Helmut Helmut Oberdiek * 18.9.1947 — † 27.4.2016
dictionary  HH'de oturan, HF'lu olan HO'nun kütüphanesi
Kitabım Wikim Sergim Arşivim Eklerim
01 02 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14

DEMOKRASİYE DÖNÜŞ

Türkiye'de inceleme yapmak üzere heyetlerin gönderilmesi "sivil" yönetime geçildiği Kasım 1983'ten sonra da devam etti, ancak sayılarında belli bir azalma görüldü. Bu, çeşitli hükümetler dışı kuruluşların Türkiye'deki gelişmeleri yakından takip etme olanağından yoksun oldukları için, askeri yönetimin aktif sahneden çekilmesiyle insan hakları ihlalleri açısından bir düzelme olacağı yolunda bir beklenti içine girmiş olmalarından kaynaklanmış olabilir. Ya da dikkatleri belki bu kez başka ülkelere kaymıştır bilemiyorum.
Ayrıca özellikle Avrupa'da bulunan Türk ve Kürt örgütlerinin bu konuya fazla önem vermeyip, genellikle siyasi davaları izleyen heyetlerin oluşturulma yoluna gitmelerinin de bu konuda bir etkisi olmuş olabilir. Askeri mahkemelerde görülen büyük siyasi davalar devam ediyordu ve uygulanan hukuk kuralları açısından bir değişiklik yoktu. Onun için de sürekli aynı davalara (DİSK, Barış Derneği vb.) uzmanlar gönderip "siyasi davalar adil değil" biçiminde eski sonuçları bir daha duymanın artık çok ilginç bir yanının kalmadığı faktörünü eklemeliyim.
Askeri diktatörlük döneminde siyasi davalara karşı olduğu gibi diğer insan hakları sorunlara karşı özellikle Avrupa'da büyük bir ilginin olduğu muhakkaktı. Türkiye'nin yakın bir ülke olması heyetlerin gitmesini kolaylaştırıyordu, ayrıca Avrupa Konseyi üyeliği ile doğrudan Avrupa'ya bağlı olan bir ülkede temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ister istemez ilgi uyandırıyordu.
Bu nedenle doğrudan siyasi nitelikte olan bazı heyetler hariç (örneğin siyasi parti adına TİKP davasına giden heyetler) hemen hemen hepsi raporlarında uluslararası insan hakları kurallarını temel aldılar. Türkiye'de askeri ve sivil yöneticiler heyet trafiğini hoş karşılamıyordu. Onlara göre "heyetler uluslararası 'komünist' çevrelerin yalanlarına kanmış, sabit görüşleri ile yaklaşıp Türkiye'de işlerin düzelmesini istemeyen kimselerden oluşuyordu." Böyle düşünen yetkililerin gözünden önemli bir gerçek kaçıyordu. İnsan hakları, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi gibi, bir çok uluslararası belgede ifade edilmişti. Yeryüzünde tüm ülkeler için geçerli olduğuna göre ihlalleri ister yerli kişi ve kuruluşlar, ister yabancı heyetler tarafından ifade edilsin, bu şekilde hiç bir "ülkenin içişlerine karışmış" olunmuyordu. Aynı zamanda insan hakları konusu devletler topluluğu içinde gittikçe önemseniyordu.
Bu tür hakları tanımayan yönetimler dışlanma tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirlerdi. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu nezdinde Türkiye'ye karşı 5 üye ülkeden (Fransa, Holanda, İsveç, Danimarka, Norveç) açılan dava buna bir örnektir. Bilindiği gibi Türkiye 1954 yılından beri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (AİHS) taraftır. Orada ifade edilen insan hakları ihlal edildiğinde 25'inci maddeye göre şahıslar şikayette bulunabildiği gibi (bu hakkı her devlet tanımamıştır ve Türkiye bunu ancak Ocak 1987'de kabul etmiştir) devletler de birbirlerini şikayet edebilir. Şikayetleri incelemek üzere bir İnsan Hakları Komisyonu oluşturuldu. Bu komisyon önce şikayetlerin kabul edilirliği hakkında karar verir, daha sonra taraflar arasında "dostane bir çözüm" bulmaya çalışır. Böyle bir çözüm bulunmadığı takdirde dava ya Avrupa Konseyi Bakanlar Kuruluna intikal eder ya da, şikayet edilen devlet yargı yetkisini kabul etmişse, doğrudan insan hakları mahkemesine gider.
1 Temmuz 1982 tarihinde Danimarka, Fransa, Norveç, İsveç ve Holanda İnsan Hakları Komisyonu nezdinde 12 Eylül 1980 ile 1 Temmuz 1982 tarihleri arasında özellikle işkence yasağı (AİHS madde 3), tutuklananların adil yargılanma ilkesi (AİHS madde 5 ve 6) ile düşünce suç sayılamıyacağı ilkesini (AİHS madde 9, 10 ve 11) yoğun ihlal edildiği savı ile Türkiye'ye karşı şikayette bulundu. Şikayete temel olan ayrıntılar daha çok DİSK davasına ilişkin örnekler ile gerekçelendirilmişti.
Böylesi geniş bir şikayet Avrupa Konseyi nezdinde ilk kez veriliyordu. 1967 yılında Yunanistan'da iktidara gelen albaylar cuntası başka üye ülkeler tarafından şikayet edilmeden önce kendiliğinden Avrupa Konseyi'nden çekilmişti. MGK Başkanı Kenan Evren aynı önlemi alabileceklerini söylemekle beraber aslında Türkiye'yi Avrupa dışına "düşürme"ye niyeti yoktu. İktidarını "sivil" bir yönetime bıraktığı zaman Avrupa'nın bakışının değişebileceğini uman yöneticiler, önce belirli bir oyalama taktiği denediler. Resmi yanıtların İnsan Hakları Komisyonu'na geç gitmesi ile birlikte orada ancak 6 Aralık 1983 tarihinde şikayetin kabul edilirliği hakkında karar çıktı.
Artık sivil bir yönetim işbaşında idi, ancak işler hala yavaş yürüyordu. 2 Temmuz 1985 tarihinde (şikayetin verilmesinden 3 yıl sonra) "dostane çözüm" için bazı öneriler verildi. Müzakereler sonucunda 9 Aralık 1985 tarihinde anlaşma temelini oluşturabilecek bir metin şikayet eden 5 ülkenin ve Türkiye temsilcisi tarafından imzalandı.
Türk hükümeti tarafından 1 Şubat, 1 Temmuz ve 1 Ekim 1986 tarihlerinde verilecek raporlara göre en geç 1 Şubat 1987 tarihinde nihai bir karar alınacaktı. İşkence konusunda Devlet Denetleme Kurulu'nun cezaevlerini "sıkı bir biçimde" denetlenmesi ve Türk hükümeti işkence olaylarından suçlu olanların cezalandırılması konusunda kararlı olmasını isteyen metinde, af konusunda bazı adımların atılmasıyla 18 ayda tüm illerde sıkıyönetimin kalkması ümit ediliyordu.
Böylesi muğlak koşulları yerine getirmekte Özal hükümeti pek zorlanmadı. Bir kaç tane göstermelik işkence davasıyla, poliste sorgulama merkezlerinde hiç bir inceleme yapmayan TBMM nezdinde kurulmuş bir cezaevi inceleme komisyonun "bir sefere mahsus" olan iyimser bir raporu ile, af yerine cezaların infazına dair yasada bir aylık cezaya karşılık yatması gereken süreyi 18 günden 12 güne indirmekle, sıkıyönetim yerine "sorunlu" illeri olağanüstü hal yasası ile idare ederek ve buna göre İnsan Hakları Komisyonu'na verilen 3 raporla Türkiye istenilen "duyarlılığı" göstermiş oldu ve 1 Şubat 1987 tarihinde "dostane çözüm" tam geçerliliğine kavuştu.
Gene de dilekçenin verilmiş olması etkisini gösterdi. Avrupa Konseyi gibi yerlerden sürekli endişeler dile getirilmeseydi, kim bilir belki 90 günlük gözaltı süresi hala geçerli olacaktı, 45 güne, 30 güne, 15 güne indirilmeyecekti ve Eylül 1989 tarihinde 4 güne indirilmesine söz verilmeyecekti. Göstermelik de olsa Türk yetkililerinin duyarlılık göstermeleri gerekiyordu. Bu nedenle bireysel başvuru hakkı tanındı, işkenceyi yasaklayan uluslararası belgelere imza atılıp onaylandı. Gelecekte ihlaller olduğunda bu tür anlaşmalara dayanarak daha başka şikayetlerde bulunmanın kapısı açılmıştır.
Avrupa Konseyi de dahil olmak üzere insan hakları konusunda kesin bir yaptırım gücü kimsede yok. Birleşmiş Milletler, çok yoğun (ve haklı) şikayetler bulunduğunda, ancak özel bir raportör görevlendirebiliyor; Avrupa Konseyi bir adım daha ileri giderek üye olan bir ülkeyi üyelikten çıkartabiliyor, ancak İrak Kuveyt'i işgal ettiği zaman BM tarafından kararlaştırlan ambargo ve şiddet uygulama kararı, insan hakları ihlalleri karşısında alınamıyor.
Türkiye'ye gönderilen heyetlerin, gözlemcilerin işlevi hiç bir zaman ahlaki uyarılardan öte gidemezdi. Ancak uluslararası kamuoyunu aydınlatmak, varılan tespitleri Türkiye'de de açıklamak az da olsa uluslararası sözleşmelere aykırı uygulamaları azaltmak ya da hafifletmek için bir araç olabiliyordu. Hamburg ve Bremen'den giden heyetler diğer gözlemciler gibi ağırlıkla insan hakları temelinde araştırma yapmakla birlikte Türkiye'nin "geçiş dönemi"nin gündemine göre siyasi konularla ilgilenmek durumunda kalmışlardı. 29 Nisan 1983 tarihinde Kenan Evren, MGK iktidarını 7 Kasım 1983 tarihinde yapılacak bir seçimle "sivil" bir yönetime bırakma sözü vermişti. Hamburg heyeti Mayıs 1983'te Türkiye'ye gittiğinde siyasi oluşumlar yeni başlamıştı, fakat herhangi bir parti kurulmamıştı (partiler 16 Mayıs 1983 tarihinden itibaren kuruluş bildirilerine İçişleri Bakanlğı'na verebiliyordu).
Demokrasinin ne şekil alacağı henüz belli değildi, ancak Hüsamettin Cindoruk'a sorulan "siyasi faaliyetinizden ötürü herhangi bir yaptırım ile karşı karşıya kalabilir misiniz?" gibi sorulardan demokrasi ile insan haklarının ilişkisi anlaşılabilir.
Bir yıl sonra Bremen heyeti Türkiye'ye gittiği zaman ilk genel seçim 5 ay önce olmuştu ve ülkede ne kadar demokrasi yerleştiğine dair ilk izlenimler elde etmek mümkündü. Kasım 1983'te yapılan ilk genel seçimin demokratik bir seçim olmadığından şüphe yoktu. MGK'nın keyfine göre onaylanan kurucu ve adayları ile ancak 3 parti seçime katılabilmişti. Kurucu aday olan 779 kişiden 454'ü (yani % 58'i) reddedilmişti. MGK'nın 70, 76 ve 79 No'lu bildirileri ile 723 eski politikacı ile 1723 eski belediye başkanının yeni partilerde aday olmaları yasaklanmıştı. Ayrıca siyasi davalarda mahkum edilmiş sayısız insan siyaset yasağı altında idi.
İlk seçime katılabilmek için yoğun çaba harcayan SODEP'in 78 kurucu adayından 50'si reddedilmekle, istenilen 30 kurucudan iki eksikle 24 Ağustos'a kadar sosyaldemokratların işlemleri tamamlanmamış oldu. 1 Haziran 1983 tarihinde Büyük Türkiye Partisi'ni AP'nın devamı olduğu gerekçesiyle yasaklayan MGK, onun yerine muhafazakar parti olarak kurulan DYP için gösterilen 79 kurucu adayı içinde 54'e red kararı çıkartarak o partiyi de asgari düzeyin altında kalmaya mahkum etti. Kurulması için çaba harcanan 15 partiden ancak 3'ü onay alabildi.
Ne varki ilk genel seçimden sonra başka partiler yasal kuruluş prosedürünü hızla tamamladılar. SODEP ve DYP'den başka Refah Partisi ile MÇP'nin kurulması ile 12 Eylül öncesi mecliste bulunan önemli partiler "devamlarını" oluşturmuş oldular. 23 ile 28 Nisan 1984 tarihleri arasında Türkiye'de bulunan Avrupa Konseyi heyeti (cezaevlerini gezebilen delegeler) Milliyet gazetesine verdikleri demeçlerinde ilk seçimin uygunsuzluğunu vurgularken 25 Mart 1984 tarihinde yapılan yerel seçimlere karşı bir itirazları olmadığını ve Türkiye'de "demokrasinin yerleşmesi açısından görünür bir ilerleme" olduğunu kayıt ettiler (Steiner. Milliyet 9 Mayıs 1984).
24 Nisan 1983 tarihli ve 2820 No'lu Partiler Yasası ve 13 Haziran 1983 tarihli, 2839 No'lu Seçim Yasası'nda bulunan hükümlerin adil bir demokratik sistemle ne kadar uygun olduğunu bazı siyasetçiler tartışmaya kalktıysa da hiç bir Avrupa kuruluşundan bu konuda ciddi bir eleştiri beklemek yersizdi. Getirilen % 10 barajı gibi koşullar Avrupa'nın başka ülkelerinde de geçerli idi (Federal Almanya'da % 5) ve İngiltere gibi ülkelerde alınan oy potansyeline göre temsil edilme durumu da yoktu (orada küçük partilerin meclise girme şansları yoktur). Asgari olarak getirilen tek kıstas seçimlerin belirli aralıklarla yenilenmesi ve "genel, özgür, eşit, gizli" oy temelinde yapılması idi. Aralık 1987'te referandumla eski siyasetçilerin politikaya katılma hakkının iade edilmesiyle, mevcut sistem hakkında ileri sürülen eleştirilere Batı'lı siyaset sahnelerinde yer kalmamış oldu.
İnsan hakları temelinde dile getirilen eleştiriler, sivil bir yönetime geçilmesiyle durmadı tabii, ancak bazı çevrelerde tali bir konuma düştü. Türkiye yavaş yavaş demokratik devletler arasında yerini almaya başladı. Arada sırada genel seçimlerin yapılması ilkesinde düğümlenen demokrasi anlayışı ile soruna yaklaşıldığında, Türkiye'de elbette sorun kalmamıştı. Cunta şefi Evren'in, anayasa oylamasından sonra 7 yıl iktidarda kalması belki Batı'da ufak tefek rahatsızlıklara yol açtı, ama asıl sorun, cuntanın büyük ölçüde başardığı tek tip insan topluluğu yaratma amacı, siyasi çevrelerde hemen hemen hiç tartışma konusu yapılmadı.
Geri
İçindekiler
İleri
- Site Haritasi - Impressum