir" olabilmesiyle mümkündür. Yoksullar "alıcı", üzerinde egemenlik kurulabilir bir kimlik yerine "eyleyici", "yapabilir", "kendi hayatının yazarı olan" bir kimliğe sahip olabilmelidir. Yoksullukla mücadele eyleyici kılan yöntemlerle gerçekleşmelidir.

Sosyal yardım mekanizmalarının arızi, geçici ve keyfi olmaktan çıkarılması gerekmektedir. Bu çerçevede mevcut kaynaklarla da yoksulların eyleyici kılınabilmesine yönelik, asgari sistematik gelir destekleri düşünülmelidir.

Sağlıklı yaşam hakkı: Yoksulluk, sağlıklı yaşama hakkının ihlal edilmesidir. Sağlık hizmeti temel ve eşit bir hak olarak sunulmalıdır. Sağlığın ticarileşmesi küresel bir trend olarak güç kazanırken, bu eğilim sağlığı bir hak olmaktan çıkarmaktadır.

Grup, sağlıksızlıkla yoksulluk arasındaki döngüsel ilişkiye dikkat çekmiş, yoksulluğun sağlıklı yaşam hakkını ihlal ettiğini savunmuştur. Yoksulların yaşamsal acil gereksinimlerinin karşılanabilmesi açısından kısmi, parçacı, geçici önlemlerin rolü azımsanmamalıdır. Ancak, yoksullukla mücadele bir risk yönetimine indirgenemez. Yoksulluk bir dizi politikanın bahtsız sonucu olmayıp, yapısal dinamiklerin ürettiği bir gerçekliktir. Bu yüzden de yoksullukla mücadele risk yönetimi olarak değil, yoksulluğu üreten toplumsal mekanizmaların dönüşmesi perspektifinden yürütülmelidir. Sosyal hizmetler, örneğin toplum merkezleri halkevleri ve diğerleri bu perspektif üzerinden tanımlanmalı ve yürütülmelidir. Yoksulluğun yarattığı sembolik ve duygusal şiddette dikkat çekilmiş, buna insan hakları örgütlerinin, toplumun geniş kesimlerinin duyarlılık göstermesi gerektiği vurgulanmıştır.

Yoksulların istatistiksel kategoriler olarak tanımlanması onları rakamlara ve figürlere dönüştürmemelidir.

Yoksulların dahil olmadığı, etkin bir biçimde katılmadıkları mücadele yollarıyla sonuç alınamaz, model olarak önerilemez.

İnsan Haklarının Bir Koşulu Olarak Sosyal ve İktisadi Haklar

İnsan haklarının tarihsel gelişimi içinde “ikinci kuşak haklar” olarak ortaya çıkmış olan sosyal ve iktisadi haklar, güçlü yaptırım mekanizmalarıyla güvencelenmedikleri için, pratikte (birinci kuşak insan hakları olarak tanımlanan) negatif özgürlük haklarının gerisinde, ikincil konumda kalmışlardır. Kapitalist globalleşme sürecinin eşitsizlikleri ve dışlayıcı ayrımları derinleştiren işleyişi ve neoliberal ideolojinin hegemonyası, sosyal ve iktisadi hakları, ikincilleştirmenin ötesinde inkar etme noktasına gelmiştir.

Bu nedenle, öncelikle, sosyal ve iktisadi haklarının geçerliliğini ve asliliğini savunmak durumundayız. Sosyal ve iktisadi haklar, bütünsel bir insan hakları çerçevesinde, bugün hususen meşrulaştırılmaları gerekmiyor görünen negatif özgürlük haklarıyla eş ağırlıklı haklardır.

Dünyada milyonlarca insanı tehdit eden yoksulluk sorunu, sosyal ve iktisadi hakların, diğer temel insan haklarının ve kişi haklarının kullanılması için koşul niteliğinde olduğunu kanıtlamıştır ve gün be gün kanıtlamaktadır. Örnekse, dizginsiz serbest piyasa egemenliği altında “kanun önünde eşitlik” ilkesinin altı oyulmakta, hatta angarya ve kölelik gibi aşıldığı zannedilen “ilkel” hak ihlalleri hortlamakta, ; kitlesel kronik açlık tehdidi altında “yaşama hakkı” ilkesi, “öldürülmeme hakkı” ile sınırlı bir sinizme dönüşmektedir.

Sosyal ve iktisadi hakların savunusu, mülkiyet hakkı ile İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde anılan diğer temel haklar arasındaki çelişkiyi de billurlaştırmaktadır. Bu yanıyla sosyal ve iktisadi haklar, insan haklarının geliştirilmesine dönük tarihsel gelişmede ve bu hakların içeriklendirilmesine dönük ideolojik ve siyasal mücadelede önemli bir uğraktır. Sosyal ve iktisadi haklar meselesi, gerek insan haklarının kişi/özneleri esas alan yorumu ile kollektif özneleri gözeten yorumu arasındaki, gerekse insan hakları ile yurttaş hakları arasındaki gerilimleri de işaretlemektedir.

İnsan haklarının tarihsel gerçekleşme ve kurumsallaşma çerçevesini oluşturan ulus-devlet yapılarındaki aşınmanın beraberinde getirdiği sorunların tartışılmasında, çözümlenmesinde, bu gerilimler eksen çizicidir.

Ulus-devletlerin aşınması, vatandaşlık haklarının altını oymakta, bu demektir ki geniş kitlelerin topluma katılma, bir kamusal varlığa dahil olmalarını imkansızlaştırmaktadır. Yoksulluğa bağlı ekonomik zorunlu göçle ortaya çıkan, her zaman hukuken değilse bile fiilen “vatansız” statüsündeki mülteci ve kaçak işçi kitleleri, başlıbaşına, bu ağır sorunun yakıcı bir örneğidir. Dolayısıyla, vatandaşlık hak ve hukukunun, ulus-devletin ayrımcı/izole edici çerçevesini aşan içerici, evrenselci bir ruhla; sosyal ve iktisadi hakların işaret ettiği “topluma katılma/toplumsallaşma/toplumsal dayanışma” ihtiyacını odak alan bir perspektifle, evrensel düzeyde yeniden tanımlanmasına gerek olduğu kesindir.

Bu bağlamda çalışma hakkı, ücret hakkı,sosyal güvenlik hakkı,ücretli izin hakkı gibi çalışmaya dayalı hakların vatandaşlık perspektifinden çıkarılıp.evrensel özellikleri ile yeniden tanımlanmalıdır. Bu hakların sağlanması "ulus- devlet" çerçevesinden çok daha geniş bir anlama oturtulmalıdır.Ancak bu şekilde hızla hareket eden sermaye hareketleri karşısında kısmen düzenli bir işgücü piyasası olanaklarına kavuşmak mümkün olabilir. Ulus-Devlet anlayışı içinde çalışma hakkına bağlı istismarların önlenebilmesi benzer ikincil hakların eşitliği ölçüsünde sağlanacağı açıktır.

Sosyal ve iktisadi hakları talep eden siyasal mücadelelerin kaçınılmazlığı açık olmakla beraber, bütün insan hakları gibi bu hakların da talebe bağlı olmaksızın meşruiyet ve gereklilik ifade ettikleri vurgulanmalıdır. Keza sosyal ve iktisadi haklar, salt sendikal hareketin bir iştigal sahası, işçi sınıfı mücadelesine özgü bir alan olarak düşünülemez. “Sınıflar-altı” veya “deklase” olarak da terimleştirilen, açlık sınırı veya altında yaşayan ve her düzeyde toplumdan dışlanan en alt gelir gruplarını gözönüne aldığımızda, sosyal ve iktisadi hakları, talebe bağlı olarak ve işçiliği/istihdamı varsayan bir tanım aralığında düşünmenin yetersizliği açıktır.

Bu nokta, mutlak yoksulluğun, eşitsizlik ve sömürüden öte bir ivedilik boyutunun olduğu; bunun da sisteme bağlı uzun vadeli çözümlerle beraber ama onlardan da önce kısa vadeli hafifletici önlemleri zorunlu kıldığı tespitiyle beraber düşünülmelidir. Açlık sınırı ve altında yaşayan her yoksul vatandaşa aylık bir asgari geçim parası bağlanmasını, güncel ve somut bir sosyal ve iktisadi hak talebi olarak öne sürüyoruz. Sözkonusu “asgari gelir”in malî yükü, Türkiye bütçesinin ağır kriz koşullarında dahi karşılayabileceği bir ölçektedir. Bu yardımın kurumsal, kamusal ve sürekli bir yardım olması, insanların hayatta kalmasını sağlamak yanında, sosyal yardım ilişkisinin, iyilikseverlik ve hayır faaliyetlerinin, yani ahlakın alanından haklar alanına taşınması bakımından da hayati önemdedir. Zira sosyal yardımın ahlaki alanda mahsur kalması, hem yardımı muhtaçlar açısından tesadüfi, öngörülemez, yardım verenler açısından ise keyfi kılmakta; hem de yardımın sadaka biçiminde verilmesi, yardım alanların benlik saygısını ve insan onurunu zedelemekte, onların “insanlıktan dışlanmış” konumunu yeniden üretmektedir. Keza ataerkil egemenlik ilişkileri de bu “sadaka hukuku” çerçevesinde yeniden üretilmektedir. Asgari sosyal yardımın bir hak kategorisi ve kamusal bir güvence halini alması, sosyal yardımın, gönüllü kuruluşlara veya “sivil topluma” ihale edilemeyecek kamusal bir sorumluluk konusu olduğunun benimsenmesi bakımından da önemlidir.

Sosyal ve iktisadî hakların “verilme” ve kullanılma biçimlerinde hayatî önemde bir boyut, bunların, paternalist ilişkilerin egemenliğinden kurtarılmasıdır.

Sosyal ve iktisadi haklar başlığı altında yer alan hak kategorilerinin özgül nitelikleriyle belirtilmesine ve hatırlatılmasına da, hem genelde hem yoksulluk bağlamında, ihtiyaç vardır. Özellikle ilerleyen özelleştirmeyle yoksulların elinden alınmakta olan ve mevcut yapılanmasıyla yoksulluğu yeniden üretmekte olan eğitim hakkını, bir temel hak olarak vurgulamak gerekmektedir. Yoksulluğun en ağır veçhelerinden biri olarak çocuk yoksulluğunun, çocuk ticareti, çocuk köleliği, çocuk fuhuşu, sokak çocukları, çocuk askerler gibi en utanç verici istismarcı sonuçlarının, çocukların yaşam hakkını sistemli olarak tehdit ettiği ortadadır. Bu ölümcül istismarın, eğitim hakkının fiilen geçersizleşmesi ve çocukların okuyamaması ile doğrudan ilişkisi vardır. Eğitim hakkı talebiyle birlikte, eğitimin içeriğinin, insan hakları bilincini geliştirecek biçimde düzenlenmesi talebi de öne sürülmelidir.

Çocuklar konusunda, insan hakları bağlamında çocukları “korunmaya muhtaç” kategorisinden hak sahibi özne kategorisine taşımayı tartışan yaklaşımlara da dikkat çekilmiştir.

Sosyal ve iktisadi hakların savunusu sendikalara terkedilemez, ancak sendikaların bu hakların savunulmasında ağırlıklı bir işlevi vardır. Bunun için, yerleşik sendikal bakış açısı genişletilmeli, sendikalar istihdam-dışı yoksulları da gözeten bir örgütlenmeyi düşünebilmeli, bunun yanında sadece kendi üye tabanlarında değil, kendi özgül alanlarıyla ilgili olarak bütün topluma yönelik sosyal hak bilincini yükseltici çalışmalara yönelmelidirler.

Bununla da ilgili olarak, sendikalar ile insan hakları hareketi arasında özellikle eğitim çalışmalarına dönük daha verimli bir işbirliğinin aranması gerektiği belirtilmiştir.

Kadınlar ve Yoksulluk

‘Kadınlar ve Yoksulluk Çalışma Grubu’, kadın yoksulluğunu, kadının içinde yaşadığı iktisadi, sosyal ve kültürel örüntüler ve toplumsal cinsiyet ilişkileri temelinde ele almış ve aşağıdaki temel noktalar üzerinde durmuştur.

Yoksulluğun ve varolan hiyerarşilerin derinleşmesi açısından küreselleşme önemli değişikliklere yol açan bir süreçtir. Küreselleşme ve neo-liberal politikalar toplumlarda mevcut her türlü eşitsizliği derinleştirmekte ve keskinleştirmektedir.

Neo-liberal politikaların yol açtığı yapısal değişiklikler çerçevesinde bölüşüm mekanizmaları değişmekte, sosyal devlet politikalarından vazgeçilmesi, özelleştirilen temel hizmetler ve üretim süreçleri sonucunda geniş bir işçi kitlesi istihdam dışına düşmekte, gelir dağılımı adaletsizliği artmakta, toplumun gitgide daha geniş kesimlerini içeren bir yoksullaşma yaşanmaktadır.

Devletin geri çekilme sürecinde toplumla devlet arasındaki, yazılı olan ya da olmayan mutabakat ve uyumların bozulması, “himayeci”, “baba devlet” anlayışı egemenliğinin kırılmaya başlaması, diğer toplumsal kurumlarda da var olan ataerkil iktidar mekanizmalarının değişmesine yol açmaktadır. Bu değişim, bir taraftan hane içindeki iktidar ilişkilerini etkilerken, bir taraftan da hanelerin yoksulluk sınırı altına düşmeden ayakta kalabilmelerinin önemli bir boyutu olan karşılıklı destek ve yardımlaşma örüntülerinde dağılma ve yıpranmalara yol açmaktadır.

Hanenin geçimini sağlayan ve karar verici konumda olan hane reisi erkeğin işsiz kalması ve kendisinden beklenen toplumsal rolü yerine getirememesi, erkeğin iktidarını sarsarken, bu durum hanedeki tüm bireyler açısından da koruma mekanizmalarının dışına düşmek ve dışlanmak anlamına gelmektedir. Yeni, farklı ve güçlü sosyal koruma mekanizmalarının yaratılmadığı koşullarda ataerkil değişimin kadın ve çocuklar açısından güçlenme ve özgürleşme anlamına gelmesi zordur; kadın, önemli sınırlılıklar ve engeller ile kuşatılmıştır. Hatta, aile içinde iktidar ilişkisindeki konumu sarsılan erkek daha da baskıcı olmaya ve şiddete yönelebilmektedir.

Öte yanda, küreselleşme ve onun getirdiği değişiklikler tüm dünyada ülkelerin kendine özgü sosyal ve ekonomik koşulları ve dünya iktisadi düzeninde onlara verilen roller çerçevesinde farklılıklar göstermekte, bunun yanı sıra militarizm, göç, etnik ve dinsel çatışmalar, yaşanılan sorunların daha da derinleşmesine yol açmaktadır.

Grubumuzda, ülkemizde derinleşen yoksulluğun nedenleri arasında temelde, iş ve istihdam olanaklarının azalması; reel ücretlerde düşme ve yedek işgücünün artması; daha çok hizmetler alanında gelişme gösteren enformel sektörün ekonomik yapımızdaki belirleyiciliği; sağlık, eğitim ve sosyal hizmetlere yapılan yatırımların azalması; tüketim ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin artması ile daha belirginleşen sınıfsal kutuplaşma; konut sahibi olma olanaklarının giderek yitirilmesi gibi konular üzerinde durulmuştur. Bölgesel ve etnik farklılıklar, afetler ve savaş koşullarının da yoksulluğun derinleşmesine neden olduğu vurgusu yapılmıştır. Son yıllarda, ülkemizde, Güneydoğu bölgesinde, yoksulluk ve savaşın birleştiği koşullarda artan kadın intiharları bu durumun kadınlar üzerindeki dramatik etkisinin bir sonucu olarak ele alınmıştır.

Yoksulluğu derinleştiren iktisadi ve sosyal gelişmelerin kadınlar açısından ne anlama geldiği üzerinde duran grubumuz, kadınların yoksul ve yoksun olma durumlarını aşağıdaki noktalardan hareketle değerlendirmiştir:

Gelirden, iş olanaklarından yoksun olmak, istihdamda yer alındığı koşullarda daha çok güvencesiz olarak, düşük statülü ve düşük ücretli, esas olarak da enformel sektörde çalışmak ya da tarımda ücretsiz aile işçiliği, en temel gereksinimlerden özellikle temiz sudan, barınmadan, sağlık hizmetlerinden dışlanma. (Kadın yoksulluğunun sağlıkta patlaması, grubumuzda özellikle vurgulanan bir nokta olmuştur.)

Çok az sayıda kadının üzerine kayıtlı mülk olması durumu, eğitimsizlik, düşük bilgi, beceri düzeyi, aile-içi karşılıksız emek; çocuk, yaşlı, hasta bakımından sorumlu olma, karar alma mekanizmalarından dışlanma, savaş, afet, kriz durumlarında yaşanan zor koşullardan daha çok etkilenmeye açık olma, kültürel, sosyal yaşamdan yoksunluk, şiddet, cinsel istismara açıklık, korumasızlık, yaşam hakkının tehdit altında olmasına varan durumlar, özgüvenin olmaması, emeğini ve gelirini önemsememe, sistem dışı işlerde çalışmanın yol açtığı, belli bir sınıfa aidiyetten ve örgütlülükten yoksunluk, geleceğe yönelik belirsizlik, kendi yaşamını ilgilendiren planların başkalarınca yapılır olması, ruhsal yoksulluk. Bu durumda kadın, düşük ücrete, güvencesizliğe, aile- içi ya da toplumsal şiddete ve tacize, seks işçiliği sonucu damgalanmaya razı olmakta ve toplumsal ağların dışına düşmektedir. Kadın, kimliğinin hiçbir unsurunu yerine getiremeyeceği duygusuyla, geleceğe (ve çocuklarına) hiçbir yatırım yapamama gerçeğiyle yüz yüze geldiğinde, muazzam bir ruhsal, bedensel, kimliksel bedel ödemekte, yaşamdan vazgeçme, hatta intihar noktasına varabilmektedir.

Grubumuz, yoksullara destek olmak amacıyla ortaya çıkan çeşitli programları da ele almış, bunları genel perspektifleri, çözüm önerileri ve kadına yaklaşımları açısından değerlendirerek bazı saptamalarda bulunmuştur:

Destek programlarında, kısa dönemli pratik çözümler hedeflenmekte, bunlar da genellikle yardımseverliğe dayalı ya da 'pansumancı' olarak nitelendirilebilecek stratejilerin kullanılmasına yol açmaktadır.

Bu yardımlar himayeci, ataerkil devlet ve cemaat örgütlenmeleriyle sürdürülmektedir. Ayrıca, küreselleşme sonucu yeni yeni ortaya çıkan ve devletin vazgeçtiği görevleri tam da ne olduğunu anlamadan üstelenen STK’lar aracılığıyla yürütülmeye çalışılmaktadır. Devlet ya da yerel yönetimlerden gelen yardımlar genellikle onur kırıcı, keyfi ve yetersiz olmaktadır. Cemaat örgütleri geleneksel kimlik hiyerarşilerini koruyarak kendi belirledikleri kısıtlı alanlarda faaliyet göstermektedir.Kadının ekonomik ve sosyal alanda güçlenmesini sağlamak üzere oluşturulan gönüllü projelerin ise sürdürülebilirlik, demokratik katılım ve denetim mekanizmaları açısından çeşitli sorunları vardır.

En önemli nokta, bu yardımların bireyin maruz kaldığı çeşitli iktidarların sorgulanmasını hak sayan insan hakları perspektifinden değil, insanları üretim ve yeniden üretim fonksiyonlarına indirgeyen gelişmeci bir bakış açısından ele alınmış olmasıdır. Bu bakış açısı;

-Kadını başta hane ve aile olmak üzere içinde bulunduğu topluluk için ifa ettiği işleve göre tanımlamakta, onun birey olarak insan haklarını göz ardı etmektedir.

-Yoksulluğun iktidarla olan ilişkisini kurmamakta, iktidar ilişkilerinin, kadın, erkek, genç, çocuk tüm bireylerin insan haklarının yaşama geçmesini engellediğini gündeme getirmemektedir.

Bu çerçeve içinde ele alınan yardımlar, yoksulu güçlendirici, dönüşümü hedefleyen stratejik perspektiften yoksundurlar. Çünkü;

Bu sürecin ana aktörü kadın olmakta, kadın da hanenin refahından sorumlu bir araç olarak görülmektedir.

Bu yoksulluğu görünür kılan tek araç olan medya da, kamyon arkalarında itişen, birbirlerini ezen kadın ve çocukları teşhir etmekte, yoksulun toplum tarafından bir kez daha dışlanmasına yol açmaktadır.

Bütün bu saptamalardan yola çıkan 'Kadın ve Yoksulluk' grubu, yoksulluğa karşı mücadele biçimlerinin de en başta toplumsal cinsiyet ilişkilerini göz önünde bulundurması gerektiğini vurgulamıştır. Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin de iktidar ilişkilerini düzenleyen, toplumsal kimlikleri tanımlayan bir kavram olduğunu bir kez daha belirtelim. İkinci olarak, yoksulluğu önlemeye yönelik müdahalelerin, insan haklarının taşıyıcısının birey olduğu ilkesinden yola çıkarak, bir sosyal hak olarak ve bir kamu hizmeti biçiminde yerine getirilmesi gerekmektedir. Kadınların bu hakları kullanmasının önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelik mekanizmaların da geliştirilmesi sağlanmalıdır. Bu mekanizmalar farklı gereksinimlere duyarlı, insan onuruna saygılı, güçlendirici, dönüştürücü, kadınların özerk bireyler olarak toplumsal yaşama katılımlarını sağlayıcı olmalıdır.

Kamunun mevcut sosyal güvenlik aygıtının bu destekleri verebilecek yapısal değişiklikleri ve politikaları yaşama geçirebilmesi kadınların kendi talepleri etrafında kurdukları ve yönettikleri örgütlerle gerçekleştirilebilir.

Yoksulluğu önlemek için genel olarak sağlık, eğitim, istihdam ve sosyal hizmetler alanında genel olarak yapılabilecekler konusundaki önerilerin diğer çalışma gruplarının raporlarında gündeme getirileceği varsayımından hareketle, grubumuzca acil olarak iyileştirilmesi gerekli görülen bazı alanlar şöyle belirlenmiştir:

Yeşil kart kapsamının genişletilmesi, kadına yönelik istihdam garantili meslek eğitimi programlarının geliştirilmesi, var olan Toplum Merkezleri’nin kadını güçlendirici eğitimlerinin çeşitlendirilmesi; kreş ve gündüz bakımevi faaliyetlerinin geliştirilmesi.

Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’ndan yapılan yardımların dağıtılma mekanizmalarının iyileştirilmesi; bu fonun kaynaklarının artırılması;dağıtımların bölgesel, yerel eşitsizliklere duyarlı kılınması,

Tarımda bağımsız çalışanlarla ilgili sosyal sigorta yasasında erkek ve kadın açısından yaş ve aile reisliğine bağlı olarak ortaya çıkan eşitsizliğin (sigortalılık koşulu olarak erkeğin 18, kadının ise 22 yaşında ve aile reisi olma gerekliliğinin) giderilmesi; 18 yaşını doldurmuş tüm erkek ve kadınların zorunlu sigorta kapsamına dahil edilmesi,

Kadına yönelik şiddetin önlenmesi, şiddet mağdurlarına yönelik sığınma evlerinin devletin ayıracağı mali kaynakla kadın kuruluşlarının denetiminde yaygınlaştırılması ve bu konuda gerekli yasal düzenlemelerin yapılması,

Grubumuzda bu acil önlemlerin dışında daha uzun dönemde gerçekleştirilebilecek, sürdürülebilir ve dönüştürücü stratejiler olarak aşağıdaki konular üzerinde durulmuştur:

Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun mali ve insan kaynağı açısından güçlendirilmesi; yapısının demokratikleştirilmesi, Toplum Merkezleri’nin kadınları güçlendirici tüm faaliyetlerinin çeşitlendirilerek, özellikle risk bölgelerinde uç birimlere kadar yaygınlaştırılması, yerel yönetimlerle sivil toplum kuruluşlarının Toplum Merkezleri’nde doğal ortak olarak görülmesi, çalışan çalışmayan farkı gözetilmeksizin tüm nüfusun yurttaş olarak sosyal güvence kapsamına alınması, istatistik veri üreten yoksulluk araştırmalarında toplumsal cinsiyet boyutunun öne çıkmasının sağlanması.