Helmut Helmut Oberdiek * 18.9.1947 — † 27.4.2016
dictionary  HH'de oturan, HF'lu olan HO'nun kütüphanesi
Kitabım Wikim Sergim Arşivim Eklerim
01 02 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14

ONİKİYE BEŞ KALA

Alt bölümler:
Demirel'in darbe denemesi
Darbenin ayak sesleri

Mayıs 1980'de beşinci kez Türkiye'ye "izine" gidiyordum. Ancak bu kez farklı bir gezi olacaktı. Bir araba ile beraber gittiğim iki Alman öğretmen Türkiye'deki siyasi gelişmeleri merak ediyorlardı. Sürekli onlara rehberlik etmiyecektim, ama şüphesiz onlarla da bazı olayları tartışacaktık. Ayrıca eskiden olduğu gibi göçmen işçi arkadaşlarım henüz yıllık izinlerini Türkiye'de geçirmek üzere gelmemişlerdi. Bu nedenle, bu seferki gezim salt onlara uğrayarak geçmiyecekti. Turistik olmayan bir gezi beni bekliyordu. Kısa bir süre önce, Şubat 1980'de, sıkıyönetim 20 ili kapsıyacak şekilde genişletilmişti.
1971 yılında ikinci gezim sırasında sıkıyönetim vardı, ancak ben bir şey olmamış gibi gezmiştim. Örneğin Uşak ile İzmir arasında "otostop" yaparken bir polis arabasına bile binmiştim. Dört kişi olan ekip yanımda durduğu zaman önce kontrol var diye tereddüt etmiştim, ama bindikten sonra polis memurlarının Almanya'ya gitme olanaklarını öğrenmekten başka dertleri olmadığını anlayınca rahatlamıştım. İzmir'den ayrıldığımda gece karanlığında askerler yolu kesmişlerdi. "Yeni Asır" gazetesinin dağıtımı için kullanılan minibüste benden başka yolcular da vardı. "Kimlik" denildiği zaman öğrenci pasomu gösterdim. Yabancıya "pasaport" nasıl denildiğini bilmeyen polis, avcunun içini göstererek bir kağıt parçası gösterir gibi yaptı. Ben "pasaport mu istiyorsunuz?" deyince kontroldan da vazgeçti. Benden sadece Türkiye'nin nasıl olduğunu, tatilimden memnun kalıp kalmadığımı sordu.
Bu biçimde sıkıyönetimin ne demek olduğunu fark etmem zor olurdu tabii. Daha sonraki yıllarda, biraz gelişmiş Türkçemle bazı olayları daha net görebiliyordum, ama Türkiye'nin dışında olduğum zaman olayları aynı yakınlıkta izlemem elbette mümkün değildi. 1975 yılında üç öğrenci arkadaşımla birlikte yaptığım dört haftalık tatilde, bana bazı arkadaşlarla yaptığımız siyasi tartışmalarda salt tercümanlık görevi düşüyordu. O dönemde dördüncü enternasyonale yakınlık duyan arkadaşlarım, öğretmenlikten atılmış bir kişi ile kooperatif fikrini tartışmaya çalışıyorlardı. Bu tartışmada benim asıl merak konum ise bu kişinin nasıl geçindiği sorusunda düğümleniyordu. Bir başka yerde eski bir öğrenci lideri ile Stalin mi, yoksa Troçki mi hain diye tartışırlarken, onun evinde dolaşan fareler arkadaşlarımın dikkatini bile çekmedi.
Siyasi olayları en yakından izleyebildiğim tatili 1977 yılında yapmıştım. O yıl tatili Herford'dan Mayk arkadaş ile birlikte yapıyorduk. 1 Mayıs katliamından hemen sonraki günlerde gelmiştik ve İstanbul'da Halkın Yolu taraftarı olan öğrencilerle olay hakkında oldukça uzun tartışmalara girdik. Haziran ayının başında gene İstanbul'da idik ve Ecevit, Mustafa Timisi ile yer değiştirerek 3 Haziran tarihinde Taksim alanında son seçim konuşmasını yapacaktı. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel bilinen uyarısını yaparak muhalefet lideri Bülent Ecevit'e o gün bir otel penceresinden uzun namlulu bir silahla suikast düzenleneceğini söylemişti.
Mayk ile ben genç yaşın verdiği cesaretle mutlaka oraya gitmeyi kararlaştırdık, çünkü coşkulu bir kalabalıkta o zamana kadar hiç bulunmamıştık. Taksim alanına geldiğimizde her tarafın dolduğunu gördük. Sular İdare Binasından 1 Mayıs'ta ateş edildiğini bildiğimiz halde en iyi oradan görülür diye oraya çıktık. Daha doğrusu 2 metre boyunda olan Mayk binanın çıkıntılı bir yerine çıkmama yardımcı oldu. Ben de fotograf makinamızı alarak bir saat geç gelen Ecevit'in otobüsün üstünde alana girişini görüntülemeye kalktım. Ancak objektifte koruyucuların bana doğrultulmuş silahlarını görünce korktum ve birden vazgeçtim. Her halde onlar fotograf makinamı silah sanmışlardı.
Mayıs 1980'de sıkıyönetim henüz tüm illerde ilan edilmemişti, ama hava her yerde gergin idi. İstanbul'da bir akşam araba ile tek olarak Küçükyalı'dan Sarıyer'e giderken otoyola girmeden askerler tarafından durduruldum. Kontrol eden asker turist olduğumu hemen anlaması gerekirdi, çünkü dış görünüşümden başka Türkiye'de hiç kullanılmayan Renault 4, yani Almanya'da fakir öğrencilerin arabasını kullanıyordum. Ehliyetimi görmek isteyebilirdi, arabanın sigortası var mı diye kontrol edebilirdi. Ancak adamın böyle bir niyeti yoktu. Arabanın arka koltuğunda gümrüksüz aldığımız Marlboro kutusunu görmüştü. Ondan tek bir sigara değil, iki paketi birden istiyordu. Devletin verdiği yetkisine güvenerek beş parmağını gözünün önüne getirerek beni doğrudan hapse atmakla tehdit ediyordu. Fakat benim yüzsüz bir adama haraç verme niyetim yoktu. Kurtuluşu Türkçe bilmemekte buldum.
Askerin söylediği her şey anlıyabiliyordum ve isteseydim ona Türkçe yanıt verebilirdim. Ancak o zaman benden iyice şüphelenirdi, çünkü telaffuzumun hala biraz bozuk olmasına karşın konuşmamdan benim turist numarasına yatan bir Türk, ya da kim bilir belki bir "terörist" olduğumu zannedebilirdi. Adamın söylediğine yanıt veriyordum, ama Almanca olarak. "Bana iki paket vereceksin!" "Ich denke gar nicht daran." "Vermezsen, vallahi hapise atarım seni!" "Das werden wir ja sehen." Konuşma uzadıkça arkamda kuyruk da uzadı. Amiri uzaktan "ne oluyor?" diye bağırınca asker "turistten sigara alacaktım, vermiyor" diye karşılık verince amirden gelen "boşver, gitsin" buyruğu ile kurtuldum.
İstanbul'da kaldığım süre içerisinde bir kaç kez Demokrat gazetesine uğradım. Dış haberlerde çalışanlar benimle epey ilgilendiler. Onlar benden Avrupa'dan bilgi almaya çalışırken ben onlardan Türkiye hakkında bilgi elde etmeye çalışıyordum. Sanırım ben onlardan daha başarılı çıktım. Arkadaşların verdikleri bilgiler nedeniyle değil, özellikle günlük yaşamda elde ettiklerimden ötürü Türkiye'nin bana bu kez çok farklı geldiğini söylemeliyim.
Eskiden Alman olduğumu öğrenen herkes beni sorgusuz sualsız davet ederdi, en azından bir çay içmek için beni bir kahveye götürürdü. Bu kez baktım ki benimle konuşmak isteyen olmadığı gibi birbirini çok iyi tanımayan iki kişi dahi birbiriyle pek sohbet etmiyordu. Olumsuz bir değişiklik olarak yorumladığım bu durumdan ötürü ben de oldukça dikkatli davranmaya çalıştım. Akşam eve giderken yanımda Cumhuriyet, Aydınlık ya da Demokrat gazetesi olduğunda bunları iyice saklamaya çalışıyordum. Her an için karşıma bir çete çıkıp, kimlik için çantamı ararlarsa acaba nasıl yanıt vereceğim diye kara kara düşünüyordum, çünkü bu şekilde bir çok solcunun öldürüldüğünü okumuştum ve duymuştum.
Böyle bir anda Alman olmak beni kurtarmazdı. Gazete okuyabildiğime göre Türkçe konuşmak zorunda kalırdım ve karşı görüşlü kişilerle karşılaştığımda en azından bir ton dayak yerdim. İstanbul dışında durum belki o kadar gergin değildi, ama oralarda da gezmem kolay olmuyordu. İlk Türk arkadaşım Hulusi'nin kardeşleri iyice ülkücü olmuşlardı, hatta bütün Karakuyu köyü genelinde aşırı sağ güçleri destekliyordu. Konukseverliğini ilk kez gördüğüm köy sanki tamamen değişmişti.
Onun için bu kez köyde uzun kalmadım. Köy kahvesinde siyaset pek konuşulmazdı. Kahveyi işleten Şenol arkadaşı Tübingen'de çalıştığı dönemden tanıyordum. Ecevit'e oy verdiği için köyde hemen hemen tek solcu olarak biliniyordu (öğretmen olan Adnan Beyden başka). Darbeye dört ay kala herkesin mutlaka sağı ya da solu tutmak zorunda olduğuna dair en güzel örneği Şenol'un 8 yaşındaki oğlunda gördüm. Kahveye uğrayan herkesi "sağcı mısın, solcu musun?" diye karşılıyordu. Yanıtı beklemeden hemen "çak sol elini" diyordu ve böylece gelenleri solcu yapmış oluyordu. Kendisi asla sağ eli ile tokalaşmazdı ve birini solcu yaptığı zaman bunu büyük zafer olarak kutluyordu.
Tarafsız kalmak artık mümkün değildi. Salt sağcı ya da solcu olmak bile yetmiyordu, öğrenciler mutlaka örgüt seçmek zorunda idiler. Her yerde siyasetin ağır basması halkın çok yüksek bilinç düzeyinden kaynaklanmıyordu, taraf tutmak futbol takımı tutmak gibi bir şeye dönüşmüştü. Futbolda olduğu gibi sık sık taraftarlar arasında kavgalar da çıkıyordu. Yabancı olarak benim üzerinde baskı belki bu denli yoğun değildi, ancak bir çok konuda benden tavır almamı bekleyenler de az değildi.
Hulusi'nin amcasının oğlu Kemal ile eskiden çok gezdiğim için beni arkadaş sayıyordu ve kendisi gibi benim de ülkücü görüşleri benimsememi tatlı sert bir biçimde istiyordu. İstanbul'da Halkın Yolu taraftarları olan Antep'li arkadaşlar TKP'lilere sosyalfaşist dememi bekliyorlardı, DİSK'in çok kötü bir kuruluş olduğuna dair beni ikna etmeye çalışıyorlardı. Benim bu konularda karar vermem gerçekten gerekiyor muydu? Sorunları çok ayrıntılı olarak bilmiyordum, bu bir, ikincisi Türkiye'de sürdürülen mücadelede bir yabancı olarak taraf tutmam kime ne fayda sağlardı?
Ama değişik konularda benden görüş beklendiği için istesem de istemesem de eldeki verileri analiz etmek, bir görüş bildirmek zorunda idim. Faşizm tırmanıyor muydu, yoksa devleti ele geçirmiş olup, yukarıdan aşağı baskı rejimini mi uyguluyordu? Bu alanda ilginç yeni teoriler de vardı. Klasik anlamda faşizm, emperyalizm aşamasında, son çağını yaşayan kapitalizmin derin bir krizi anında, yoksul halk kesimleri arasında yayılarak, yükselen devrimci potansiyele karşı sermayenin son kozu olarak geniş şiddet eylemleri temelinde bir kitle hareketi şeklinde aşağıdan yukarıya iktidara gelir. Felsefesiyle Hitler'e çok benzeyen Alpaslan Türkeş'in bu şekilde Türkiye'de iktidara gelme şansı yoktu.
Son seçimlerde daha çok oy kazanmış olmasına rağmen 16 milletvekili ile mecliste dördüncü sırada geliyordu. Darbe ile iktidara gelme şansı belki vardı, ama seçimlerle asla. Ancak MC koalisyon hükümetlerinde Alpaslan Türkeş'e ve başbuğu olduğu MHP'ye, aldıkları oyların üstünde bir etkinlik verilmişti. Verilen bakanlıklar sayesinde bir iki istisna dışında tüm eğitim enstitüleri ülkücülerin elinde idi. Oradan yetişecek öğretmenlerin etkisiyle gelecek nesil daha kolay ırkçı düşünceleri benimseyebilirdi. Sözü edilen yeni teorilere göre MHP o zamana kadar beklemiyecekti. Eline geçirdiği kurumlar vasıtasıyla, hükümet ve ordu üzerinde mevcut etkinliği ile faşistler zaten ülkenin yönetimini ellerine geçirmişti ve yeni teoriye göre böylece faşizm yukarıdan aşağı doğru gerçekleştiriliyordu.
Hitler faşizmini yaşamadım, ama doğal olarak, insanlara getirdiği felaketlerden ötürü karşı idim. Okulların, üniversitelerin, hatta mahallelerin savunmasız olarak aşırı sağa teslim edilmesinden yana değildim. Ülkücülerin uyuguladığı şiddete karşı durmak gerekiyordu. Ancak buna karşı geliştirilen stratejilerin ne kadarı savunmaya yönelikti, hangi eylemler provokasyon niteliğinde olup diktatörlüğe davetiye çıkarmak anlamına geliyordu, buna pek karar veremiyordum. Temelde şiddete karşı olduğum için misilleme hareketlerini anlamakta güçlük çekiyordum.
Şiddet eylemlerinin elbette bir çok nedenleri vardı. İlan edilmemiş bir iç savaş yaşanıyordu. Düşmanı geri püskürtmek için misilleme gibi hareketler kaçınılmaz diyenler olabiliyordu. Ama bence bu tür eylemler orduyu darbeye çağırıyordu. Yaygınlaşan iç savaşa karşı ordu seyirci kalmıyacaktı ve yapılacak darbe daha geniş özgürlükler getirmiyecek, daha çok baskı uyguluyacaktı. Ülkücüler ve MHP sürekli orduya bu tür çağrılar yapmıyor muydu? Tüm sol birleşseydi belki faşistlerden üstün çıkabilirlerdi, ancak yarım milyonluk bir orduya karşı savaşamazlardı her halde.
Olayın bu yönü açık seçik ortada iken bir çok arkadaşın beklentilerine o zamanda da pek akıl erdiremedim. En militan gençler, çok yakında devrim olup Sosyalist Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulacağını ciddi ciddi düşünüyorlardı. Savaş aleyhtarı olduğum için şiddet konusunda Türkiye'de bir iç savaş ortamında yaşayan bir çok arkadaşımdan elbette ayrı görüşlere sahiptim. Teorik olarak sermaye sınıfı, iktidarı gönüllü olarak bırakmıyacağına göre sosyalizm barışçıl yöntemlerle iktidara gelmesi düşünülemezdi. Bu tespite, 1973 yılında Şili örneğinden hareketle "evet" diyebiliyordum. Fakat somutta arkadaşların mantığına katılmıyordum. Taner arkadaş "Türkiye, devrime gebe olduğu için doğum sancılarını çekiyor" derdi. Ben de ona "hiç de gebe gibi bir hali yok" diye yanıt veriyordum. Çok haklı olmak istemezdim, ama daha sonra Türkiye'nin başka şeylere gebe olduğunu görecektik.
Türk Silahlı Kuvvetleri uyarı mektuplarını çoktan vermişti, ama bunca zaman içinde herhangi bir hareket olmadığı için darbe olasılığını ciddiye alan yok gibi idi. Darbenin mutlaka yapılacağını herkes söylüyordu. Fakat günlük olayların içinde sıkışmış kişi ve örgütler uzun vadeli tahminler yürütemez ve sağlıklı stratejiler üretemez duruma gelmişlerdi. Ben olayları uzaktan takip ediyordum. Tariş ve Gültepe direnişleri zorla bastırılmıştı. Ama bu militan bir işçi sınıfın varlığını gösteriyordu. Türk-İş'e karşı DİSK günden güne güç kazanıyordu. Bir çok yerde olumlu gelişmeler de vardı.
Demokrat ve Cumhuriyet gazetelerinde Fatsa Şenliği ile ilgili haberleri okumuştum. Bağımsız aday Fikri Sönmez belediye başkanı olduktan sonra bir çok iş halkın geniş desteği ile gerçekleştiriliyordu. Sağ basının "kurtarılmış" bölge olarak bahsettiği 20,000 nüfuslu Karadeniz kasabası gerçekten ilgi çekici idi ve Giresun'da bir arkadaşın ziyaretine giderken Fatsa'ya uğramaya karar verdim. Yolculuk otobüsle daha ucuz olduğu için öğretmen arkadaşım Elfie ile birlikte, arabamızı İstanbul'da bırakarak İstanbul'dan Ankara'ya, ertesi gece de Ankara'dan Fatsa'ya gitmeye karar verdik.
O dönemde Ankara'da hemen hemen hiç kimseyi tanımıyordum. Bir işçi arkadaşımın sigorta meselesi dışında Ankara'da yapacağım hiç bir şey yoktu. 1978 yılında Duisburg kentinde karşılaştığım Uğur Mumcu'yu Cumhuriyet gazetesinde görmeye gittik. Beni hatırlıyacağını pek ihtimal vermiyordum, çünkü yüzlerce kişi arasında benimle belki 5 dakika kadar konuşmuştu. Biz geldiğimizde işi de çoktu. Sağ ve sol terör hakkında yazdığı yazılarından ötürü yaşamı tehlikede idi üstelik. Uğur Bey beni derhal hatırladığı gibi bunca işinin arasında bizimle görüşmeyi de hemen kabul etti.
O gün anlattığı bir serüveni hala unutmuş değilim. Öldürme olasılığına karşın Uğur Bey koruma polisi istememişti. Bir sabah tek başına arabasında işe giderken birden başka bir arabanın çok hızlı yaklaşmasından endişeye kapılmış, ancak sıkışık trafik yüzünden kaçamamış. Saldırıya uğrarsa elinde tek bir tabanca ile kendine zor savunurdu. Öteki arabadan hemen bir kişi fırlamış, Uğur Beyin arabasında açık kalan camdan elini uzatıp bir gün önce yazdığı yazıdan ötürü kendisini tebrik etmiş. Uğur Mumcu da bu arada tebrik edilmek için bir süre soğuk ter dökmüştü.
Uğur Beye Elfie ile beraber Fatsa'ya gideceğimizi söyleyince garip bir gülümseme ile "öyle mi?" demekle yetindi. İfadesinden "orası başka bir şey"i sezinlemek mümkündü. Günün geri kalan zamanında bir kaç turistik yer gezdikten sonra akşam üzere Ankara otobüs terminaline gittik. Bugüne kadar değişmeyen bir biçimde "reklamcılar" hemen "İstanbul", "İzmir", "Pamukkale" diye yaklaşan turistlere, yani bize saldırıyorlardı. Pek aldırış etmeden gidilecek yerler arasında "Fatsa" yazılanlara baktık ve kısa sürede "Öz Fatsalılar" isimli bir şirketten saat 22.30 için iki bilet aldık.
1980 yılın ortasında, yaygın bir korku havası içinde daha önce yoğun olarak karşılaştığım konukseverlik kaybolmuş gibi idi. Turistlere bile ancak bir şeyler satmak isteyenler yaklaşıyordu. Ancak "Fatsalılar" farklı idi. Şirketin şoförü bize hemen ilk sıradaki koltukları ayırdı. Durduğumuz her yerde bize bir şeyler ısmarlamakta o kadar ısrar etti ki o gece doğru dürüst uyku uyumadık ve en az üç kez yemek yemek zorunda kaldık. Tüm yaşamım boyunca bir gecede bu kadar yemek yediğimi hatırlamıyorum.
Adam karşılık da beklemiyordu. "Beni Almanya'ya götürün" bile demedi. Bizi sağselim Fatsa'ya kadar götürdükten sonra sabah saat 6'ta bizi bir kahveye bıraktı, arkadaşlarına ne istediğimizi anlattı ve kendisi istirahata çekildi. Saat 9 civarında kahveden kalkıp belediye başkanı olan terzi Fikri'yi bulmayı ümit ediyorduk.
Belediye o saatte harıl harıl çalışıyordu. Fikri Sönmez içeride bir kaç arkadaşı ile tartışıyordu ve toplantıyı bozmamak için bir müddet dışarıda bekledik. Fakat Fikri yabancıların geldiğini duyunca bizi hemen içeriye çağırarak "burada gizli saklı bir şey yok, siz de görüşmemize katılabilirsiniz" deyip bizi odasında oturmaya davet etti.
Terzi Fikri'nin tüm müdürler gibi arkası çok yüksek deriden yapılmış ve mutlaka eski belediye başkanından kalma bir koltukta oturuyordu, ama onun dışında başka belediye başkanlarına benzemiyordu. Makam odasının kapısı nerede ise sürekli açıktı. Derdi olan vatandaş bir süre ön odadan geçip iki büklüm vaziyette yanına gelmiyordu. Bir ara okuryazar olmayan yaşlı bir kadına belediyede görevli diğer arkadaşlar pek yardımcı olamayınca Fikri onu hemen yanına çağırdı, bir kaç soru ile derdini öğrendi ve diğer arkadaşların nasıl yardımcı olabileceklerine dair talimat verdi.
Elfie ile ben aynı gün Giresun'a devam etmek istediğimizden Fikri'nin yanında fazla oyalanmadık. Fakat Fikri bize yemeğe götürmeden bırakmadı. İki genç koruma görevlisi ile beraber deniz kenarında bulunan lokantaya gittik. Uzmanların "6 ayda zor biter" dedikleri bataklıktan geçen yoldan geçtik. Fatsa halkı, komşu köy ve kasabaların yardımı ile davul zurna çalarak, yani eğlence düzenleyerek, bu yolu bir hafta içinde bitirmişlerdi.
Yemek sırasında terzi Fikri biraz kendinden bahsetti, terzilik yaptığı dönemde halkın içinde özellikle devrimcilerle olan ilişkilerini anlattı. Son zamanlarda Fatsa üzerindeki baskıların çoğaldığını, ekonomik ambargonun dışında her an için doğrudan bir saldırının da mümkün olduğunu aktardı. Karadeniz ürünlerini yurt çapında kolay satamadıklarını ve bu yüzden yurtdışı ile ilişki kurmak için Ekim ayında Almanya'ya geleceğini de sözlerine ekledi.
Gerçekten halktan olan belediye başkanına biz de sıradan bir vatandaş olarak çabuk ısındık, ancak Ekim ayında yapacağı gezi için yardımcı olamadık. Eylül İmparatorluğu darbe provasını 2 ay sonra Fatsa'da yapacaktı, Fikri ve yüzlerce Fatsa'lı işkenceli sorgudan geçip uzun yıllar cezaevlerinde çürüyeceklerdi ve bir kaç saat içinde arkadaş olduğumuz Fikri, 1985 yılında bir daha özgürlüğü görmeden hapisanede ölecekti.

DEMİREL'İN DARBE DENEMESİ

12 Eylül'den sonra askeri iktidara karşı sivil yönetimi savunmada rakipsiz şampiyon olan Süleyman Demirel, Elfie ve ben Fatsa'ya uğradıktan iki ay sonra, 5 generalin darbesiyle devrilmesinden iki ay önce, onlarla temelde paylaştığı polis devleti anlayışı içerisinde darbenin son provasını Fatsa'da gerçekleştirdi. Aralık 1978'de meydana gelen Kahramanmaraş olaylarına benzer bir şekilde Çorum kentinde dinsel ayrılıklar temelinde girişilen katliam teşebbüsü, barikat kuran halkın direnişi karşısında nispeten "ucuz" atlatılmıştı. 4 Temmuz 1980 günü başlayan olaylar sonucunda resmi ölü sayısı 31 olarak veriliyordu. Çorum olaylarını kimlerin kışkırttığına dair henüz sağlıklı bilgiler ortada yokken anlaşılmaz bir biçimde Demirel yeni bir hedef gösteriyordu. "Çorum'u bırak, Fatsa'ya bak" demekle Çorum'da faşistlerin cinayetlerini örtbas etmek isteyen bir tavır takındı.
Bu konuda çeşitli sorular akla gelebilir. 31 kişinin öldüğü Çorum olayları önemsiz miydi, yoksa sorunlar çözülmüş müydü de Fatsa'ya neden bakılacaktı? Aşırı sağın saldırısı ve militan solun savunması şeklinde gelişen olaylar ile Fatsa'daki durum arasında bir benzerlik var mıydı? Çorum'da olayların durdurulması için güvenlik kuvvetleri müdahale etmek zorunda kalmışlardı. Fatsa'da benzer olaylar var mıydı ki müdahaleye gerek duyuluyordu?
Fatsa'da farklı bir yerel yönetim vardı. Sağ basın onu Devrimci Yol siyasetinin egemenliğinde "kurtarılmış bölge" olarak tanıtıyordu. Bu ne kadar doğru bir tespit idi? Terzi Fikri Sönmez Devrimci Yol taraftarı olmuş olabilir, seçimde ona yardım edenler Devrimci Yol militanları da olmuş olabilirler. Amasya'da askeri mahkemede 12 Eylül sonrasında görülen Fatsa davasının bir numaralı itirafçı sanığı Yusuf Atasoy'un Yeni Forum Yayınları'na buna ilişkin söyledikleri de doğru olabilir: "Dev-Yol örgütlenmesi ve çalışmaları sonucu, halk arasında birçok sorunun çözümünü bulan mercii haline gelmişti." (Çılgınlıktan Sağduyuya. Ankara Kasım 1987. s. 185)
Ancak bundan "Fatsa'da sol terörü uygulanıyordu" diye bir sonuç çıkmaz. Yine itirafçı Yusuf Atasoy'dan dinleyelim: "Fatsa'nın diğer yerlerine tersine sakin ve sessiz oluşu, Fatsa'ya Dev-Yol'un dışında bazı çevrelerin de sempati ile bakmasına neden oluyordu...Nokta operasyonu zamanla Devrimci Yol'un şehir içindeki hakimiyetine son verdi, ancak bu sefer aşırı sağcı bir grup hakim oldu. Bu grup güvenlik güçlerinin çok sıkı denetimine rağmen şehir içinde terör estirebildi." (a.g.e., s. 187)
Fatsa'da yarım gün kaldığım için oradaki uygulamaların çoğunu inceleme olanağım olmadı. Mahallelerde kurulmuş komitelerde gerçek söz sahibi halk mıydı, yoksa belirli bir merkezden talimat alan Devrimci Yol militanları üstün bir retorikle tüm diğer görüşleri baskı altında mı tutuyorlardı, bilemem. Ancak gazete haberlerine göre ülkücüler hariç şehirde tüm siyasetler mevcuttu.
Sonradan Devrimci Yol'un, Fatsa'ya diğer sol örgütlerin girmesini yasakladığını orada çalışanların ifadelerinden öğrendim. Gerekçe olarak sol örgütleri arasında şiddet olaylarının başka türlü durdurulamadığını gösterdiler.
Gerçekten Nokta operasyonuna kadar Fatsa'da, benzer illeri ile karşılaştırıldığında az öldürme olayı yaşanmıştı. Fatsa'da yerel yönetim şiddet olaylarına izin vermezken, çevre ilçe ve köylerde siyasi amaçlı cinayetlere ortam hazırlanıyordu. ABD'de bir yıl eğitim görmüş Reşat Akkaya Ordu'ya vali olarak atanmadan önceki 3 yıl içerisinde yörede 34 öldürme olayı meydana gelmişti. 20 Nisan 1980 tarihinde göreve başlamasından sonraki 5 yıl içinde (ki o zaman ülke çapında terörü durduran Milli Güvenlik Konseyi yönetime el koymuştu) öldürmeler dört mislisine çıktı (toplam 130; Kaynak: Pertev Aksakal. Bir Yerel Yönetim Deneyi. Simge Yayınları, s. 150)
Fatsa'da belki tabanın egemen olduğu demokrasi anlayışı tam anlamıyla gerçekleşmemişti, ama Fatsa'nın belli bir sol siyasi anlayışının propaganda modeli olma yolunda olduğundan şüphe yoktu. Onun için orası bir "anarşistler yuvası" olarak tanıtıldı ve yok edilmesine karar verildi. Aynı zamanda güvenlik kuvvetleri de militan sola karşı darbeden sonra ülke çapında nasıl savaşacaklarını öğreneceklerdi. 67 ilde birden yapılacak harekattan önce gücün 20 bin nüfuslu bir kasabada denenmesinde fayda vardı.
İzmir, Erzurum, Konya ve Bolu'dan gelen askeri birlikler barikatlar arkasında bol cephane ile saklanmış sol militanlar ile savaşacaklarını düşünürlerken kentte doğru dürüst silah bile bulamadılar. 17'si ruhsatsız, topu topu 33 tabanca bulundu ki o dönemde bu kadar silah Türkiye'nin her köyünden çıkardı. Maskeli olarak dolaşıp solcuları hedef gösteren 10 kişinin 4'ü daha önce giriştikleri şiddet eylemlerinden ötürü aranan ülkücüler olması dönemin başbakanı Demirel'i pek rahatsız etmiyordu: "ayıbını saklayanlar ayıp etmiş,"ti, hepsi o kadar. İlk operasyonda evlerinden toplanan 390 kişi arasından ancak 6'sı hakkında tutuklama gerekçeleri uydurulabildi. Fakat cuntanın ruhu artık ilçeye girmişti ve daha sonraki aylarda alışkanlık haline gelen operasyonlarda halkın yüzde 10'u gözaltına alınıp işkenceli sorgudan geçecekti.
Dağlarda "ölü olarak ele geçen", işkencehanelerde yaşamlarını yitirmiş bunca Fatsa'lı hariç 759 sanıklı ilk Fatsa davasına 12 Ocak 1983 tarihinde başlandı. Amasya Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde 5 yıldan fazla sürecek olan davada askeri savcı başlangıçta 268 sanık için idam istiyordu.
Fatsa davası 12 Eylül sonrası açılan sayısız yığınsal davalardan sadece bir tanesidir. Büyük kentlerden uzak, Amasya'da yürütüldüğü için başka davalar kadar ilgi görmedi. Gerçi oraya da yabancı heyetler geldi, fakat ister Türkiye basını, ister uluslararası kamuoyu açısından hiç bir zaman Barış Derneği ya da DİSK davası kadar ilgi toplayamadı. Ancak bu dava, 12 Eylül'ün hukuk anlayışını gösterme açısından diğer davalar için de örnek teşkil eder.
İşkence altında gerçek olan ve olmayan bir çok "suç" kabule zorlanmış, askeri cezaevinde disiplin sağlamak amacıyla rutin dayaktan geçirilen sanıklar doğru dürüst savunma hazırlama olanağından yoksun bırakılmışlardı. Davanın açılmasından kısa zaman sonra yargıçlar sanıkları gruplar halinde mahkemeye getirmeye karar verince birbiriyle görüşme ortamını tamamen kaybeden tutuklular bir müddet için sorgu vermeme yöntemini denediler. Ancak ifade vermeyenlerin tahliye edilmeleri söz konusu olmadığından kolektif karara uyup önemli bir "suç"la yargılanmayan sanıklar bu kez gereğinden fazla "yatmak" zorunda kalıyorlardı. Buna cezaevi yönetimin itirafa yönelik zorlanmalar ve imtiyaz sahibi olabilme vaadleri de eklenince toplu savunma fikrinden cayıp itirafçı olanların sayısı 74'e çıktı.
Örgüt lideri durumunda olan bir numaralı sanık Yusuf Atasoy'un itirafçı olması başkaların itirafçı olması için bir neden olmuş olabilir. Ayrıca sıradan bir çok vatandaşın örgüt militanı olmadıkları halde, gerçekdışı bir suçlama ile karşı karşıya kalmış olmaları başka bir neden olabilir. Nitekim Yusuf Atasoy bu konuda şöyle konuşuyor: "Şubat 1985 tarihinde itiraf edecek bir şeyleri olmayanlar bile safları terk ettiler." (Çılgınlıktan Sağduyuya, s. 194) Pişmanlık yasası olarak bilinen 3216 sayılı yasadan faydalanmak için itirafta bulunan bir çok kişi sonradan itirafçı olmaktan pişmanlık duydular. Fatsa davasının 470 numaralı sanığı Kadir Özbayraklı bunlardan birisidir. 15 Haziran 1988 tarihinde mahkemeye verdiği dilekçesiyle itiraflarından vazgeçiyor ve itirafçıların "tavla oynayarak kime ne suç yükleyeceklerini tespit ettikleri"ni anlatıyor. Sonuçta şöyle bir değerlendirme yapıyordu: "Onların [itirafçıların] arasında uzunca bir süre yaşayan biri olarak ne doğru konuşanı gördüm, ne de pişman olanı." (Halil Nebiler. Pişman İtirafçılar. İstanbul Kasım 1990, s. 85)
İtirafçıların ortaya attıkları suçlamalar temelinde görülen dava, beraat, koğuşturmaya yer yok, ya da davanın düşmesi gibi kararları ile sonuçlandı. İstenilen "suç" yaratılamadı yani.
Fatsa davasında da bir çok başka davada olduğu gibi, tanıklara dahi işkence yapılmıştır. Gördükleri işkenceleri mahkeme önünde anlatanlar da oldu. 25 Ekim 1983 tarihli duruşmada dört tanık bu doğrultuda ifade verdiler. 7 Aralık 1983 tarihli duruşmada Kılıçlı köyü muhtarı Remzi Duran polis ifadesinin işkence altında alındığını belirtti.
Davada 300'den fazla sanık gözaltı sürelerinde yoğun işkenceden geçirildikleri için suç duyurusunda bulundular. Bunlardan 68'nin ellerinde işkence iddialarını delillendiren doktor raporları da vardı. Askeri savcı hiç bir soruşturma yürütmeden bütün şikayetler hakkında koğuşturmaya gerek olmadığına karar verdi, çünkü "polis sadece devletin çıkarına uygun hareket etmişti."
Ağustos 1988'de sanık sayısının 811'e yükseldiği davada mahkeme heyeti 8 kişiyi idama, 14'ünü ömürboyu hapis cezasına çarptırdı. Beraat eden ya da kısa süreli hapis cezasına çarptırılan sanıklar arasında 100 kişi 1 ile 6 yıl arasında fazla yatmış oldular. Dava süresince terzi Fikri de dahil olmak üzere 15 kişi değişik nedenlerle ölmüştü.
Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren anılarında halk çocuğu olan terzi Fikri için sadece şunları söyleyebildi: "...ufacık bir ilçede belediye başkanının komünist ülkelerdeki idare şekline benzer bir idare kurmuş...mahkemesi sonunda...ağır hapis cezası ile cezalandırılmıştır." (Kenan Evren'in Anıları. Cilt I. Milliyet Yayınları. İstanbul Kasım 1990, s. 464) Fikri Sönmez'in cezaevinde ölmesini her halde uygun bir ceza olarak görüyordu.

DARBENİN AYAK SESLERİ

Darbenin nedenleri arasında şiddet olayları ilk sırada yer alıyor. Tüm diğer nedenler buna bağlı olarak yorumlanabilir. Suçlanan her kesim buna karşı etkisiz kalmaktan sorumlu olduğu ölçüde darbeye neden olmuş sayılabilir. Bir başka deyişle askeri diktatörlüğe geçebilmek üzere hükümeti alaşağı edebilmek, kısır çekişmeler ile demokrasiyi tehlikeye atan partilere siyaset yasağını koyabilmek, 24 Ocak kararlarına karşı direnen sendikaları etkisiz hale getirebilmek ve tüm demokratik kuruluş ve örgütlere dur diyebilmek için günde ortalama 20 vatandaşın ölmesi gerekiyordu.
Sıralanacak diğer nedenler bunun yanında gerçekten hafif kalır. Güçlü bir muhalefete karşı 24 Ocak kararlarını hayata geçiremeyen iktidar, 100'den fazla oylamada Cumhurbaşkanı seçimini gerçekleştiremeyen partiler, kısaca toplumun her seviyesinde istikrarsızlığın egemen olması belki NATO müteffikleri için darbenin haklılığı açısından daha anlamlı olabilir. Yani ABD ve Federal Almanya için, ölenler sadece istikrarsızlığın bir belirtisi sayılabilir. Ancak Türkiye'de yaşayanlar için korkusuz işe gidebilmek, uykusuz gecelerde eş dostlardan birinin öldürüldüğüne dair haber alma endişesinden kurtulmak en önemli nedendi.
Şiddet olayları neden bu boyuta ulaştı, aklı başında bunca demokratik güç ve kuruluş niçin bu olayların karşısına çıkıp durduramadılar diye bir soru akla gelebilir. MİT raporlarına bakıldığında şiddet olaylarının % 70'i sol görüşlü çevrelerden kaynaklanıyordu, aşırı sağ ancak % 30'undan sorumlu idi (M. Ali Birand. 12 Eylül. Saat 04.00. İstanbul 1984, s. 76). Genelkurmay istatistikleri de solu daha fazla sorumlu tutuyordu. 26 Aralık 1978 ile 16 Kasım 1979 tarihleri arasındaki dönemi kapsayan bir rapora göre eylemci sağ olayların % 8'inden sorumlu olarak gösterilirken, eylemci sol % 43'ünden sorumlu ilan ediliyordu. Aşiret kavgalarının yoğun yaşadığı Güneydoğu bölgesindeki "bölücü" grupların eylemleri cinayetler arasında % 3 olarak gösteriliyordu. Ancak 4000'den fazla olayın failleri belirlenemişti, dolaysıyla cinayetlerin % 46'sının kimin tarafından işlendiği belli değildi (Cüneyt Arcayürek. 12 Eylül'e Doğru Koşar Adım (9). İstanbul 1986, s. 154).
4 Aralık 1979 tarihinde Genelkurmay ile hükümetin ortaklaşa yaptıkları sıkıyönetim koordinasyon toplantısında Orgeneral Necdet Üruğ konuşmasında "eylemcilerden büyük miktarı, aşırı sol kesime mensuptur" dedikten sonra sözlerine şöyle devam ediyordu: "...ideolojik ve örgütsel nitelik taşıyan olaylara karıştığı saptanan 35 sol, 6-7 sağ örgüt vardır...eylemci sağ ise; ideolojik hedeflerini, ülkeyi komünistlerden temizlemek ve ülkenin komünist olmasını önlemek olarak belirlemektedir."  (Kenan Evren'in Anıları. İstanbul 1990, s. 311 - 319).
Orgeneral Necdet Üruğ'nun kesin olarak 35 sol örgüt tespit edebilmesi, fakat sağda daha az olmasına rağmen belirli bir rakam (ya 6 ya 7 olur) koyamamasından başka tüm sol örgütlere "TKP ve ona bağlı THKO/C"nın güdümünde göstermesi gibi yanlışlar yaptığı için cinayetlerin failleri hakkında da yanılgılara düşmüş olma olasılığını kuvvetlendirir. Farklı hesaplarla çok değişik sonuçlara ulaşmak pek zor değil zaten.
Ankara Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde ana Devrimci Yol davasında yargılanan sanıklar böyle bir hesap yaptılar ve ölenlerin siyasi görüşlerinden hareketle darbeden önce işlenen 5,388 cinayetin kurbanları arasında 1,296 sağ görüşlü 2,109 ise sol görüşlü olduğunu tespit ettiler. Ölenler arasında ayrıca güvenlik kuvvetlerine mensup 281 kişi tespit edildi. Gerçi bu hesapta da belirlenemeyen olay sayısı oldukça kabarıktı. Ancak gizli bir plan şeklinde gelişen olayların başlangıcına bakıldığında daha net bir tablo ortaya çıkmaktadır: "1975 yılına gelinceye kadar ölen tek bir sağ görüşlü vardır. Ülkü Ocakları üyesi...kendi arkadaşları tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür." (Devrimci Yol Savunması. Ankara Ocak 1989, s. 118-119) Benzer rakamları Uğur Mumcu vermektedir. "1975 yılında 23'ü sol, 7'si sağ olmak üzere 31 yurttaş öldürüldü. 1976'da ölü sayısı 87'ye sıçradı; öldürülen bu 87 kişinin 60'ı sol görüşlü, 27'si sağ görüşlüydü." (Cumhuriyet 14 Eylül 1990)
Bu ve benzer hesaplara bakıldığında resmi verilere ters düşecek biçimde şiddet eylemlerinin (ve bunların arasında en önemlisi siyasi cinayetler) büyük bir kesiminin aşırı sağ tarafından gerçekleştirildiği kolayca anlaşılmaktadır. Ancak bu, şiddet uygulayan sol örgütleri sorumluluktan kurtarmaz. Misilleme olarak, militan sağ örgütlerin yaptığı gibi, ülkücülerin devam ettiği kahveleri tarama eylemlerine girişen örgütler olduğu gibi "silahlı propaganda" anlayışı ile hareket edip "bakın ünlüleri öldürebilecek kadar güçlüyüz" demek için bireysel terör eylemlerine başvuran gruplar da vardı.
Bazı sol çevrelere göre faşistlerin saldırı ve işgallerine karşı şiddete başvurmamak gerekirdi; aksi takdirde sağ terörün provokasyonuna gelinmiş ve darbeye gerekçe hazırlanmış olunuyordu. Bütün sol bu şekilde hareket etseydi, darbe yapılmıyacak mıydı bilemem. Ancak darbeye giden yolda sol örgütlerin iradesi dışında kararlaştırılmış planlar uygulanıyordu sanki. Varlığı artık pek tartışılmayan "kontrgerilla" gibi kuruluşların yaktıkları ateşlere bazı sol siyasetlerin mazot döktüğü söylenebilir, ancak darbenin açık faşist mantıkla hazırlandığı da bir gerçek: bir taraftan şiddet olayların yükselmesi gerekli idi, öte yanda buna karşı demokratik yolların tükendiği açık bir şekilde gösterilebilmeliydi: "Müdahalemizin en son çare olduğu, başka hiç bir çare kalmadığı iyice anlaşılmalı." (Birand. a.g.e., s. 134)
Bu sözleri söyleyen dönemin Genelkurmay Başkanı ve darbenin liderliğini yapan Orgeneral Kenan Evren "Anıları"nı sanki bu iddiaya karşı yazmış gibidir. Yani iddiayı çok ciddiye almış olacak ki 555 sayfa tutan anılarının birinci cildini hemen hemen salt bu görüşü boşa çıkartmak için hazırladı.
Darbeden önce yapılan tespitler arasında tek ilginç gelebilecek olgu, istihbaratın zayıf oluşudur. Bundan sadece sivil hükümetler değil, Genelkurmay bile şikayetçi idi. Cüneyt Arcayürek'in "Darbeler ve Gizli Servisler" yapıtında ortaya koyduğu gibi burada sanki MİT, darbenin gerçekleşmesi için kendi taktiklerini uyguluyordu. Nitekim Kenan Evren kendi "Anıları"nda bile istemeyerek böyle bir gücün varlığına işaret ediyordu. 5 Mayıs 1980 tarihinde başbakan Süleyman Demirel ile yaptığı bir toplantıdan bahsederken konu Özel Harp Dairesi'ne geldiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçti:
"[Demirel] Özel Harp Dairesindeki personeli teröristerle mücadelede kullanmamızı ve onlarla çete savaşı yapmak suretiyle öldürülmelerini, vaktiyle de bu teşkilatın böyle kullanıldığını söyledi...Bu hal tarzına şiddetli karşı çıktım...bu teşkilatın vaktiyle yanlış kullanıldığını... tekrar kontrgerilla söylentilerinin ortaya atılmasına müsaade edemeyeceğimi...belirttim." (Anılar, s. 431/432)
Sürekli fazla yetki isteyen Genelkurmay, sıkıyönetimin genişletilmesinden yana bazı kararlar aldırabildi. Aralık 1978 Kahramanmaraş olaylarından sonra Eylül 1980, darbenin yapıldığı tarihe kadar sıkıyönetim altında olan il sayısı 13'ten 20'ye çıkartılmış oldu. Sadece MHP lideri Türkeş değil, Ecevit bile sıkıyönetimin geniş tutulmasından yana idi:
"Başbakan Ecevit, 12 ilde sıkıyönetim ilan edilmesi kararına varılırken, 'Hilal içindeki illerde Yozgat, Tokat, Çorum gibi ülkücülerin kümelendiği illerde de bu uygulamanın yaygınlaştırılmasını' istedi... Genelkurmay Başkanı Kenan Evren bu isteğe 'bu kadar kuvvetimiz yok' diye karşı çıktı." (Cüneyt Arcayürek. Müdahalenin Ayak Sesleri (8). İstanbul 1985, s. 14)
Bu sözler, ordu "devlete destek olan" sağ teröristlere göz yummaktadır diye yorumlanabilir ve böylece darbe denemesinin neden Türkeş'in 5000 silahlı militanının bulunduğu Yozgat'ta değil de, 33 tabancanın bulunduğu Fatsa'da yapıldığını da izah eder.
12 Eylül'de 67 ile birden egemen olabilen ve kısa sürede şiddet olaylarında % 90 gibi bir azalma ortamını sağlayabilen Genelkurmay Başkanı ondan iki yıl önce üç ilin sıkıyönetimle idare edilmesini çok görüyordu. Aynı tarihlerde Evren silahlı kuvvetlerin sıkıyönetim uygulamasında ortaya çıkan sorunlarını şöyle dile getiriyordu:
"...sıkıyönetim komutanlıklarının çok yumuşak bir tutum izledikleri, ve henüz anarşinin kökenine inemedikleri idddiasını ileri sürenlerin amacı, bu komutanlıkları gayrı kanuni yollara sürerek, sanık ve hükümlülere işkence yapmayı, zamanlı zamansız aramalarla vatandaşı huzursuz etmeyi telkin ise, aldanmaktadırlar... Anarşik olayların kökenine iki ay kısa bir sürede hiç bir gücün inemeyeceği gerçeğini ulusumuzun ve basınımızın takdirine bırakıyorum." (Arcayürek (8), s. 82)
Ne varki 2 ay yetmediği gibi 21 ayda bile "terörün kökenine inilemeyecekti". Bu konuşmasında çok demokratik görülen Genelkurmay Başkanı işkence ile "teröristleri" konuşturma yöntemine karşı çıkıyordu. Oysa darbeden hemen sonra güvenlik kuvvetlerine tanıdığı yetkiler arasında gözaltı süresini 90 güne çıkartarak işkenceye yeşil ışık yakıyordu. Burada, bir zamanlar karşı olduğu izlenimini verdiği işkence yöntemlerini sonradan benimsemiş midir diye bir soru akla gelebilir (idam konusunda farklı görüşler ifade ettiği gibi). Yeri gelmişken şunu da belirtmek gerekir. Darbeden sonra ilk kez işkence iddialarını araştıran bir yönetim olmakla övünen MGK, eski şikayetleri unutmuş gibiydi. Orgenerel Necdet Üruğ İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olarak 4 Aralık 1979 tarihinde yapılan sıkıyönetim koordinasyon toplantısında "suçluyu konuşturmak için...yapılan en küçük bir müdahale işkence avazelerine sebep olmaktadır...[ve] işkence avazeleri karşısında derhal polis aleyhine soruşturma açılmaktadır" diye polisin "rahat" çalışamamasından şikayetçi idi. (Kenan Evren'in Anıları, s. 318)
Yetkisizlik iddialarını genel bir stratejinin parçası olarak görmek mümkündür. Nihai hedefi demokratik yasalardan vazgeçmek olan plana göre mevcut sorunların yürürlükte bulunan yasalarla çözülmediğini göstermek gerekiyordu. Bu arada aşırı sağ ve sola karşı uygulanacak taktikler geliştirebilirdi, yani örgütlere daha çabuk darbe indirebilmek için istihbarat toplayıp, darbeden sonra en hızlı biçimde sessiz bir ortamın gerçekleştirilmesi için hazırlıklar yapılabilirdi. İstenseydi 12 Eylül öncesi de teröre karşı başarılı bir savaşım verilebileceğinden şüphem yok.
Bir kez siyasi cinayetlerin çoğunluğu sıkıyönetim altında bulunan illerde işleniyordu, diğer illerde hemen hemen yoktu. Sorunun boyutunu göstermek için Ecevit'in bir başka konuşmasına bakmakta fayda var. 24 Temmuz 1980 tarihinde şöyle diyordu Ecevit: "Türkiye'de bir baştan bir başa kasıp kavuran anarşi yedi (7) ilde azgın. Bu yedi ilde işlenen cinayetler, Türkiye genelinde yüzde 90 ölçüde." (Aracayürek (9), s. 26)
Gerçek rakamlara bakıldığında yüzdelik tam olarak 91,93'tür, çünkü 26 Aralık 1978 ile 22 Temmuz 1980 tarihleri arasında 2070 kişi arasında 1903'ü sıkıyönetim altında bulunan 7 ilde öldürülmüştü. Diktatörlüğe yol açacak terörün yaygınlaşması için yola çıkmış faşist vurucu güçler ile demokratik çözüm yollarının tükendiğini geniş halk kesimlere gösteren Genelkurmay, birbirini tamamlayan iki güçtü. Darbenin baş aktörleri bunlardı denilebilinir; "faşist mantık" ve "darbeci ruhu" ile hareket eden, diktatörlük heveslileri olarak da adlandırabileceğimiz demokrasi düşmanı sivil ve askeri güçler darbeye gerekçe hazırladılar ve tek tip insan yaratma planlarını yürürlüğe koydular.

Geri
İçindekiler
İleri
- Site Haritasi - Impressum