Alt bölümler:
Uluslararası Hukuçularn Komisyonu (ICJ)
İnsan Hakları Federasyonu (FIDH)
Hamburg Senatörlüğü
Bremen Heyeti
Darbeden sonra Türkiye'den
sağlıklı bilgi almak zorlaştı. Eskiden mektupla, telefonla da olsa gerekli
bilgileri hemen alabilen arkadaşların olanakları çok kısıtlandı. Çünkü
telefonlar genellikle dinleniyor, mektuplar açılıyordu. Bu durum
Türkiye'de bazı arkadaşların takip edilmesine neden olabiliyordu. "Demokrat"
ve "Aydınlık" gazeteleri de yasaklanmıştı. Diğer günlük gazetelerde çok
ayrıntılı haber yoktu, eleştirel yaklaşan makaleler yazıldığında hemen
gazeteler kapatılıyordu. Kısaca, yasalarda belirtilmemiş bir "sansür" mekanizması
işliyordu.
Gene de sistemli bilgi toplayabilmek
için önce "resmi" nitelik taşıyan gazetelere bakmak gerekiyordu. "Alternative
Türkeihilfe" çerçevesinde kurulan arşiv için "Cumhuriyet"in dışında "Hürriyet",
"Tercüman" ve "Milliyet" gazetelerine abone olduk. Ayrıca "Yankı" dergisi
gibi haftalık ve aylık yayınlar elimize geçtiği ölçüde takip etmeye çalışıyorduk.
Zamanla 10 kişi olduğumuz
ekipte hiç birimiz arşiv konusunda deneyimli değildik. Farklı konulara
göre bir dosyalama sistemi geliştirdik. Buna bir de kartoteks sistemi ekledik.
Böylece siyasi davalar hakkında çıkan haberleri birbirinden ayırtedebiliyorduk,
"idam taleplerinin sayısı"nı tespit etmeye çalışırken birden çok kez konu
edilmiş davaları çift saymak gibi yanlışları bu sistem sayesinde önleyebiliyorduk.
Arşivcilik gibi sıkıcı bir
işin uzun vadede çok faydalarını gördük. 6 Nisan 1981 tarihinde iki haftalık
bir yayın çıkartmaya başladık. Özel bir yayından çok 8 sayfalık bültenimiz
aslında bir tercüme servisi idi. "türkei-infodienst" (Türkiye [Hakkında]
Bilgilendirme Servisi) adında çıkarttığımız bültende yorum yapmadan sansürlü
saydığımız gazetelerde yer alan haberleri belirli başlıklar altında (iç
politika-dış politika-ekonomi-insan hakları), kaynaklarını belirterek özet
halinde çeviriyorduk.
Böylesi bir servis şüphesiz
bir kitle yayını değildi. İzah edici bilgilerin bulunmadığı haberlerin
(bazı kısaltmaların anlamını vermekten başka) önemini kavrıyabilmek için
okuyucunun, Türkiye hakkında temel bilgilere sahip olması gerekiyordu.
Zamanla yayınımız özellikle iltica davalarıa bakan mahkemeler tarafından
çok itibar gördü ve hatta Almanya Dışişleri Bakanlığı'nın "bilirkişi" raporlarından
daha "değerli" bulundu. Dışişleri Bakanlığı'nın raporları Ankara Federal
Almanya Büyükelçiliği tarafından hazırlanıyordu. Yolladıkları rapora bir
örnek vermek gerekirse örneğin Samsun Halkevi içinde faaliyet göstermiş
bir kişi hakkında Türkiye'de dava açılıp açılmadığı sorusuna yanıt aranıyordu.
Gelen yanıtta örneğin oradaki Halkevi şubesinin "terörist" THKP/C Kurtuluş
örgütünün güdümünde olduğu belirtiliyordu. Ve Türk hükümetinin bu tür kişiler
hakkında dava açmakta haklı olduğu vurgulanıyordu.
Raporlarda kaynak belirtilmediği
için gelen bilgilerin ne kadar sağlıklı olduğuna yargıçlar karar veremiyorlardı.
Bu tür bilgilerin doğrudan MİT tarafından sağlandığına dair şüpheler mevcuttu.
Bültenimizde verilen bilgilerin ise, hem kaynakları belirtiyordu hem de
duruma göre çok ayrıntılı olabiliyordu. Örneğin hangi örgüt hakkında nerelerde
davaların açıldığı, ne kadar idam istendiği gibi sorulara yanıt bulmak
mümkündü.
Hamburg İdare Mahkemesi'nden
şöyle bir örnek olay bana aktarıldı. Bir duruşmada, başvuru sahibi bağlı
bulunduğu örgütün liderinin "öldüğünü" beyan etmiş, daha doğrusu çevirmen
"idam edildi" demiş. Bültenimizi sürekli takip eden mahkeme heyeti hemen
"mümkün değil" demiş, "çünkü 'türkei-infodienst'te böyle bir haber yoktu."
Mahkeme heyeti idam ve işkence gibi konulara çok önem verdiğimizi biliyordu,
çünkü yayının hemen başında a) infaz, b) idam kararları ve c) idam talepleri
diye istatistiki bilgi veriyorduk. Söz konusu örgüt liderinin idam edildiğine
dair haber çıkmadığı gibi idam cezası aldığına dair haber bile verilmemişti.
Aslında sözü edilen kişi Ankara'da idam talebi ile yargılanıyordu.
Anlaşmazlık avukatın bize
telefon etmesi ile çözüldü. Mülteci statüsü isteyen arkadaş mahkemede "arkadaşım
ölüm orucunda" demiş, "öldü" dememiş, fakat çevirmen bunun Almanca'sını
bilmemiş olacakki "idam edildi" diye tercüme etmiş. İltica davalarında
sorunlar her zaman bu kadar kolay çözülmüyordu. Mahkemeler, Federal Almanya
Dışişleri Bakanlığı'nın raporlarını taraflı buldukları için arada sırada
"bağımsız" raporlar da isterlerdi. Nadiren de olsa Alternative Türkeihilfe'den
de bu tür raporlar istenirdi. Bir çok avukat arkadaş ile zaten sürekli
yazışma halinde idik ve bunlardan "uzman" olanlar ile bilgi alışverişimiz
giderek gelişti.
"Sansürlü" gazetelerden derlediğimiz
bilgilerin yeterli olmayacağını daha işin başındayken biliyorduk. Ancak
daha farklı bilgi kaynaklarına ulaşabilmek için geliştirilmiş bir ilişki
ağımız olmadığı gibi maddi olanaklarımız da yoktu. Örneğin Ankara Cumhuriyet
bürosunda çalışan Erbil Tuşalp'ı telefonla aramak için bütçemiz müsait
değildi.
Az sayıda da olsa Türkiye'ye
gidip gelenler tarafından kaleme alınmış raporlar bize ulaşıyordu. Siyasi
davalar arasında, özellikle İstanbul Askeri Mahkemesi'nde görülen DİSK
davası Türkiye dışında epey ilgi uyandırıyordu. Örneğin 18 ile 22 Nisan
1981 tarihleri arasında ETUC (European
Trade Union Confederation - Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) Genel Sekreter
Yardımcısı Jon İvar Nalsun Türkiye'ye gidip, cezaevinde olan DİSK yöneticilerinin
durumu hakkında bilgi almaya çalışmıştı. 28 Nisan 1981 tarihinde yayınladığı
rapor sonradan elimize ulaştı. Çok somut bilgilerin (örneğin avukatlar
sanıklarla ancak 15er dakika görüşme olanağı) yer aldığı raporun sonunda
3 öneri yapılıyordu:
a) Türkiye hükümeti üzerinde
oluşturulan baskılar artırılsın;
b) tanınmış hukukçular DİSK
davasını izlesinler;
c) cezaevinde bulunan sendikacıların
ailelerine ve savunma avukatlarına gereken yardımların ulaşılması için
olanak yaratılsın.
Yerinde inceleme yapmanın faydaları
çoktu. Ancak beraberinde bir sürü sorun da getiriyordu. Uluslararası bir
kurumu temsil eden bir kişi, sendikacı, politikacı ya da başka "ünlüler"
ile hükümet temsilcileri de dahil olmak üzere belki bir çok kimse ile korkusuzca
görüşebilirdi. Benim gibi sıradan insanlar turist olarak Türkiye'ye gittiklerinde
fazla bir tehlike ile karşılaşmıyabilirdi. Ancak siyasi insanlarla doğrudan
ilişkiye geçtiklerinde kendilerine değilse konuştukları insanların başına
bir "iş" gelebilirdi. ETUC Genel Sekreter Yardımcısı turist gibi Türkiye'ye
gitmişti, ancak gelişi gizli kalmamıştı (örneğin avukat Ercüment Tahiroğlu
ile beraber DİSK'in kapatılmasına ilişkin bir duruşmayı izlemişti) ve Türkiye'den
ayrılmasından hemen sonra 27 Nisan 1981 tarihinde DİSK davasının en önemli
avukatı olan Ercüment Bey gözaltına alınmıştı.
Jon İvar Nalsun Türkçe bilmediği
gibi darbeden sonraki günlerde Türkiye koşullarından habersiz idi her halde.
Biz Türkiye'den kaçıp yurtdışına gelen insanlardan az da olsa bilgi alabiliyorduk,
ancak bir yabancının ya da bir yabancı grubunun nasıl hareket etmesi gerektiğini
"dışarıdan" tespit etmemiz mümkün değildi.
1982 yılının ilkbaharında
Türkiye'ye gidip, koşullarını yerinde tespit edebilmem için bir olanak
doğdu. Bir Alman gazete, sorgu aşamasına gelmiş DİSK davası hakkında ilk
elden haber vermek için "muhabir" göndermek istiyordu. Gazetenin tek ilgi
alanı sendikalar olmadığı için Türkiye'nin genel durumu hakkında haber
vermek niyetinde idi. Zengin olmadığı için az para karşılığında ancak bir
amatöre görev verebilirdi. Böyle bir amatör bendim. Gidiş-geliş, yeme-içme
ve otel parası karşılığında beni 3 hafta için Türkiye'ye gönderdi.
Elimde az sayıda da olsa telefon
numaraları vardı, ama tanımadığım kişileri ikaz etmeden aramam doğru olmazdı.
Herkes Murat Belge gibi korkusuzca yabancılarla görüşemezdi ya. Oldukça
dikkatli hareket edip bazı temaslarım oldu. Örneğin "Birikim" dergisine
yakın genç arkadaşlarla randevulaştıktan sonra beni karşılayan arkadaşın
dışında bizi uzaktan iki arkadaş takip etti. Bizi izleyen polis olsaydı
önceden uyarıp evlerine gitmeden "kayıplara karışacaktık".
Bu tür "kaptı-kaçtı" oyunlarına
çok yabancı idim ve hiç bir zaman çok iyi öğrenmeyecektim. Kimsenin dikkatini
çekmeden Beyoğlu postanesinden DİSK davası ile ilgili haberi gazeteye teleksle
gönderebildiğim zaman bayağı sevinmiştim.
Darbeden önce Mayıs 1980'de
İstanbul'da akşamları eve giderken ülkücü çetelerinin saldırısına uğrarım
diye korkmuştum, ancak bu kez, karanlık bastıktan sonra Beşiktaş'ta bile
kedilerden başka kimselerin sokaklarda dolaşmadığı bir ortamda daha çok
korkuyordum. Tanklarla, tüfeklerle kitle halinde askerler görülmüyordu
pek, ama her an için "vur emri" ile gerçekleştirilen bir operasyonda sorgusuz,
sualsız öldürülmek te vardı işin içinde. Gerçi illegal kimseler ile görüşmüyordum,
silahlı militanların evlerinde kalmıyordum, ama "ılımlı" arkadaşlarım,
Almanya'dan getirdiğim gazeteleri yakmaya kalktıklarında ben de korku havasından
payımı almıştım.
Türkiye'de kaldığım 3 haftada
gazete için 4-5 yazı hazırlayabildim, ama daha önemlisi, askeri diktatörlük
altında bulunan Türkiye'de bir yabancının nasıl hareket etmesi gerektiğine
dair bazı deneyimler kazanmıştım.
ULUSLARARASI
HUKUKÇULAR KOMİSYONU (İCJ)
Uluslararası Hukukçular Komisyonu
(İCJ-İnternational Commission of Jurists)
diye bir kuruluşun varlığından ancak Haziran 1982'de beni telefonla aradıklarında
haberdar oldum. Merkezi Cenevre'de bulunan kuruluş özellikle hukukçulara
(avukatlara) uygulanan baskılar ve sanıkların savunma hakları ile ilgilenmektedir.
12 Eylül'den sonra İCJ'ye çeşitli kaynaklardan ulaşan bilgilere göre Türkiye'de
siyasi davalarda savunma yapan avukatlar, sanık durumuna getirildiği ve
savunmada bir çok engellerle karşılaşıldığı konusunda yoğunlaşıyordu. Onun
için siyasi davaların seyrini yerinde incelemek için Türkiye'ye bir gözlemci
göndermeye karar verildi. Almanya'da bir avukatın önerisi üzerine beni
çevirmen olarak görevlendirmek istiyorlardı.
İCJ, uluslararası alanda tanınmış
bir çok hükümetler-dışı kuruluş gibi çalışmasını her zaman açıktan yürütmektedir.
Onun için Cenevre'de bulunan Birleşmiş Milletler (BM) Türkiye Daimi Temsilciliği'ne
önceden müracaat edip Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde bazı
davaları izlemek için izin istedi.
İsteğini 4 Mart 1982 tarihinde
Brüksel Türkiye Büyükelçisi Halûk Kura'nın ETUC'a gönderdiği bir yazıya
dayandırdı. Fransızca yazılmış mektup ETUC'un MGK'e yaptığı bir başvuruya
yanıt niteliğinde idi. Özetle, Türkiye'nin içinde bulunduğu "geçiş döneminde"
bazı faaliyetlere, özellikle siyasi çalışmalara sınırlandırma koymak zorunlu
olup, bazı hükümetler-dışı kuruluşların bağımsız [Türk] mahkemeler üzerine
etki kurmak istedikleri de kayıt edildikten sonra, özel yasaların uygulanmadığı
mahkemelerinde görülen davaları izlemek ve özel kişilerle görüşmek, yabancılar
için serbest olduğu, ancak kuruluşlar ile temas kurulacağı tadkirde izin
almak zorunlu olduğu vurgulanıyordu.
Dönemin BM Türkiye Daimi Temsilcisi
durumunda olan Büyükelçi Kamran İnan, kendisi Kürt kökenli olmasına rağmen,
İCJ özellikle Diyarbakır'a gitmek isteğini benimsemiyordu, ama hiç olmazsa
sözlü olarak verdiği yanıtta 22 Haziran 1982 tarihinde şunları belirtmişti:
davalara girmemiz için gereken izin, Diyarbakır'a vardığımızda 7. Kolordu
ve Sıkıyönetim Komutanlığı'nın Basın ve Halkla İlişkiler Şubesi'nden alınabilirdi.
Bir de şahıs olarak geldiğimizi, herhangi bir kuruluşa temsilen gelmediğimizi
belirtmemizi öğütledi. Onun dışında biz gitmeden önce gözlemci olarak giden
"Dr. Konrad Meingast"ın adını (Uluslararası Genç Avukatlar Birliği'nin
Fahri Başkanı ve Yukarı Avusturya Barolar Birliği Denetleme Kurulu Üyesi)
ve benim adımı Türk yetkililerine bildirip, bizimle ilgilenecek bir memurun
adını ve Diyarbakır'da olduğumuz günlerde mahkemelerde ne gibi davaların
görüşüldüğünü öğrenmeye çalışacaktı. Ancak aşağı yukarı bir ay sonra, 13
Temmuz 1982 tarihinde, Diyarbakır'a gidinceye kadar ne bir memur bulunmuştu
ne de hangi davaların görüşüldüğünü öğrenebildik.
Bizden önce Diyarbakır Askeri
Mahkemesi'nde görülen davaları izlemek için giden heyetlerden bir Alman
avukat "kişisel" bir ilgi gösterdiği için izin alamayıp boş dönmüştü. Buna
karşı merkezi Fransa'da bulunan Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu'nun
(FİDH) resmi temsilcisi olarak giden bir heyet doğrudan Sıkıyönetim Komutanlığı'na
bağlı olan Adli Müşavirliği'ne giderek 3 saatlik bir tartışmadan sonra
davaya girmeyi başarmıştı. Diyarbakır'lı avukatlardan sadece Baro Başkanı
Yücel Önen heyet ile görüşmeyi kabul etmişti.
İstanbul'da havaalanına yakın
bir otelde 12 Temmuz 1982 tarihinde Dr. Konrad Meingast ile buluştuk. Daha
önce zorba rejimleri ile idare edilen başka ülkelere gözlemci olarak gittiği
için benden çok daha dikkatli davranıyordu. Otelde konuşmamızı uygun görmeyerek
dışarıda tenha bir caddenin kaldırımında da değil caddenin ortasında yürümeyi
tercih ettiki orada bizi en hassas mikrofonlar bile zor işitirdi. Aslında
konuşacak fazla bir şeyimiz de yoktu. Daha önceki heyet gibi doğrudan mahkeme
salonlarının yerine gidip adli müşavir ile kavga mı edecektik, yoksa otelden
sağı solu arıyarak yazılı resmi izin almaya mı çalışacaktık? Sonuçta bir
hukukçular kuruluşunun temsilcisi olarak ilk önce Baro Başkanına gidip
onun fikrini almayı uygun bulduk.
Ertesi gün uçakla Diyarbakır'a
gidip daha önce yer ayırttığımız Demir oteline yerleştik. Gitmeden önce
Almanya'da konuştuğum avukat Şerafettin Kaya'ya göre bu otelde "ajan" kaynıyordu.
Fakat Diyarbakır'ın neresinde ajan yoktu ki? Ayrıca biz çok açık geziyorduk,
önceden haber de vermiştik. Gene de resepsiyonda dışarıdaki ekibine telsizle
emir veren biri ile karşılaştığımda tuhafıma gitti. Her sokak köşesinde
en az iki kişi, açıkça görülen tabanca ve telsizlerle, nöbet tuttuğu bir
ortamda daha önce bulunmamıştım.
Fazla oyalanmadan Dr. Meingast
ile beraber Diyarbakır Baro Başkanı Yücel Önen'i makamında ziyaret etmeye
gittik. Ortağı ile beraber bizi bürosunda karşılayan Yücel Bey, baro başkanı
olmasına rağmen yabancılarla konuşmakta pek rahat değildi, ama bir meslektaş
olarak Dr. Meingast'a elinden geldiği kadar yardımcı oldu. Yardım etmezseydi,
belki hiçbir dava izleyemezdik. Yücel Önen bizi yemeğe de davet etti, fakat
bizden ötürü zor duruma düşmesin diye konukseverliğini ısrarla reddettik.
Duruşmaları izleyebilmek için gereken izni doğrudan Emniyet Müdürü'nden
almamızı önerdi.
Sıkıyönetim ile idare edilen
bir ülkede askeri mahkemelerde görülen davalara girebilme olanağının polisin
elinde olması bize garip geldi, fakat Yücel Bey bu konuda oldukça emin
görünüyordu. Önerisi üzerine oraya gitmeye kalktığımızda hiç bir itirazımızı
kabul etmeyerek bizzat kendisi hemen bizimle beraber geldi. Daha dış kapıdan
içeriye girerken basit memurların sert tavırlarına Yücel Bey fazla aldırış
etmeden bizi hemen müdürün katına kadar çıkarttı.
Çok uzun beklemeden müdür
bey baro başkanını dışarıda bekleterek bizi kabul etti. Emniyet Müdürü
Yahya Gök, bir basketbol sahasının yarısı kadar geniş olan müdüriyet odasında
bizi karşıladı; bir Avusturya'lı ile bir Alman'ın geleceğini bildiği için
oldukça temiz bir Almanca ile bizi hemen sorguya çekti. Konuşmasında Türkiye'nin
bu zor günlerinde kimsenin dışarıdan gelenleri hoş karşılayamıyacağını,
"gözlemcilerin" art niyetlerinden şüphelendiğini vs. sözleri ile bizi ikaz
etmeye çalıştı. O anda, bu adama boşuna geldiğimizi, salt Almanca bildiği
için bize uyarıp başka kapıya göndereceğini tahmin ettim.
Dr. Meingast amacımızı anlatırken
bir iki yerde Yahya Gök "ne demek?" diye sorunca konuşulanları Türkçe'ye
çevirdim ve doğal olarak kendi dilini bilmemden ötürü hemen takdir edildim.
En fazla 5 dakika süren konuşmamızın sonunda Emniyet Müdürü isteğimizi
anladığını, gereken yerlere müracaat ederek bizim için izin almaya çalışacağını
belirterek, otele gidip beklememizi buyurdu. "İşimiz" bitti ve kendisinden
izin isteyerek derhal ayrıldık.
Otelde 2 saat kadar odamızda
beklerken sıcaktan ötürü en az 5 kez duş alıp hiç havlu kullanmadan hemen
kurulandığımı hatırlıyorum. Temmuz'un sıcaklığı o günlerde 40 derecenin
üstünde idi. İki buçuk saat sonra Emniyet Müdürlüğü'nden gelen telefon
haberine göre ertesi gün istediğimiz davaya girecektik; yazılı bir izne
gerek yoktu. Görevimizin en zor kısmının bittiğini sanıyordum, ama ertesi
günkü görevim hiç de kolay olmayacaktı.
14 Temmuz 1982 tarihinde sabah
8.30'ta biz 7. Kolordu ve Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri'ne giden nizamiye
kapısında idik. Tam varmadan önce bütün trafik durduruldu. Kapıya kadar
önümüzde 10 araba ya var ya yoktu. Kolaylıkla yayan yürüyebilirdik, fakat
taksi şoförü inmememiz için bizi sert uyardı. O anda tutukluları mahkemeye
götüren konvoy geçtiği için vurulabilirdik. Biraz sonra tutukluları getiren
4 araba gördük. Her biri 3 metre uzunluğunda, 2,5 metre genişliğinde ve
2 metre yüksekliğinde salt demirden olan kafes niteliğinde idi, ön tarafta
30 santım çapında bir delikten başka yerden hava ve ışık girmiyordu.
Biz salt gömlekle dolaştığımız
halde terler içinde idik. Saatlerce mahkemeye götürülmek için bekleyen
tutukluların durumu acaba neydi? Bir arabada kaç kişinin bulunduğunu kesin
olarak tespit etmemiz mümkün değildi, ancak delikten görülen kafalar yüzünden
tıka basa dolu olduklarından şüphe yoktu.
Mahkemelere varmadan önce
herkes "tutuksuz sanık", "avukat" ya da "izleyici" olarak yakasına kart
takmak zorunda idi. Biz, yabancılar, herhangi bir kuyruğa girmeden (avukatlar
için kuyruk yoktu gerçi) hemen "müdür" odasına alındık. Görevli memurlar
izin aldığımıza inanmıyorlardı. "Müdür" biraz sonra odasından ayrılıp,
gelenlerin üstünü aramakla görevli birinci şubeden bir bayan ve bir erkek
polisi yanımıza nöbetçi olarak verdi. "Müdür" bey bilmediğimiz bir yöne
doğru kaybolduğu sırada polis memurları Türkçe konuştuğumu fark edince
buzlar yavaş yavaş erimeye başladı. İsparta'lı olan adam benim de İsparta'dan
arkadaşlarım olduğunu duyunca nerede ise "hemşehri" çıktık. Önceden çantalarımızı
çok sıkı bir biçimde aramak isteyen adam duruşmaya gitmemize izin verildiğinde
üstümü bile aramadı.
Bir 30 dakika kadar bekledikten
sonra "müdür" beyin yerine yüzbaşı Ziya Gül geldi ve bizimle beraber davalara
gireceğini belirtti. Türk Haberler Ajansı'ndan gelmiş bir muhabir, yabancı
bir heyetin geldiğini görünce, doğal olarak aynı davaya girmek istedi ve
hangi davaya gireceğimizi yüzbaşıdan sordu. Ona PKK Urfa davasına girmek
istediğimizi söylemiştik, fakat herhangi bir açıklama yapmadan kendimizi
biraz sonra PKK Mardin davasında bulduk. (Dr. Meingast Diyarbakır'dan ayrıldıktan
sonra o gün PKK Urfa davası sanıkları cezaevinde açlık grevine girdiklerini
açıkladıklarını öğrendim).
Bu arada saat 9.30'u gösteriyordu
ve 90 tutuklu sanığın hazır bulunduğu 385 kişilik davanın duruşmasına başlanmış
oldu. Biz geç gelmiştik, ama avukatlardan henüz kimse yoktu. Bizden 15
dakika sonra bir tek avukat geldi (yanılmıyorsam Mustafa Özer). Yüzbaşı
bizimle beraber basın kısmına oturdu ve arada sırada izah edici bilgiler
veriyordu (örneğin sorgularda bahsedilen bir krokiyi kendisi çizmiş gibi
biliyordu). Ben hızlı hızlı not almaya çalışıyordum, ancak mahkeme salonunun
yankılarından, daktilo sesinden ve pencerelerin açık olmasından, mahkeme
heyetine sanıklardan daha yakın oturmamıza rağmen pek bir şey anlıyamıyordum.
Sanıklar, bilinen askeri disiplin
ile, elleri bacakların üstünde, dizleri ile aynı hizada, sırtları dik bir
şekilde, gözlerini yüksekte oturan mahkeme heyetinden ayırmadan oturmak
zorunda idi. Oturdukları tahtalar bölümünün sağı, solu, önü ve arkasında
makinalı tüfekli, ateş etmeye hazır askerler bekliyordu. Sıcaktan ötürü
açık olan camların dibinde gene silahlı askerler nöbet tutuyordu. Ayrıca
tutuklu bölümlerin arasında coplu askerler vardı. Sanıklar askeri disiplin
ile yerlerinden kalkıp sorgu yerinde mahkeme heyetine askeri selam verdikten
sonra her soruya karşı "evet, komutanım" ya da "hayır komutanım" diye yanıt
vermek zorunda idiler. Buna karşı yargıçlar "evladım" ve "sen" diye hitap
ederlerdi (başka günlerde belki "ulan" daha çok geçerdi). Sorgular bittiğinde
gene askeri bir selam çakarak sanıklar yerine oturabiliyordu.
Biz girdikten sonra duruşma
1,5 saat daha devam etti. O zaman içinde iki sanığın sorgusu ancak yapılabildi,
çünkü o gün yabancılar geldiği için sanıkların söylediğini kısaltılmış
olarak da olsa tutanağa geçmek gerekiyordu. Ancak her iki sanık işkenceden
bahsedince tutanak işlemi çalışmadı. Vehbi Gökçe adında bir sanık 68 gün
işkencede kaldığını ve sözde örgüt üyesi olarak adını verdiği 40 kişinin
isimlerini sınıf arkadaşı ya da köylüsü olarak polise belirtmiş olmasına
rağmen gözleri bağlı olarak ifadesini imzalamak zorunda olduğu için polisin
ne yazdığını bilmediğini vurgulamasına karşın tutanağa sadece "polis ifademi
kabul etmiyorum" cümlesi yazıldı.
Birinci sanıktan daha iyi
Türkçe bilen ikinci sanık bazı hususlarda mahkeme heyeti ile tartışmaya
kalkınca saat 11.30'da duruşma ertelendi. Yüzbaşıya, yargıçlarla ve savcı
bey ile görüşmek istediğimizi belirtmiş olmamıza karşın "işleri çok" diye
olanak tanınmadı ve dışarıda gördüğümüz tek savunma avukatı ile ancak yüzbaşının
huzurunda görüşebildik. Sorularımıza genellikle yüzbaşı yanıt verip "böyle
değil mi?" diye avukattan tasdik almaya çalışıyordu.
Çok şey görmüştük, ama Dr.
Meingast tek bir dava ile yetinmek istemiyordu. Saat daha erken olduğu
için başka davaya girmek istediğimizi ısrarla belirtmemize rağmen, o gün
için tüm duruşmaların bittiğini, ertesi gün başka duruşma varsa "tekrar
gelebilirsiniz" diye cömertlik göstererek yüzbaşı bizi uğurladı.
Zamanımız çok olmasına rağmen
Dr. Meingast başka avukatlar ya da kişiler ile ilişki kurmamıza kesinlikle
karşı çıkıyordu. Gördüğüm sıkı denetimden ötürü ben de ona hak vermek zorunda
idim ve o gün sadece biraz turistlik yaparak istirahata çekildik.
Ertesi gün gene erkenden nizamiye
kapısında idik. Bu kez yüzbaşı Ziya Gül bizi karşılıyarak (belki de sadece
"küçük" davaları izlemek istediğimiz için) fazla sınırlama getirmedi. 5
tutuklu sanığın yargılandığı bir KUK davasını, sadece kimlik tespiti sırasında
izledik. Suriye uyruklu bir Kürt Arapça olarak ifade vermek istediğinde
ona mübaşirlerden Kürtçe bilen bir tercüman bulundu, ancak her ikisi ayrı
şiveler konuştuğundan adamın doğum tarihi bile zor öğrenildi. İkinci davada
tek olarak yargılanan bir sanık KAWA adına banka soyduğunu itiraf etti.
İzlediğimiz üçüncü davada
4 kişi yargılanıyordu. Apocular olarak bir köye baskın düzenlediklerini
ispat edebilecek tek tanığın polise verdiği ifadesini işkence altında alındığını
açıkça belirtmiş olmasına rağmen, mahkeme sanıkların tahliye taleplerini
reddederek duruşmayı bir ay sonraya erteledi. Dördüncü davada tutuksuz
tek bir sanık olduğu için fazla durmadık. O davanın esas tanığı gene PKK
Urfa grubunda yargılanan bir sanıktı ve daha önce yapılan bir duruşmada
polis ifadesinin işkence altında alındığını ve gözleri bağlı olarak imzaladığını
belirtmişti.
Beşinci dava bizim için asıl
ilginç olacaktı, çünkü orada bir avukat yargılanıyordu. Avukat Mahmut Bilgili'nin
dışında öğretmen Gülten Özer 23 aydır tutuklu idiler. Davada yargılanan
diğer 3 sanık tutuksuz olarak yargılanıyorlardı. İzlediğimiz duruşmada
PKK ana davasında (Diyarbakır grubundan) idam talebi ile yargılanan itirafçı
sanık Hıdır Akbalık tanık olarak dinlendi.
Almanya'da çevirmen olarak
bir çok davada (örneğin trafik suçundan) polis memurlarının tanıklığını
görmüştüm. Profesyonel bir biçimde künyelerini veriyorlardı. Türkiye'nin
Almanya'dan aldığı ceza yargılama usülü yasasına göre hemen "sanıkla akrabalığım
yok" diye eklerlerdi. Hıdır Akbalık tanık kürsüsüne geldiğinde (Almanya'da
geçerli olmayan bir biçimde) askeri selamını verdikten sonra Alman polisleri
gibi künyesini okuduktan sonra yemin ettirildi. Hıdır Akbalık, usülünü
iyice ezberlemişti. Sanıkları tanıyıp tanımadığı sorulunca Mahmut Bilgili
için "evet" Gülten Özer için "hayır" dedi. Sonra, Alman polis memurlarından
daha muntazam bir şekilde, "bildiklerini saydı".
İfadesine göre avukat Mahmut
Bilgili, PKK davalarına bedava bakıyordu; buna karşı PKK ona ev ve geçimini
temin ediyordu; başka davalardan aldığı paraları örgüte teslim ediyordu,
hatta örgüt evinde beraber bile oturmuşlar; cezaevine düşen militanlar
ile örgüt arasında kuryelik yapıyordu ve Hamit Baldemir avukatla kurulan
ilişkiden sorumlu idi. Mahkeme heyetince sorulan sorulara aynı kesinlikle
yanıt veren tanık profesyonel bir biçimde hiç bir yorum katmıyordu.
Öğretmen Gülten Özer'in PKK
üyesi olduğuna dair tek delil, avukat Mahmut Bilgili'nin dairesinin bulunduğu
binada kimliğin bulunması idi. Hıdır Akbalık sonradan onu tanır gibi olması
("abisini tanıyordum, bir kez onları beraber gördüm" demesi) bayanın fazla
tutuklu kalmasına bir neden sayılamazdı ve savcının karşı çıkmasına rağmen,
belki yabancıların bulunmasından ötürü, bir tahliye kararı çıktı.
Sanık Mahmut Bilgili, tanığın
ifadesini reddetmesi ve savunmasına gelen 4 avukatın sözcülüğünü yapan
Yücel Önen'in cesur savunmasına rağmen tutuklu kaldı ve duruşma 17 Ağustos
1982 tarihine ertelendi. Genç avukatın ondan sonraki "kaderini" yakından
takip etme olanağım olmadı. Öğrendiğim kadar ile onu daha büyük "felaketler"
bekleyecekti. Diyarbakır Askeri Mahkemesi'nce 8 yıl ağır hapis cezasına
çarptırılan avukat Mahmut Bilgili Mart 1986'da infaz yasasında yapılan
değişikliğinden faydalanarak, % 40 kuralı ile cezasını çektikten sonra
tahliye olmuş.
Üyesi olduğu savıyla ceza
aldığı örgütün yardımı ile yurtdışına çıkabilmiş ve Holanda'ya Amsterdam
kentine gelmiş. Başından geçen olaylar yüzünden kimseye adresini vermemekte
direnen Mahmut Bilgili, yabancılar (ve bu arada uluslararası af örgütü
temsilcileri) ile cezaevi koşulları hakkında bilgi istediklerinde buluşmayı
bile reddetmiş, yani özet olarak çok temkinli davranmış. Duyduğuma göre
PKK adına yurtdışında çalışmaya yanaşmamış, sözcülüğünü yapıp toplantılara
konuşmacı olarak katılmayıp ancak PKK'ya karşı herhangi bir faaliyet geliştirmiyeceğini,
yani kısacası "rahat" bırakılmak istediğini beyan etmiş.
Ancak uzun sürmeden ölüsü
Amsterdam'ın sularında bulundu. Yakalanan bir sanıktan öğrenildiği kadar
ile PKK'ya mensup ve aynı zaman Mahmut Bilgili'nin akrabası durumunda olan
kimselere örgüt "infaz emrini" vermiş ve gerçekleştirenler hemen ortalıktan
kaybolmuşlar. Şoförlüğünü yapan sanık az bir zaman "yattıktan" sonra serbest
bırakılmış. 6 yıl en kötü koşullarda Diyarbakır zindanında yatan genç ve
yetenekli bir insanın yaşamını bu şekilde bitirtmeyi uygun görenlere neyi
ve kimleri kurtaracaklarını merak ediyorum.
Dr. Konrad Meingast ile beraber
izlediğimiz davalar bitmişti. Kendisi hemen o gün uçakla memleketine dönüp
raporunu hazırladı. Ben bir gün daha kalıp, 26 saat otobüs yolculuğu ile
İstanbul'a, oradan Almanya'ya döndüm. Dr. Konrad Meingast'ın raporunun
sonuç kısmı kısa olduğu için (ayrıca sonradan başıma başka "işler" getirdiği
için) Almanca'dan Türkçe'ye çevirdim:
Sonuç (tespitler):
1) Bir çok sanığın ve tanığın
ifadeleri
a) işkence uygulamalara maruz
kaldıkları,
b) tutukluların insanlık dışı
ve aşağılayıcı muamele gördükleri,
c) itirafa zorlandıkları gibi
insan haklarının ihlal edildiğini
göstermektedir.
2) Adil bir yargılamadan bahsedilemez:
a) Tutukluluk süresi uygunsuz
olarak uzatılmaktadır.
b) Engellenmeden savunma hazırlanması
yeterince garanti altına alınmamıştır.
c) Duruşmalar kamuya açık
yapılmıyor.
d) Tutanaklar doğru tutulmuyor.
e) Mahkeme salonunda yoğun
askeri güç gösterisi, emniyet gereksiniminden çok açıkça sanık ve tanıkların
sindirilmesini amaçlıyor.
Gmunden, 21 Ağustos 1982
Dr. Konrad Meingast
Dr. Konrad Meingast'ın raporuna
geçmeyen Diyarbakır'da yaptığım bir görüşmemden bahsetmeden bu bölümü bitirmek
istemiyorum. İCJ temsilcisi ayrıldıktan sonra ertesi gün öğlene dek zamanım
olduğu için bazı önlemleri ile Şerafettin Kaya'dan aldığım bir "tavsiye
mektubunu" da yanıma alarak bir avukat arkadaşa uğradım. Peşimde bir "gölge"nin
olmadığından emin olduktan sonra arkadaş beni bir köşeye çekerek orada
yüzünde bile kemikleri görülen ve rengi sapsarı olan bir insanla tanıştırdı.
Adamın cezaevinden yeni çıktığını
anlamak zor değildi, fakat orada avukat Hüseyin Yıldırım'ı tahliye olduğu
ilk günde göreceğimi hiç tahmin etmemiştim. Yıldırım'ın sağlık durumu uzun
ve sesli konuşmasına el vermiyordu. Ayrıca beni bekleyenlerin fazla dikkatini
çekmemek için konuşmamızı kısa tuttuk. Zaten anlattıklarının korkunçluğu
ayrıntılarını sormama da müsaade etmiyordu. "İçeride" kalanların % 90'ının
ağır hasta olduğunu, kendisine yapılan işkencelerden sonra 2 ay serumda
kaldığını ve ancak yurtdışından gelen tepkiler yüzünden serbest bırakılabildiğini
anlattı.
Hala avukatlığa dönebileceği
umudunu taşıyan Yıldırım diğer tarafta başından geçen olaylar yüzünden
çok mahçup olduğunu, kendisini ölü saydığını ancak en kötü durumda bile
ölümün gelmediğini vb. gibi çeşitli yorumlara açık bir çok şey daha söyledi.
Diyarbakir-İstanbul yolculuğumda onun söyledikleri kafamda yankılanırken
Hüseyin Yıldırım'ın bir müddet sonra PKK'nın Avrupa sözcülüğünü yapacağını,
fakat daha sonra Abdullah Öcalan'a ters düştüğü için ölüm listesine alınacağını
bilemezdim tabii.
ULUSLARASI
İNSAN HAKLARI FEDERASYONU (FİDH)
İCJ görevlisi ile Diyarbakır'a
yaptığım yolculuğum 1982 yılı içindeki son gezim olmayacaktı. Merkezi Paris'te
bulunan Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (Federation
İnternationale des Droits de L'homme - FİDH), 12 Eylül öncesi ve sonrası
Türkiye'ye bir çok heyet göndermiş. 1982 yılında Türkiye'ye giden üçüncü
heyet İsviçre'den iki uzmandan oluşuyordu ve özel olarak (askeri) cezaevlerinde
inceleme yapma olanağını araştıracaktı.
O zamana dek Türkiye'ye giden
heyetlerin hemen hemen hepsi değişik davalar izlemekten başka inceleme
olanakları bulamamıştı. Hele cezaevine girmeyi kimse başaramamıştı. Çevirmenlik
yapacağım heyette bulunan, Basel kentinde ceza hukuku avukatı ve hukuk
fakültesinde profesör olan Dr. jur. Peter Aebersold ile Lozan'dan gelen
tıp doktoru Jean Alain Dubois bu konuda pek iyimser değillerdi. Onun için
FİDH görevimizi, cezaevlerine girmeye başaramazsak girebilme koşullarını
araştırmak olarak belirlemişti.
Araştırmamızı hazırlamak için
üçümüz önce Basel'de buluştuk. Orada "Türkiye Koordinasyon Grubu" bazı
malzemeler hazırlamıştı (örneğin Mamak ve Diyarbakır Askeri Cezaevinde
tutuklu olan bazı kişilerin künyeleri ve fotografları bize verildi). İlk
görevimiz cezaevi koşullarını araştırmak olmakla beraber tali olarak siyasi
davalarının hukuk kurallarına uygunluğunu da araştıracaktık. Cezaevlerine
girip, inceleme olanağını bulduğumuzda özellikle Dr. jur. Peter Aebersold'un
10'den fazla ülkede (Çin de dahil olmak üzere) böyle incelemelerde bulunmuş
olması bize iyi bir değerlendirme olanağı sağlayacaktı.
Türkiye'ye hareket etmeden
önce Bern'de bulunan Türk Elçiliği ile İsviçre Dışişleri Bakanlığı haberdar
edildi. 18 ile 24 Kasım 1982 tarihlerinde Ankara'da çeşitli temaslarımız
oldu. Amacımız cezaevlerini ziyaret etmek olduğu için her şeyden önce diplomatik
destek aradık. Hiç birimiz FİDH'e üye değildik, ancak oradan görev aldığımız
için önce Fransa Büyükelçiliği'nden destek aradık. Kuruluşun merkezi Paris'te
olduğu için belki bize yardım ederlerdi, ancak çok kısa görüşmemizde Ermeni
sorunu yüzünden Fransa ile Türkiye'nin arası açıldığı ve Fransa temsilcisi
bizim için arabuluculuk yapmaya kalkarsa faydadan ziyade zarar getireceğini
belirtildi.
Geriye sadece iki uzmanın
vatandaşı oldukları İsviçre Büyükelçiliği kalıyordu. "Tarafsız" bir ülke
olduğu için oradan gelen müracaatlar her halde olumlu karşılanırdı. Önce
müşavir René Pasche bizi kabul etti ve hemen sonra Büyükelçi Dieter Chenaux-Repond
da görüşmemize katıldı. Çok önceden ve yurtdışından diplomatik kanallardan
müracaat etmediğimiz için amacımıza ulaşacağımıza pek ihtimal vermiyordu.
Buna rağmen hemen arabasına
atlayıp Dışişleri Bakanlığı'na gitti, bize de beklememizi söyledi. Döndüğünde
Türk yetkililerin bize uygun bir program hazırlayabileceklerini tahmin
ettiğini belirterek bir, iki gün beklememiz gerektiğini izah ettikten sonra
ayrıldık. İlk görüşmemizde olduğu gibi, daha sonraki görüşmelerimizde İsviçre
Büyükelçisi, sürekli 12 Eylül darbesini savunmaya çalıştı. TRT'den de duyabildiğimiz
bir çok gerekçeleri sayıyordu. Buna rağmen heyetimiz için elinden geleni
yaptığından şüphe etmeye gerek yoktu. Yetkililer ile görüşmemizi sağlamaya
çalıştığı gibi bizimle konuşacak başka kişiler de bulmaya çalıştı. Bazı
tutuklu yakınları ile görüşmemiz kolay olmamakla birlikte, savunma avukatları
tek tek olarak bizimle görüşmeye karşı çıkmadılar, ancak Barolar Birliği
resmi kuruluş olduğu için bizimle ancak izin aldıktan sonra görüşebiliyorlardı.
Dönemin Türkiye Barolar Birliği Başkanı Atilla Sav hemen ilk günden bizimle
görüşmek istediklerine dair bir dilekçe ile Dışişleri Bakanlığı'na başvurdu.
İki gün sonra tekrar Büyükelçi
Chenaux-Repond ile bir araya geldiğimizde yetkililerle görüşme konusunda
yaptığı ilk tahminlerin fazla iyimser olduğu ortaya çıktı. Ne Dışişleri
Bakanlığı ne de Adalet Bakanlığı bizle görüşmeye yanaşmıyordu. Adalet Bakanlığı
ayrıca cezaevleri konusunda uzman bir yetkili ile görüşmemize de karşı
çıkmıştı. Gerekçe olarak başka işlerle meşgul olmaları gösteriliyordu,
örneğin Dışişleri Bakanlığı bazı Afrika ülkelerinden gelen devlet adamlarını
ağırlamak zorunda imiş. Red gerekçesi ayrıca ziyaretimizi zamanında bildirmediğimize
bağlanıyordu. İsviçre Büyükelçisi onun için geriye dönmemizi ve belirli
müracaat prosedüründen sonra gelmemizi öneriyordu.
Salt masraf açısından bile,
bu bizim için mümkün değildi. Ayrıca ileride FİDH'den bir heyetin cezaevlerine
girip giremeyeceği gene belli değildi. Bu durumu kuruluşa elbette iletecektik.
Onlar isterlerse ayrı bir heyet gönderebilirlerdi. Bizim için ikinci bir
konu daha vardı: davaları izlemek. Ancak bunun için elimizde belirli bir
plan yoktu.
Ankara'da o dönemde 3 büyük
dava görülüyordu. MHP davasında deliller okunuyordu. O yüzden pek ilginç
değildi. TKP davası ancak bir kaç gün sonra devam edecekti ve ana Devrimci
Yol davasına 6 Aralığa kadar ara verilmişti. Büyük davalara giren yabancılar
çok olduğu için biz "küçük dava"larla yetinmeye karar verdik. Duruşma tarihlerini
Sıkıyönetim Komutanlığı'nın Adli Müşavirliği'nden öğrenecektik.
Mamak askeri bölge içinde
adli müşavir olarak albay Yılmaz Hızlı tarafından kabul edildik. Elinde
duruşmalara ilişkin herhangi bir liste yoktu. Belki büyük davalar görülmediği
için bizi "askeri mahkemede dava yok" diye savuşturmak istedi. Bu kez biz
orada da asıl isteğimizi, yani bir askeri cezaevini, örneğin Mamak cezaevini
gezmek istediğimizi yineledik.
Böyle bir konu elbette yetkisini
aşıyordu. Makam odasından komutanına telefon açtırıp, telefon bağlandıktan
sonra ayağa kalkarak karşı taraf ile "emrederseniz komutanım" gibi sözlerle
kısa bir görüşme yaptı. İsteğimiz iletilmişti ve hemen "hayır" da denilmemişti.
Pek ümitli değildik, ancak bu kez albaydan cezaevi konusunda bilgi almaya
çalıştık. Doktor Jean-Alain Dubois cezaevine giremediğimiz takdirde özellikle
sağlık konusunda bazı soruları cezaevinde çalışan bir doktor ile tartışmak
istediğini belirtti.
Albay Yılmaz Hızlı ile sürdürdüğümüz
görüşme henüz somut bir sonuca ulaşmadan birden dışarıda bekleyen subay
ve askerlerin, sonra da albayın da ayağa kalkması ile bir durum değişikliğini
fark ettik. Kasım ayı olmasına rağmen kısa kollu gömleği ile bir adam odamıza
girdi. Genel hava içinde biz de ayağa kalktık. Gelen kimse kendisini tanıtmadan
oturmamızı söyledikten sonra bizi sorguya çeker gibi bir daha geliş nedenimizi
sordu.
Gelen adamın kim olduğunu
tahmin etmek zor değildi. General yıldızlarını omuzunda görmüyorduk (görseydik
bile rütbeleri ayırtedebilecek durumumuz yoktu), fakat bizimle Recep Ergün,
Ankara 4. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanı'nın konuştuğundan şüphemiz yoktu.
Türkiye'de komutan düzeyinde olan hemen hemen tüm generaller gibi Recep
Ergün'ün de "babacan" tavrı her halinden belli idi. Yabancı olduğumuz için
bize "evladım" diye hitap etmiyordu. Ancak konuşma tarzı ondan çok aşağı
kalmıyordu. Kendisi Almanya'da "misafir" olarak bulunduğunda (yoksa askeri
eğitim mi görüyordu?) istediği zaman cezaevlerine gidemediğini, dolayısıyla
Türkiye'ye dışarıdan her gelene hemen cezaevleri göstermemelerinin çok
doğal bir davranış olduğunu bize izah etmeye çalıştı.
Recep Ergün'ün Almanca'sı
da fena değildi. Diyarbakır'daki emniyet müdürü aklıma geldi. Demek, önemli
mevkilerde oturanlar Almanya'da belirli bir eğitimden geçiyorlardı. Cezaevi
konusunda tavrı kesindi: girmek yok. Biraz önce albay Hızlı ile yaptığımız
konuşmada ifade ettiğimiz tali arzumuzu tekrar ettik. Komutan tamamen boş
dönmemizi istememiş olacak ki cezaevinden bir doktorun gelip bize bilgi
vermesini buyurdu ve yanımızdan ayrıldı.
15 dakika içinde Mamak Askeri
Cezaevinde doktorluk yaptığı iddia edilen bir subay geldi. Doğal olarak
Jean-Alain Dubois meslektaşı ile bazı konuları görüşmek istedi, ancak hemen
hemen tüm sorulara hukukçu olan albay Yılmaz Hızlı yanıtlıyordu. Subay
ancak kafası ile "evet" diyebiliyordu. Bu doktorun tüm hal ve hareketleri
bende, onun Mamak'tan hiç haberi olmadığı izlenimini uyandırdı.
Doğru yanlış, Mamak Askeri
Cezaevi hakkında bazı bilgiler alabildik. Kapasitesi belli olmamakla beraber
o gün orada kalan tutuklu sayısı bize 1960 olarak verildi. Gazete haberlerinden
bildiğimiz rakamlar Eylül 1981 tarihinde 2000 tutuklunun kaldığı Mamak'ta
iki ay sonra, Kasım 1981 tarihinde, tutuklu sayısı 3187'e yükseldiğini
biliyorduk. Bunlara 10 doktor ve 1 diş doktoru (sürekli) baktığı şeklinde
verilen ek bilgiler, bazı eski tutukluların, tutuklu yakınlarının ve avukatların
bize verdiği bilgiler ile pek bağdaşmıyordu, ancak yerinde inceleme yapamadığımız
için tersini kanıtlıyacak herhangi bir delil ileri süremedik tabii.
Duruşma tarihlerini öğrenememiştik,
ancak sıkıyönetim komutanı ile görüşmüş olma şerefi ile Mamak askeri alanından
ayrıldık. Rüzgar cezaevleri tarafından esiyordu. Askeri disiplin altına
sokulmaya çalışılan siyasi tutukluların, yüksek sesle söylemek zorunda
oldukları marşlarla yaptıkları eğitime gözümüzle değilse kulağımızla tanık
olduk.
İsviçre Büyükelçi'nin yetkililerden
aldığı bilgilere göre Barolar Birliği ile görüşmemiz izne tabii değildi.
Ancak Atilla Sav'ın bize gösterdiği 7 No'lu bildiriye göre böyle bir iznin
mutlaka gerekli olduğunu biliyorduk. Ankara'da geri kalan zamanımız içinde
bazı siyasi davalara girip, resmi izin için bir iki gün daha bekleyebilirdik.
Bazı avukatlardan girdikleri "küçük" davaların saatlerini öğrenmiştik de.
Ancak önce başka sürpriz bir gelişme ile karşılaşacaktık.
Askeri yöneticilerle (Ankara'da
MGK'den sonra en büyük yetkili ile) görüştüğümüzü duyan Dışişleri Bakanlığı
daha önce bizi kesinkes reddetmesine rağmen bu sefer görüşmek için bizi
kendileri davet ediyorlardı. Bir an için şeref meselesi yapıp gitmemeyi
düşündüysek de bu olanağı kaçırmamaya karar verdik.
Bizi karşılayan (daha sonra
Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın sözcüsü durumuna yükselecek olan) Dışişleri
sözcüsü Kaya Toperi önce İnglizce olarak bize "ders vermeye" çalıştı, daha
sonra aramıza katılan genç bir memur aynı görevi Fransızca olarak devam
ettirmeye çalıştı. Daha sonra bildikleri yabancı dil yetmeyince çevirmenlik
gene bana düştü. Görevim, konu itibarıyla belki zor değildi, ancak "düşmanca"
yapılan saldırı niteliğinde geçtiği için "sinir harbi" haline döndü.
Kapıdan girer girmez Kaya
Toperi salt beni hedef almış biçimde, Türkçemi kontrol etmek için toplantı
salonuna girinceye kadar en ağır sitemlerini bana ve "benim gibilere" yöneltti.
"Daha önce Uluslararası Hukukçular Komisyonu'ndan gönderilen avukat Konrad
Meingast'la beraber gelen siz değil misiniz? Bakanlığı'mda özellikle benim
yoğun uğraşım sonucunda aldığınız dava izleme iznini çok kötüye kullandınız.
Ne biçim bir rapor hazırladınız? Avukat bunu öyle yazmadı; bu şekilde yazılmasından
siz sorumlusunuz!" ve bir süre sitem daha saydı. Sinirinden nerede ise
titreyen adama laf anlatmam mümkün değildi. Belki de tercümanlık nedir
bilmezdi ya da bilmek istemiyordu. Belki de amacı sadece beni sinirlendirmekti.
Görüşme odasına girdiğimizde
saldırı niteliğinde konuşmasını bu kez diğer heyet üyelerine yöneltti.
12 Eylül harekatı ile Türkiye'nin huzura kavuştuğunu, yabancıların ise
bu huzuru bozmaktan başka gayeleri olmadığını, samimi olsalardı darbeden
önce, her gün 30 kişinin öldüğü dönemlerde gelmeleri gerektiğini söyledi.
Hemen hemen hiç nefes almadan, suratımıza tokat atarcasına bizleri suçluyordu.
Görüşmenin seviyesi son derece
düşüktü. Ben mümkün olduğu kadar soğukkanlığımı kaybetmeden çevirmenlik
görevimi yerine getirmeye çalıştım. Konuşmada geçen her sözü hatırlamam
olanaksız. Yanımda bulunan İsviçre'liler Türkiye'de insan hakları konusunda
işittikleri şikayetlerin doğruluğuna inanmak üzere olduklarını, tarafsız
heyetlerin cezaevlerine sokulmadan bu tür söylentilerin sonu gelmeyeceğini
ve raporlarında hangi konulara yer vereceklerini açıkça beyan ettiler.
Kaya Toperi ve yardımcısı ise Kızılhaç, Avrupa Konseyi, Uluslararası Af
Örgütü, Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu veya başka kim gelirse gelsin,
kesinlikle cezaevlerine girmelerine müsaade edilmeyeceğini, Türkiye bağımsız
olduğu için kimseye hesap vermek zorunda olmadığını söyledi. Cezaevlerinin
kötü olmasının eleştirilecek bir yanı olmadığını, "İsviçre'de millet bikini
giyorsa, Türkiye'de yaşayan insanlar bunu giymek zorunda değil" gibi argumanlarla
bizi "ikna" etmeye çalıştı.
Konuşmanın ileri safhalarında
"sakin" bir tercümanlık yapmamın da etkisi ile hava biraz yumuşadı ve biz
Barolar Birliği ile görüşme talebimizi hatırlatabildik. Kaya Toperi gereken
başvurunun geldiğini ancak henüz karar verilmediğini söyledi; ancak heyetin
Türkiye'de kaldığı 27 Kasım'a kadar resmi bir izin alamadık.
Yarım saat içinde tartışma
havası mucize bir şekilde sonunda sohbet havasına dönüştü. Türkçe konuşmamdan
ötürü, memurlar beni "hemşehri" mi saydılar ne, fakat dışarıya çıkarken
ellerine omuzuma koyarak üzülmemem gerektiğini, Türkiye'nin bu arada bir
geçiş dönemi içinde olduğunu ve bir yıl sonra "demokrasiye dönüş takvimi"ne
göre seçimler yapıldıktan sonra gelmemi önererek (ondan önce ayağımı dikkatli
atmam gerektiğini hatırlatmışlardı) nerede ise öpüşerek ayrıldık.
10 günlük "araştırma" gezimiz
her zaman bu denli hararetli sahnelerle dolu olmamakla beraber heyecanlı
geçti. Özellikle eski tutuklular bizimle açık olarak görüşmekten yana değillerdi.
Görüştüğümüz gazeteci, avukat, tutuklu yakını ya da eski tutukluların anlattıklarından
cezaevi koşulları hakkında azçok bir fikir sahibi olabildik. Hemen hemen
herkes işkencenin dayanılmaz boyutta olduğu konusunda hemfikir idi. Bir
tek İsviçre Büyükelçiliği tarafından önerilen, bir ara Le Monde gazetesinde
görev yapmış, dolaysıyla iyi Fransızca konuşan Artun Ünsal da işkencenin
ve insan hakları ihlallerinin varlığını yadsımıyordu, ancak mevcut siyasi
ortamda bunun gerekli olduğunu ve anlatılanların abartılı olduğunu savunuyordu.
Fakat konuştuğumuz diğer kişilerden farklı olarak onun görüşleri doğrudan
izlenimlere dayanmıyordu.
Doğrudan izlenimleri siyasi
davalara girmekle kazanabildik. Ankara Askeri Mahkemesi'nde 8 sanıklı bir
TKP/İşçinin Sesi davasında öğleden sonra duruşma olacağını bir avukat tarafından
öğrenmiştik. Nizamiye kapısında bizi karşılayan subay o gün için herhangi
bir siyasi davanın olmadığını belirterek önce bizi sokmak istemedi. Biz
de, o zaman albay Yılmaz Hızlı ile görüşmek istiyoruz, dedik. O zaman pasaportlarımızı
aldılar ve otobüsle mahkeme salonlarının olduğu yere gelebildik. Biraz
geç olmakla birlikte istediğimiz davaya da girebildik. Bir çok başka davalarda
olduğu gibi herhangi bir öldürme fiili olmaksızın sanıklar 146/1'e göre
idamla yargılanıyordu. Sanıklar, ateşli silahlara sahip olmadan soygun
yapmakla suçlanıyordu. İddia makamına göre sanıklar bu soygunlardan elde
ettikleri para ile silah alıp, sonra Türkiye'nin mevcut düzenini "cebren"
değiştireceklerdi. Sanıklar arasında eski bir CHP milletvekilinin oğlu
da bulunuyordu.
Davayı takip etmek için babası
ve avukatı Emin Değer de gelmişti. Duruşma geç başladığı için onlarla kısa
bir görüşme olanağımız oldu. Temmuz 1980 tarihinde yakalanmış oğlu için
babası bu tür davaların ana noktasını şu sözleri ile ifade etti: "Oğlum
anayasal düzeni yıkmakla suçlanıyor. Ancak beni meclisten atıp, anayasal
düzeni cebren değiştiren oğlum değil ki". Son savunma aşamasına gelmiş
davada bir duruşma daha yapılacaktı ve 7 Aralık 1982 tarihinde bir sanık
için beraat, 3 sanığa ağır hapis cezası ve milletvekilin oğlu da dahil
olmak üzere 4 kişi idam cezasına mahkum olacaktı. Hafifletici nedenlerden
ötürü idam cezaları daha sonra ömürboyu cezaya dönüştürülecekti. Balıkesir'de
oturan adamın 10 yıldan fazla zaman "içeride" olan oğlu hala Çanakkale
E-tipi Cezaevinde cezasını çekmektedir.
Bu davada savunma yapan bir
sanığın ifadesinde ve izlediğimiz diğer davalarda (Ankara'da 15 sanıklı
bir Kurtuluş davası ve İstanbul'da o zaman 62 sanıklı DİSK davasında) bol
bol işkence şikayetler dile getirildi fakat askeri yargıçlar bu konuda
hep kayıtsız kalıyorlardı.
HAMBURG
SENATÖRLÜĞÜ
İnsan hakları konusunu araştırmak
için çeşitli ülkelere heyet gönderen siyasi organlar da vardı. Federal
Almanya'nın bir eyaleti sayılan Hamburg Senatörlüğü 30 Haziran 1982 tarihinde
böyle bir karar almıştı. Heyete kimlerin katılacağı, görevini ne şekilde
yerine getirileceği ve buna benzer konuları somutlaştırması oldukça uzun
zaman almıştı ve bana "çevirmen olarak katılır mısın?" diye sorulduğunda
1983 yılının ilkbaharına girmiştik.
Gidecek olan heyet kalabalık
bir grup olarak düşünüldüğünden benden başka ikinci bir çevirmen daha gitmesine
karar verilmişti. Türkiye'de bu görevi benden daha iyi yapabilecek kişiler
vardı, ancak heyetin dönmesinden sonra başına gelebilecek sorunlar yüzünden
Almanya'dan olması, hatta Alman olması tercih ediliyordu. Onun için Marburg
kentinde oturan, Hessen eyaletinde Türk mahkumların sorunları ile ilgilenen
ve Türkçe'nin yanında bir çok başka dil bilen Hans-Friedrich Kraa'nın gelmesi
kararlaştırılmıştı.
Hazırlık bittiği zaman, heyete
katılan sadece 3 üye kalmıştı: Peter O. Chotjewitz (yazar-hukukçu), Prof.
Dr. Wulf Damkowski (hukuk fakültesinde öğretim görevlisi ve Hamburg Eyalet
Meclisi üyesi) ve Jürgen Schneider (Hamburg'ta ceza hukuku avukatı). Buna
rağmen heyetle beraber gidecek olan iki çevirmenden vazgeçilmedi. 12 Mayıs
1983 tarihinde Türkiye'ye hareket eden heyetin ana görevleri şunlardı:
- Türkiye'de insan hakları
ihlalleri konusunda ortaya atılan iddiaların doğruluk derecesini araştırmak,
- askeri mahkemelerde görülen
"kitlesel" davaları takip etmek,
- Diyarbakır, Mamak ve Metris
cezaevlerindeki durumları araştırmak.
En son konuda daha önce giden
heyetlerden alınan deneyimlerden ötürü pek iyimser değildik, ancak yerinde
inceleme yapılamazsa bile dinlenen "tanıkların" anlatımları ile belirli
bir durum tespiti yapmak mümkün olabilirdi her halde. Heyetin geleceğinden
çok önceden haberdar edilen yetkililer Federal Almanya Büyükelçiliği tarafından
yapılan girişimlere rağmen, cezaevlerinde inceleme, buna eklenen "gözetim
yerleri", "birinci şube" ya da Ankara'da Emniyet Müdürlüğü'nde ünlü DAL
sorgu merkezini görme isteğimizi reddettiler. Bu bizi pek şaşırtmadı.
En yüksek resmi makam olarak
Anayasa Mahkemesi Başkanı tarafından kabul edildik. 1982 Anayasası ile
yetki alanı çok daraltılmış olmasına rağmen askeri yönetim tarafından alınan
önlemleri savunma gereğini duyuyordu. Heyette ağır basan hukukçuların tüm
araştırma boyunca üzerinde titizlikle durdukları "tabii yargıç ilkesi"nin
tam anlamıyla geçerli olduğunu savunuyordu örneğin. 1961 Anayasa'sının
32'nci maddesinde ve 1982 Anayasa'sının 37'nci maddesinde hüküm altına
alınmış "tabii" ya da "yasal" yargıç ilkesiyle ilgili Türkiye'de iyi tanınan
Alman hukukçusu Ernst Hirsch Türk Anayasa'sını yorumlarken şöyle tanımlıyordu:
"Tabii yargıç, geçerli olan
hukuk ilkelerine göre dava ve yer itibarı ile görevlendirme sırasına göre
yetkili olan yargıçtır..." (Ernst Hirsch. Die Verfassung der türkischen
Republik -Türkiye Cumhuriyeti Anayasası- 1966. Madde 32. Dipnot 2)
Anayasa Mahkemesi Başkanı'na
göre kazandığı sınavlar ve deneyimleri ile yeterlilik derecesini kazanmış
her yargıç ne şekilde görevini atanırsa atansın "tabii yargıç" sayılırdı.
Bu anlayışa göre sıkıyönetim komutanları beğenmediği yargıçları istedikleri
zaman görevden alıp davaya tamamen yabancı olan yargıçları atayabilirlerdi.
Anayasa Mahkemesi'ne iki çevirmenle
birlikte gitmiştik, ancak Hans-Friedrich Kraa'yı orada biraz geri çekmek
zorunda kaldık. Türkçe iyi konuşmasına rağmen hep "alttan olan insanlarla",
yani Almanya'da tutuklu olan Türklerle ilgilendiği için Anayasa Mahkemesi'nde
başkan odasına geldiğinde kendini Almanya'daki bir cezaevinin görüşme salonunda
sanıp, çantasını yere koyup, makam masasının bir köşesine oturup "ne haber?"
diye sohbete başlamıştı.
Arkadaşın tecrübesizliği ile
"kırılan tek pot" bu değildi maalesef. Heyet daha önce, konuştuğumuz kişileri
azami ölçüde koruyabilmek için, bazı önlemler üzerinde anlaşmıştı. Örneğin
birinin evine ya da bürusona giderken hep birlikte girmiyorduk. Önce bir,
iki kişi giriyordu. 15 dakika sonra gelen ikinci grup orada izleme ekiplerinin
dolaştığını fark ettiği anda girmiyordu. Avrupa Konseyi delegesi olan hukuk
profesörü Muammer Aksoy'un evine giderken gene öyle yapmıştık. İlk grupta
iki arkadaş ile beni oraya götüren taksi şoförüne bile tam adres vermeyip
iki sokak ötede inip eve yürüyerek gelmiştik.
Hans-Friedrich Kraa ve üçüncü
arkadaş otelde kalıp başka işleri bitirmeye çalışıyorlardı. Ancak lüzumlu
olduğu zaman peşimizden gelmelerini söylemiştik. Biz daha 20 dakika ancak
oturmuştuk, birden telefon çaldı. Telefonun öbür ucunda Hans arkadaş sadece
"geleyim mi?" diye sormak istiyordu.
Aslında iki çevirmenin olmasının
epey faydası vardı. Bu sayede Ankara'da işimiz bittiğinde bir kısmımız
Diyarbakır'a gidebildi. Diğerler İstanbul'a hareket ettiler. Yeniden Diyarbakır
deneyimini yaşamak istemediğimden İstanbul'a gidenlerle beraber kaldım.
Haklı olduğumu oraya gidenlerin dönüşünde öğrendim. Cezaevine yakın bir
yere gidemedikleri gibi, siyasi davalara da sokulmadılar ve Hans-Friedrich'in
heyecanla anlattığı olaylardan oraya giden iki kişinin epey korktukları
anlaşılıyordu. Bu hususta Hans Friechrich'i salt tecrübesizlikle suçlamak
doğru değil her halde.
İki ayrı grup oluşturabildiğimiz
için heyetin ana görevi olmayan konulara da girebildik. Yıl sonuna doğru
seçimler olacağı kesindi ve bir çok çevrede yeniden siyasi faaliyete geçmek
üzere yoğun kulisler vardı. Ankara'da aynı otelde kaldığımız Hüsamettin
Cindoruk, Süleyman Demirel'in sağ kolu sayılırdı ve onun görüşlerini almak
bizim için önemli idi. Bu konuda benden daha girişkin olan Hans-Friedrich
Kraa, Cindoruk'un yardımcılarından yazılı sorularımıza yanıt verebileceğini
öğrenmişti ve ona göre biz "siyasi partilerinin kurulmasında herhangi bir
engel görüyor musunuz?" "Batı'lı ülkelerde siyasi iktidar silahlı kuvvetlerin
üstündedir. Türkiye'de sanki tersi işlenmektedir. Bu doğru ise, siyaset
için zorluklar var mı?" "Gözaltında işkence yapıldığı sık sık iddia edilmektedir.
Bu doğru mudur ve ona ilişkin elinizde bilgiler var mı?" gibi sorular sormuştuk.
Ancak iki gün beklediğimiz halde yazılı bir yanıt gelmedi. Yardımcısı bize
genel bir yorum iletti: "Türkiye'deki mevcut ortamında sorularımıza yanıt
vermesi mümkün değildi, çünkü bir siyasetçi olarak [takibata uğramadan]
neleri söyleyebileceği belli değildi." Hüsamettin Cindoruk'un da hukukçu
olması yanıtın uslubunda seziliyordu.
Öte yanda siyasete tekrar
soyunan ve askeri yönetim zamanında fazla zarara uğramayan (siyaset yasağı
altında bulunmayan) bazı sözde sosyaldemokratlar bizimle görüşmeyi kabul
etti, ancak genellikle askeri yönetimi savunur duruma girdiler ("işkence
gereklidir" demeleri gibi).
Benim için en önemli görüşmemiz
o tarihlerde İstanbul Askeri Mahkemesi'nde yargılanan Türkiye Yazarlar
Sendikası yöneticileri ile gerçekleşti. Toplantıyı samimi bir arkadaş gibi
davranan Emil Galip Sandalcı örgütledi. Katılanlardan hatırlayabildiğim
Vedat Türkali, Demirtaş Ceyhun ve Ataol Behramoğlu vardı. Öykülerine hayran
olduğum Aziz Nesin'in gelmesinin benim için ayrı bir önemi vardı. O zamana
dek askeri bir gelenekten geldiğini bilmiyordum. Yanımızda bir yazarın
bulunması belirli bir meslektaş havası yaratmıştı, ancak konuşma büsbütün
sendikal ve siyasal konularda geçti. Heyetin Türk ordusuna ilişkin soruları
Aziz Nesin, yapısını iyi bildiği için çok net yanıtlayabiliyordu.
Yanımızda bulunan yazar arkadaşın
Türk generallere ilişkin ilginç gözlemleri de vardı. Bir kaç kez konuşulanları
anlamadan, TRT televizyon haberlerini izlemişti. MGK üyelerinin törenlere
katıldıklarını haber olarak sunulan programda "beşi bir yerde" gösteriliyordu
[acaba birbirine güvenmiyorlar mı? diyordu Peter O. Chotjewitz]. MGK ve
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in uçaktan indiği herhangi bir
alanda durgun kitleye hitaben konuştuğu, daha sonra gene uçağa binip bir
başka yerde yapılan bir törene katıldığı TRT haberlerinin ana konularını
oluşturuyordu. Bir ara Peter bana döndü ve "iyi bir diktatör değil" dedi.
Nedenini sorduğumda "bak," dedi "adam asker şapkasını hiç çıkartmıyor.
Ne kameraya doğru ne de kitleye doğru keskin bakışlar ile etkileme yeteneğinden
yoksun bu." Arkasından haber yapımcılarının zayıflığına da işaret etti,
çünkü durgun görüntülerle belirli mesajları destekleyecek bir hareket te
yoktu. İçimden acaba arkadaşı danışman yapsalardı generaller daha etkili
mi olurdu diye bir düşünce geçmedi değil.
10 gün birlikte olduğum heyet
üyeleri ile işimiz hemen bitmedi. Döndükten sonra yoğun bir çalışma ile
3 ay içinde 149 sayfalık bir rapor hazırlandı ve (hiç olmazsa Almanca konuşan
çevreler için) ince, ayrıntılı ve güvenilir bir rapor oldu. Türkiye'de
görülmekte olan "kitlesel" davalar hakkında istatistiki bilgilerin de yer
aldığı raporun sonuç kısmında Türkiye'de ihlal edilen temel hak ve özgürlükler
sıralandı. Her birinin salt uygulamada değil, bazen yasal seviyede bile
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) ve Birleşmiş Milletlerin Evrensel
İnsan Hakları Bildirgesi'nin (BM maddelerine) ters düştüğü de belirtiliyordu:
- yaşam hakkı ve işkence
yasağı (2,3-AİHS; 3,5 BM)
- eşitlik ilkesi, aşağılama
yasağı, azınlıkları koruma ilkesi (14-AİHS; 1,2,7 BM)
- din, dünya görüşü
ve siyasi düşünce özgürlüğü (9-AİHS; 2,14 BM)
- düşünce ve basın özgürlüğü
(10-AİHS; 19 BM)
- bilim ve sanat özgürlüğü
(10-AİHS; 27 BM)
- özel yaşam ve konut
özgürlüğü (8-AİHS; 12 BM)
- toplantı ve gösteri
özgürlüğü (11-AİHS; 20 BM)
- siyasi partiler içinde
faaliyet gösterme özgürlüğü; genel, özgür, eşit ve gizli seçimlerin belirli
aralıklarla yapılma garantisi (21 BM)
- koalisyon kurma ve
sendikal faaliyet yapma özgürlüğü (11-AİHS; 20,23 BM)
- serbest dolaşma hakkı,
ülkeye giriş ve çıkış özgürlüğü ve vatandaşlık hakkı (13,15 BM)
- keyfi gözaltılardan
korunması, devletçe özgürlükten yoksun bırakılanlara tanınan bazı haklar
(5-AİHS; 9 BM)
- bağımsız bir mahkeme
önünde adil ve kamuya açık davalarda yargılanma hakkı (6-AİHS; 10,11 BM)
- sanık mahkum oluncaya
dek suçsuz sayılma ilkesi (6-AİHS; 11 BM)
- yasada belirtilmeyen
suç olmaz ilkesi, geriye işlemezlik ilkesi (7-AİHS; 11 BM).
BREMEN
HEYETİ
Şeklen de olsa Türkiye'nin
yeniden bir sivil yönetime geçmesi Avrupa ve diğer ülkelerde insan hakları
ve demokrasi konusunda gösterilen ilginin yavaş yavaş azalmasına yol açtı.
Özellikle 1982 yılında yoğun olarak yaşanan heyet trafiği önemli ölçüde
azaldı. Ancak "uzman" çevrelerin ilgisi her zamen canlı kaldı. "Bremen
heyeti" ise bu tür "uzmanlardan" oluşuyordu. Aslında Bremen heyeti demek
gerçeği tam yansıtmıyor, çünkü Hamburg gibi eyalet durumunda olan Bremen
Senatörlüğü'nün 28 Mart 1984 tarihinde aldığı bir karar ile ancak daha
önce hazırlıkları büyük ölçüde bitirilmiş "uzman" heyetini destekleme vaadında
bulundu. 24 Ekim 1984 tarihinde yayınlanan heyet raporu Bremen Senatörlüğü
tarafından yayınlandığı için böyle bir isim seçtim.
Hazırlıklara katılan ve heyetin
gönderilmesini destekleyen kuruluşlar arasında Cumhuriyetçi Avukatlar Derneği,
Aşağı Saksonya Ceza Avukatları Birliği, Bremen Avukatlar Derneği, Hümanist
Birliği, Berlin'den ÖTV Sendikası gibi kuruluşlar vardı. Heyet bu kez epey
kalabalıktı. 8 kişilik heyet içinde 70 yaşında olan emekli Anayasa Mahkemesi
yargıcı Prof. Martin Hirsch en ünlü sayılıyordu. Ancak heyette bulunan
diğer hukukçular da önemli görevlere sahipti. Federal İdare Mahkemesi (Danıştay)
yargıcı Dr. Jürgen Kühling'den başka Hamburg Yüksek İdare Mahkemesi yargıcı
Michael Stallbaum, Berlin İdare Mahkemesi Yargıcı Hartmut Fischer'den başka
Hannover'den avukat Eckart Klawitter ve Bremen'den avukat Eberhard Schultz
katılıyorlardı. Ağırlıklı hukukçu olan heyetin diğer üyeleri, psikiyatrist
ve Bremen Sağlık Merkezi'nin Başkanı Dr. Jochen Zenker ile Berlin'den Jürgen
Gottschlich'ten oluşuyordu. Onlarla beraber ben ve başka bir çevirmen tam
10 kişilik bir kadro ile 26 Nisan ile 5 Mayıs 1984 tarihleri arasında İstanbul,
Ankara, Diyarbakır ve Adana'da incelemelerde bulunduk. Sonuçları 24 sayfalık
bir rapor ile açıklandı.
Heyet İstanbul ve Ankara'da
bir arada kaldı, ancak farklı işler takip etti. Heyetin hazırlığını yapan
komite daha Şubat ayında Federal Almanya Dışişleri Bakanlığı'na ve Ankara
Alman Büyükelçiliği'ne müracaat ederek Türkiye'de Adalet Bakanlığı, İçişleri
Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı yetkililerle Askeri Yargıtay üyeleri ve Ankara
Sıkıyönetim Komutanı ile görüşme arzusunda olduğunu belirtmişti. Diyarbakır'da
ayrıca sıkıyönetim komutanı ve cezaevi müdürü ile görüşme isteğini de iletmişti.
Heyet yola çıkmadan bir kaç gün önce Türkiye'de hiç bir yetkilinin heyetle
görüşmek istemediği Ankara'da bulunan Federal Almanya Büyükelçiliği tarafından
bildirildi.
Böylece daha önceki inceleme
gezilerinde yapıldığı gibi eski tutuklular, tutuklu yakınları, gazeteci
ve avukat gibi kimselerle ilişki kurarak gerekli olan bilgileri toplayacaktık.
Heyet üyelerinin çoğu, Hamburg Senatörlüğü tarafından hazırlanan raporun
incelemelerine temel oluşturabileceğini ve heyetin görevinin Türkiye'de
Kasım 1983 yılında yapılan seçimden sonra bir şeylerin değişip değişmediğini
tespit etmek olduğunu söylüyorlardı. Soru bu şekilde sorulduğunda heyetin
ulaştığı sonuç özetle şöyleydi: "MGK'nın sıkı denetimi altında yapılan
bir seçimden sonra işbaşına gelen sivil görünümlü bir hükümet döneminde
demokratik temel haklar açısından Türkiye'de değişen bir şey yok."
Ancak bu genel görevin dışında
bazı özel konular da vardı. Yukarıda "Mülteci" kısmında anlatıldığı gibi
Almanya'da iltica işlerinden "idare mahkemeler" sorumludur. İhtilaf konularında
buna "yüksek idare mahkemeler" ve en son Federal Almanya İdare Mahkemesi
(Danıştay) da ilkesel karar verirler. Heyette bu mahkemelerden 3 yargıcın
bulunması "iltica" konusuna özel bir önem verilmesine neden oldu.
Berlin İdare Mahkemesi'nde
o dönemde görülen bir davada ilginç bir soruya yanıt aranıyordu. Federal
Almanya'ya gelip iltica talebinde bulunan kimselerin dosyalarının içeriği
acaba MİT tarafından bilinebilir miydi? Bu oldukça hassas bir konuydu.
Bu nedenle mahkeme uzun bir delil toplama safhasına girmişti. Berlin'den
gelen arkadaşlar bu konuda yeni veriler toplamayı ümit ediyorlardı. Gizli
servis, ister MİT ister Alman Anayasa Koruma Teşkilatı olsun, bu konuda
nasıl olsa doğru bilgi vermezlerdi. Heyet üyeleri eski bir İçişleri Bakanı'ndan
bu konuda bir şeyler öğrenebileceklerini ümit ediyorlardı.
Hasan Fehmi Güneş "sıcak bir
dönemde" bu görevde bulunmuştu ve belki "terörizmle mücadele" adı altında
Almanya ile yapılan bilgi alışverişi hakkında bildiklerini bize anlatır
diye düşünüyorlardı. Ancak kendisi ile nasıl ilişki kuracaklarını bilmiyorlardı.
Tanıdıklarım arasında, eski CHP milletvekili olan ve Halkevleri davasında
yargılanmış Ferhat Aslantaş ile aile dostu olanlar vardı. Bir Pazar sabahı
telefonla da haber vermeden doğru evine gittik.
Henüz pijamasıyla oturan Ferhat
Beye kendimizi tanıttıktan sonra bizi hemen kahvaltıya davet etti ve bana
doğru "senin arkadaşın benim için oğlum sayılır. Siz birbirinize kardeş
dediğinize göre, sen de oğlumsun" diye hemen çok samimi davrandı. Bir saat
sonra beraber kalktık ve avukatlık yapan Hasan Fehmi Güneş'i bulduk. Uzun
bir sohbette bir çok konuda aydınlatıcı bilgiler aldık; özellikle avukat
olarak kazandığı deneyimlerden de faydalandık, ancak Berlin İdare Mahkemesi'nde
görülen davanın "düğüm"ünü çözecek kanıt elde edemedik. Eski CHP'li iki
arkadaşın, bize son derece samimi davranmaları konuşmamızda bizi duygulandıran
en olumlu yan idi.
İltica konusunda başka özel
bir sorun özellikle Niedersachsen (Aşağı Saksonya) eyaletinde ortaya çıkmıştı,
fakat diğer eyaletlerde de ileride bu konuda "uzman" bilgilere gereksinim
olabilirdi. Yoğunlukla Hannover ve Celle kentlerine artan sayıda Güneydoğu'dan
Süryani ve Yezidi vatandaşlar gelmekte idiler. Bazılar Kürt oldukları için
ya da Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bir bölgede oturmalarından ötürü
"dini ve siyasi takibe" maruz kaldıklarını iltica dilekçelerinde ileri
sürüyorlardı. Sorunları nedir, özel konumları iltica gerekçesi sayılabilir
mi diye mahkemelerde henüz net bir görüş oluşmamıştı. Daha doğrusu kesin
bir karar verebilmek için elde bulunan bilgiler yetersizdi.
Bu konuya yabancı idim: Diyarbakır'ın
ötesinde, Yezidi ve Süryani'lerin oturdukları bölgeye hiç gitmemiştim.
Çok basit konular (örneğin Diyarbakır'dan Mardin'e nasıl gideriz?) ve yöredeki
insanlarla anlaşmak ayrı bir sorun teşkil ediyordu. Süryanice, Arapça veya
Kürtçe bilmiyordum. İnsanlarla Türkçe olarak anlaşmak mümkündü, fakat Alman
pasaportuna sahip olan birinin, kendilerine zorla öğretilen bir dil ile
sohbet etmeye kalkınca bazıları güvensizlik duyabilirlerdi.
Diyarbakır'da diğerlerden
ayrıldıktan sonra 4 kişi ile sağselim Mardin'e kadar geldik. Akşam üstü
bir papazın ziyaretine de gittik. Azami dikkat göstermemize rağmen çok
fazla turistin uğramadığı küçük bir ilde "göze batmamız" kaçınılmazdı.
Ertesi gün Mardin'in bir Süryani köyüne gitmek için dolmuş ararken dikkatler
iyice üzerimize çevrildi, ancak yetkililerin özel bir ilgimizin olduğunu
farkedip bizi izliyeceklerini düşünmüyorduk. Yoğun teklifler arasında bize
uygun bir minibüs seçip önceden tespit ettiğimiz bir Süryani köyüne uğradık,
oradan da Midyat'a devam ettik.
Midyat'a vardığımızda daha
önce Mardin "dolmuş durağında" konuştuğumuz bir genç, bizden sonra bazı
sivillerin kendisine gelip bizim nereye gittiğimizi sorduklarını bize aktardı.
Genç adam "polisleri" ertesi gün aynı köye götürmeye söz verdikten sonra
serbest bırakılmış. Henüz tüm bu gelişmeleri doğal sayıyorduk, çünkü sıkıyönetim
ile idare edilen bir yerde yabancıların hareketleri öğrenilmeye çalışılırdı
(Diyarbakır'da otele yerleşirken pasaportların önce siyasi şubeye götürüldüğünü
ve her yabancının hemen kayıt edildiğini de biliyorduk).
Elimizde tek adres olan bir
bakkal dükkanında Yezidi bir vatandaşla ilişkiyi tek olarak kurdum, arkadaşlar
kahvede beklediler. Akşam karanlığında varlıklı bir Yezidi'nin evinde "konuk"
olduk. Tavuk sayısını yarıya indirdikten sonra tüm ısrarlara rağmen gece
yarısından önce otelimize döndük. Ertesi gün vatandaşlar bizim için bir
minibüs ayarladılar ve Hannover'den zorla geri gönderilen bir Yezidi ailesinin
köyüne hareket ettik. Köy aşağı yukarı 50 kilometre uzaklıkta idi ve yolda
sınırlı olan Türkçe konuşmaları ile bize eşlik eden Yezidilerin şikayetlerini
dinledik.
Köyde, Almanya'da işçi olarak
çalışıp dönen başka bir vatandaşın evinin hemen yanında karakol vardı.
Çok kalabalık olan evde istediğimiz sohbet pek olmadı ve daha önce işittiğimiz
ifadelere ters düşecek fikirler ortaya atıldı. Kimsenin somut bir olay
anlatmadığı toplantıyı "biz aslında Hannover'den dönen ailenin ziyaretine
gidecektik" deyip kalktık. Aileyi ziyaret etmemiz bir şey değiştirmedi,
çünkü ne adam ne de Almancayı iyi konuşan çocukları, pasaportlarımızı göstermemize
rağmen, bizimle konuşmak istemediler.
Belki onlar bizden önce bazı
şeyler fark etmişlerdi, çünkü herhangi bir şey "elde etmeden" köyden ayırıldığımızda
karşıdan 8 jandarma eri tüfeklerle beraber köye doğru hareket ediyorlardı.
Minibüsle yaklaştığımızda bize yol verdikleri için açıkça köylüleri sorguya
çekmeye gidiyorlardı. Biraz sonra bizi takip eden Renault 12 arabasını
görünce bizim için gezinin bu tarafı da bitmiş sayıldı. Kimseyi fazla tehlikeye
sokmamak için, hemen ayrılmamız gerekiyordu.
Zaten fazla kalmıştık. Uğradığım
bakkal sahibini 2 yıl sonra Almanya'da gördüm. Bizden sonra 30 gün gözaltında
kalıp soğuk beton hücresinde çıplak bırakıldığını, bu yüzden hala böbreklerinden
hasta olduğunu anlattı. Midyat'ta başkalarını tehlikeye sokmamak için bir
an önce dönmemiz gerekiyordu. Saat henüz erken olduğu için belki aynı gün
Diyarbakır'a kadar döneriz diye 5 kişilik taksi dolmuşun parasını vermek
üzere iken daha önce dörtyolda sürekli dolaşması yüzünden dikkatimi çeken
bir adam, kafasını şoför kapısından içeriye uzatıp "direk Mardin'e mi gidiyorsunuz?"
diye sordu. Ben de hemen "sana ne?" diye biraz sert karşılık verince adam
yalan uyduramadan "polisim" dedi.
İlk ve son kez beni takip
eden birisiyle doğrudan konuşma olanağını bulduğumda hemen "yahu, kardeşim
bizim gizli, saklı bir şeyimiz yok. İstersen sana dakikasıyla gezi planımızı
vereyim. Siz de, amiriniz de rahatlarsınız" diye devam ettim. Ancak bu
kez adam utanmış olacak ki "kusura bakmayın, rahatsız etmek istemedim"
deyip hızlı adımlarla bizden uzaklaştı. Doğrudan Mardin'e gidip gitmeyeceğimizi
öğrenemediği için bir polis otosu bize Mardin'e az bir mesafe kala takip
etti, orada başka bir arabaya görevini teslim etti.
Mardin'de bizi hazır ve ancak
4 kişilik yer kalmış bir dolmuş bekliyordu. Tereddüt etmeden hemen atladık.
Şoförden daha önce alınmış söze güvenerek bu kez Diyarbakır'a 20 kilometre
kalaya dek bizi takip eden yoktu, sonra ise bizden hiç ayrılmıyacak ekipler
"güvenliğimizi" sağladılar.
Türkiye'de bir çok insanın
çok uzun süre izleme altında tutulduklarını biliyorduk, ancak benim için
ilk kez bu kadar yakın oldu. Amaç yabancıların istediği bilgilere kavuşmalarını
önlemekse eğer, maalesef tam tersi bir sonuç çıktı, çünkü bu tür bir yöntem,
bir ülkede ne kadar baskı uygulandığını gösterir ancak.
İstanbul'da, gezimizin ikinci
gününde, heyetin belki en ilginç görüşmesi gerçekleşti. Benimle birlikte
3 heyet üyesi akşam yemeğimiz için Taksim alanına yakın bir yerde "Ocakbaşı"
usulü çalışan küçük bir lokanta bulmuştuk. Orada Türklere pek benzemeyen
bir grup "kravatlı memurlar" oturuyordu ve aralarında geçen sohbette İnglizce,
Fransızca, Almanca hatta Holandacı dillerini karışık konuşuyorlardı. Daha
önce Türkiye'ye Avrupa Konseyi'nden bir heyetin geleceğini okuduğum için
ancak onlar olabilir diye aklımdan geçti. Fakat o günkü Türkiye gazetelerinde,
bu heyetin ilk kez Mamak ve Diyarbakır olmak üzere cezaevlerine girdikleri
yazıldığı için İstanbul'a neden ve nasıl geldiklerine pek akıl erdiremedim.
Diğer arkadaşlarla konuşarak
tek çaremizin onlara direk sormak olduğuna karar verdik. Şayet doğru ise,
onlardan cezaevleri konusunda bilgi alabilirdik. Tahminlerimizde yanılmadık
ve adımız şanımız onlar kadar büyük olmadığı halde bizimle görüşmeyi kabul
ettiler. Ancak lokantada daha başka kişiler konuşmamızı duyabilir diye
Taksim'de kaldıkları otelde sohbetimize devam etmek üzere biraz sonra kalktık
ve bir müddet daha Holanda'lı Pieter Stoffelen, Danimarka'lı Björn Elmquist
ve hukuki danışmanı olan Alman Dr. Hanno Hartig'den taze bilgiler aldık.
5 günlük bir inceleme gezisi
için geldiklerini, önceden Türk hükümeti tarafından olumlu bir yanıt alamadıkları
halde, 12 saatlik bir hazırlık süresi ile bir grubun Diyarbakır'a bir başka
grubun ise Mamak Askeri Cezaevlerine girmeye izin verildiğini anlatıyorlardı.
Bu başarılarından ötürü sevinçlerini pek gizleyemeyen delegeler gündüz
edindikleri izlenimlerini oldukça olumlu aktarıyorlardı. Özet ifade olarak
"Diyarbakır'da gördüğümüz tutukluların askeri personelden görünüm olarak
tek farkı, giydikleri elbise (üniformalar) idi" diyorlardı ve cezaevlerinde
kötü muamelenin olmadığı, tutuklulara oldukça iyi bakıldığı gibi inanılması
güç şeyler anlatıyorlardı. Heyetimizin üyeleri anlatılanları biraz acı
gülümsemeleri ile karşlayınca Avrupa Konseyi Adalet Komisyonu üyelerinin
meraklanması üzerine "tutuklu diye size gösterilen kimseler aslında tek
tip elbise giydirilmiş asker olamaz mı?" diye sorduk.
Avrupa Konseyi heyetinde bulunan
bazı parlamenterler hafif bir endişe taşımıyor değillerdi. Ancak her türlü
politik temsilcilerin var olduğu heyet, NATO müteffiği olan Türkiye'nin
insan hakları konusunda gördüğü eleştirileri susturabilmek için bile bile
bu şüpheleri görmemezlikten gelmeyi tercih etti. 10 Mayıs 1984 tarihli
raporlarında bir çok iddianın yersiz olduğunu vurgulayacaklardı. O akşam
başka endişelerimizi de dile getirdik. Cezaevlerine giren gruplar yanına
bağımsız çevirmen almamıştı, Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından görevlendirilen
tercümanlarla yetinmişler; ellerinde tek bir tutuklunun fotografı ya da
künyesi yoktu ki "mutlaka bu adamla görüşmek istiyoruz" deyip "itirafçı"
ya da "asker" olmayan birisi ile konuşmadıklarından emin olsunlar.
Konu, Türk kamuoyunda olumlu
bir raporun yayınlanmasından sonra belki hemen unutuldu, ancak heyetimizi
dönüşümüzden sonra bir müddet daha meşgul etti. Sonuçta, Avrupa Konseyi
delegelerinden bazıları yanıltılmış olabileceklerini kabul ettiler. Heyetimiz
Ankara'ya gittiğinde tutuklu yakınlarından Mamak'ta geniş transferler yapıldığını
ve onun için heyetin 15 yataklı bir koğuşta ancak 13 tutuklu görebildiğini
anlattılar. Diyarbakır'da ikinci grubumuzun izlediği KAWA davasının sanıkları
daha önceki heyetlerin tespit ettiği gibi olumsuz cezaevi koşulları yüzünden
zayıf ve "sarı suratlı" olarak görülmüştü.
Türk hükümeti ise zafer kutluyordu.
Avrupa Konseyi heyetinin raporu Türkiye'nin üyeliği konusunda önemli bir
rol oynayacağını duyan yönetim, heyet Türkiye'de olduğu sırada, ANAP milletvekilleri
Barlas Doğu, Orhan Soysal ve Bülent Akarcalı'ya bir yasa önerisi ile TBMM
nezdinde cezaevlerini inceleme komisyonu oluşturma teklifini verdirdi (Milliyet
28 Nisan 1984). Ancak Avrupa Konseyi heyeti Türkiye'den ayrıldıktan sonra
yazacağı raporda cezaevlerine ilişkin olumlu gelişmelerden söz edilmesi
kesinlik kazanınca yasa önerisi ANAP milletvekillerinin oy çokluğu ile
Adalet Komisyonunda hemen reddedildi. Dönemin Adalet Komisyonu Başkanı
Ali Dizdaroğlu kararın gerekçesi olarak "Avrupa Konseyi tarafından gönderilen
heyetin, cezaevlerinde yaptığı inceleme sonucunda, kötü muameleden söz
edilemeyeceği gerçeğini ortaya koyduğu için ayrı bir inceleme komisyonunun
oluşturmasına gerek kalmadı" şeklinde açıkladı (Cumhuriyet 4 Mayıs 84).