TELEFON
SESİ İLE UYANMAK
alt başlıklar:
Gök Gürültüsüyle
Uyanmak
10 Yıl Önce
12 Eylül 1980, sabah saat 6'da,
yatağımın yanında bulunan telefonun sesi ile uyandım. Hamburg'tan Memet
telefonun öbür ucunda bana heyecanla taze darbe haberini iletiyor: "Duydun
mu, Türkiye'de darbe olmuş." "Yapma, nereden duyacağım ki?" "İlk haberi
Bavyera Radyosu vermiş, yani NATO'nun onayı ile olmuş bir darbe bu."
Aklıma herhangi bir soru gelmiyor.
Zaten epey zamandır darbe bekleniyordu. Gene de şok olmuş vaziyette darbenin
ne anlama geldiğini düşünmeye çalışıyorum. "İlk gelen haberlere göre kan
dökülmeden gerçekleşmiş, parlamento feshedilmiş, sendikalar kapatılmış,
her türlü siyasi faaliyet yasaklanmış, sıkıyönetim tüm illeri kapsıyacak
şekilde genişletilmiş ve derhal sokağa çıkma yasağı konmuş."
Demek durum sakin, ama hayat
da felç olmuş vaziyette. Kimse evinden çıkamadığna göre yurtdışına çıkma
olanağı da yok. Yani, Türkiye büyük bir cezaevine mi dönüştü? Siyasi faaliyet
yasaklandığına göre siyaset yapanlar "içeriye" mi alınacak? Yurtdışında
olanlar rahat, fakat onlara özel bir görev mi düşecek? Yapılacak şey ne
olabilir? Benim yapabileceğim bir şey var mı? Yoksa Memet beni sabahın
köründe ne için aramış olabilir?
Türkiye'de bulunan insanlar,
en azından Ankara'da oturanlar tank sesleriyle uyanmışlardı, ben telefon
sesi ile uyandım, ama darbe çoğumuzu yatakta yakalamış oldu. Halbuki darbenin
ayak sesleri çok öncelerden duyulmuştu. Bir çok insan benim gibi "Bayrak
Planı"ndan habersiz idi, ama yakında ordunun devlet işine el koyacağından
kimsenin şüphesi yoktu.
Buna rağmen, hemen hemen tüm
çevreler hazırlıksız yakalanmıştı. Grev hazırlığında olan 50 binden fazla
işçinin eylemi durduruldu. Meclis aritmetiğine göre daha başka koalisyonlar
arayan partiler, cumhurbaşkanı seçmek için çoğunluk arayan çevreler artık
tatile gidebilirlerdi. Bundan sonra her şeyi Genelkurmay'da bulunan 5 general
belirliyecekti.
Yıllardır estirdiği terör
ile aşırı sağ cuntaya davetiye çıkartmaya çalışmıştı ve sıkıyönetimin 20
ilde ilan edilmesini başarmıştı. Bundan sonra onlara gereksinim yoktu her
halde, yoksa Türkeş doğrudan iktidara mı gelecekti? Hemen ilk günden teslim
olmaması sanki orduda kendisinden yana bir karşı cuntanın varlığına işaret
ediyordu. Antifaşist mücadelede acaba barışçıl yöntemlerle başarıya ulaşabilir
miyiz, yoksa saldırılara karşı silahlı savunma mı gerekli diye yapılan
tartışmalar solun birleşmesinden çok parçalanmasına neden olmuştu. Hatta
bir taraftan "devrimci şiddet" ya da "silahlı propaganda" adı altında harekete
geçip hiç de aşırı sağdan geri kalmayan sol gruplar da mevcuttu. Sol içi
şiddetten çekinmeyen radikal grupların tepkisi ne olacaktı acaba?
Darbenin yapıldığı yerden
3 bin kilometre uzakta beni kişisel olarak rahatsız edecek bir yanı yoktu
elbette. Mesleğimi doğrudan etkileyemezdi de. Ben ne coğrafya, ne de tarih
dersi veriyordum. Lisede verdiğim İngilizce ve spor derslerinde politikaya
yer yoktu. Hele o derslerde durup dururken Türkiye'den bahsetmek de mümkün
değildi. Türkiye'ye ve oradan gelen insanlara karşı özel bir ilgim olduğunu
okulda bilenler de vardı. Gene de salt onlara bu haberi iletmem için Memet
beni aramış olamazdı. Bir siyasi hareketin lideri olarak daha önce kendi
arkadaşlarına haber vermesi daha doğal olmaz mıydı? Mutlaka örgüt içinde
gereken yerlere haber vermişti ve sonra beni aramıştı. Öyle yapması daha
mantıklı sayılırdı, çünkü ben örgütten değildim, sadece arkadaşı sayılırdım.
Gene de acaba bana özel bir görev düşer mi diye kendi kendime sormaktan
alıkoyamadım ve sanki bundan sonra yaşamımın değişeceğine ilişkin bir his
içime doğdu.
Sabah saat 8'de okula vardığımda
beni sıradan bir gün bekliyordu. Bir kaç kişi Türkiye'de 20 yılda üçüncü
kez bir darbe yapıldığını duymuş, ama çatışmalar ve ölenlerden bahsedilmeyince
fazla önemsememişlerdi. Haberlerde belki Türk ordusunun Kemalist geleneği
doğrultusunda her darbeden sonra kışlalarına çekildiği ve generallerin
uzun bir süre işlemeyen demokrasiyi yeniden oluşturmak istedikleri de anlatılmıştı.
Gerçi öğretmen arkadaşlarım arasında darbeyi haklı bulacak kimse yoktu,
çünkü askeri bir diktatörlükle demokrasinin korunacağına inanmak onlara
ters gelirdi. Zaten Şili ve daha sonra Polonya örneği gözler önünde duruyordu.
İlgi duyan bir kaç arkadaşa dersler arasında darbeye giden yol hakkında
biraz bilgi verdim, ama ertesi gün onlar için bu konu güncel olmaktan çıkmıştı.
Okul haricinde uğraştığım
bazı işler bundan sonra yoğunlaşabilirdi. 6 aydan beri Türkiye'de devam
eden siyasi mücadeleler hakkında, katliamlar ve direnişlerden Almanca olarak
haber vermeye çalışan bir dergide benim de katkılarım vardı. Darbe ile
yasaklanan "Demokrat" ve "Aydınlık" gazetelerinde ve zor bir döneme girecek
olan "Cumhuriyet" gazetesinde bolca bulunan malzemeleri Alman kamuoyunun
ilgisine göre çevirmekle meşguldum. O günlerde Demirel döneminde uygulanan
işkenceleri anlatan bir broşürümüz bitmek üzere idi. Arkadaşım Jürgen Roth
ile Kamil Taylan da "Bozkurtların Etkisi Altında bulunan Cumhuriyet" adlı
bir eseri bitirmek üzereydiler. Jürgen ve bir kaç Alman milletvekili ile
birlikte bundan yaklaşık bir yıl önce "Alternatif Türkiye Yardımı" adlı bir kuruluş oluşturmuştuk. Amacımız,
özerklik temelinde kurulmuş projelere yardım toplamak ve Alman hükümetinin
verdiği paralardan istifade edemeyen halka doğrudan faydalı olmaktı.
Darbeden sonra generaller,
destekliyebileceğimiz projelere yer bırakmayacaklardı. O halde, Jürgen
ve benim gibi kimselerin işi bitmiş miydi, yoksa bundan sonra ne yapacaktık?
Ayrıntısı belli olmamakla birlikte farklı bir perspektif ile Türkiye'de
yaşayan insanların dayanışmamıza gereksinimi olacağı muhakkaktı.
Diktatörlüğe karşı, özgürlüklerden
yana olan herkese görev düşüyordu aslında. Koca ordunun zoru ile bastırılan
direnişler karşısında, ezilen bunca demokratın buna mutlaka ihtiyacı olacaktı.
Gündüz okulda bu konular hakkında fazla düşünme olanağım yoktu, fakat akşam
eve geldiğimde ilk işim o dönemde saat 17.40 ile 18.20 arasında Türkçe
yayın yapan Köln radyosunu dinlemek oldu. Okula gitmeden önce Alman radyosunda
resmi çevrelerince "Türk dostu" olarak bilinen ve Türkiye'ye yardım toplanmasında
büyük katkısı olan Hristiyan-Demokrat Birlik Partisi (CDU) mensubu Walter
Leisler-Kiep'in bir yorumunu dinledim. Kendisi "bu durumda Türkiye yalnız
bırakılmamasını, müteffik olan ülkenin iç güvenliği sağlandıktan sonra
bir an önce demokratik yola gireceğini" temenni ediyordu. Bunun anlamı,
Türkiye'de demokrasi artık yoktu, fakat askeri diktatörlük dahi olsa NATO
müteffiği maddi ve manevi olarak desteklenecekti, hem de artan bir biçimde.
GÖK
GÜRÜLTÜSÜYLE UYANMAK
12 Eylül 1990, darbeden tam
10 yıl sonra, gene Türkiye'deydim. Bu kaçıncı kez ikinci vatanıma gelişimdi,
bunu tespit etmek oldukça zor. Fakat bu sefer sadece iki hafta tatil yapma
gayesiyle, turizm patlamasına tanık olunan bir ülkede özbeöz turisttim.
Günlerden Çarşamba ve o sabah çalar saatin sesi ile değil, başka bir sesle
uyandım.
Saat daha 7.30'a varmadan
bir gök gürültüsü koptu, hava gürledi, şimşekler koptu ki yatakta kalmak
mümkün değildi. Elimi yüzümü yıkamama fırsat kalmadan elektrikler kesildi
ve birden gökten kovalarla yağmur seli inmeye başladı. Balkondan 200 metre
uzaklıkta olan Ege Denizi görülmüyordu. Yollar gölcük haline gelmeye başlamıştı.
Öğlene dek sanki ilan edilmemiş doğal bir "sokağa çıkma yasağı" yaşadım.
20 yıl önce ilk kez bu ülkede
idim. O zaman sık sık elektrikler kesiliyordu. Hatta 7 haftanın uzun bir
bölümünü geçirdiğim Karakuyu köyünde hiç elektrik yoktu. Ama şimdi köylü
vatandaşların arasında değildim. Sokaklarda pek Türkçe de konuşulmuyordu.
Almanca yahut İnglizce olduğu zaman konuşulanları anlıyordum. Ancak Yunanca,
Holandaca ya da İtalyanca olunca biraz zorluk çekiyordum. Gene de derdim
bu dili konuşanlarla sohbet etmek değildi. Ben sadece Türkiye'nin bir numaralı
turistik yeri olan Kuşadasında, istirahat edip tatilimi geçirmek
istiyordum.
Türkiye'de idim ama aynı zamanda
Türkiye'de değildim. Alışveriş yaptığım bakkal aslında kamping yerinin
marketi idi. Orada "Hürriyet" dışında hiç bir Türkçe gazete satılmıyordu,
hep yabancı gazete ve dergiler vardı. Doğru dürüst gazete okumak istediğimde
çarşıya kadar 3 kilometre yürümem gerekiyordu. Onu da her gün yapamıyordum.
Ama 12 Eylül'ün 10'uncu yıldönümü olduğu için gazetelerin ne gibi yorumlar
yapacağını merak ettiğim için yağmur biraz dindikten sonra çarşıya çıktım.
Sizilen yağmurun altında,
aldığım dört gazeteyi ıslanmasın diye gömleğimin altına soktum. Yeniden
evimin yoluna koyulurken bir darbenin yıldönümünde doğal bir "felaket"
ile uyanmış olmanın anlamı konusunda "felsefi" düşüncelere daldım. 12 Eylül
"harekatı" bir çok insan için arzulanan, tarım ürünleri için uzun zaman
beklenilen yağmur gibi idi. Başkalar için ise turizm gelirlerini azaltan,
elektriğin kesilmesine ve yolda arabaların kalmasına yol açan doğal bir
"felaket" idi. Evde gazeteleri açtığımda "Milliyet" gazetesinde sanki yağmur
yağacağını bilmiş gibi Hasan Pulur'un şu satırlarına rastladım: "Silahlı
Kuvvetler'in emir-komuta zinciri içinde yönetime tümüyle el koyması, yağmurun
yağması gibi, doğal bir olaydır."
Üstelik bu yazı tam 10 yıl
önce yazılmış. Hasan Pulur gibi ben de 10'uncu yıldönümünde çok şeyler
yazılacak ve "12 Eylül eleştirilecek, yargılanacak, mahkum edilecek, kimbilir
belki de övülecek..." diye düşünmüştüm. Ancak Körfez'de ve SHP içinde yaşanan
krizler nedeniyle bir çok köşe yazarı bu konulara yer vermeyi daha uygun
bulmuştu. Hasan Pulur'un pek tahmin etmediği övgülere de rastlamak mümkündü.
Belki ciddi bir gazete sayılmazdı, fakat satışta ikinci gazete durumuna
gelen "Türkiye" gazetesinin "Yorum" köşesinde Yalçın Özer şunları söylüyordu:
"12 Eylül...halkın tam desteğini elde etmiş bir müdahaledir. 12 Eylül'ü
karalayanlar, ülkeyi iç harbe sürükleme emeli kursaklarında kalan bir takım,
toplumun dışına düşmüş [marjinaller]'dir."
"Cumhuriyet"te Hasan Cemal
başyazısında bilinen bir gerçeğin altına çiziyordu: "Bir gelişmiş ülkede
savaş ya da terör tehlikesinin varlığı, demokratik yaşamı yok etmek için
gerekçe sayılmaz." Ne yalan söyleyeyim, insan hakları konusunda bir yıldır
"Cumhuriyet"e fark atan "Güneş" gazetesi 12 Eylül 1990 tarihinde en beğendiğim
gazete idi. Nerede ise üç sayfa 12 Eylül üzerine haber, yorum ve mizah
dolu idi. Ekonomi ve insan hakları konusunda verilen rakamların dışında,
Can Yücel ve Mustafa Kamil Zorti "Hazretleri"nin esprileri ile Türker Alkan'ın
deve fıkrası "ağlanacak halimize gülelim bari" felsefesine güzel örnekler
sunuyordu. Teoman Erel'in bir yorum yazısı dışında "dizi" sayfasında dördüncü
gün yayınlanan insan hakları servisi kaynaklı yazıları kendime yakın buldum.
Melahat Sarptunalı isimli bir tutuklu annesinin öyküsünü kaleme alan Neyyire
Özkan 12 Eylül'ü belki tek, ama bence en önemli açıdan ele alıyordu.
Yazının bana yakınlığı salt
her ikisini de (soruları soran ve yanıtlayanı) tanımamdan ötürü değildi.
Salt onlar gibi yıllardır insan hakları konusunda uğraş vermemin de tek
neden olduğunu sanmıyorum. Asıl neden her halde benim de kendimi onlar
gibi bir "tutuklu yakını" saymamdan ileri geliyordu. Yanlış anlaşılmazsın,
ne Türkiye'de ne Almanya'da ne de dünyanın başka bir ülkesinde yakın veya
uzaktan hiç bir akrabam "içeride" değil. Burada Türkiye'de siyasi nedenlerle
"içeri"ye düşmüş, işkence görmüş, idama mahkum olmuş ya da uzun süre "yatan"
insanlarla olan yakınlığımdan söz ediyorum.
Benim gibi "içeride" hastalıklarla
mücadele eden, özgürlüğe kavuşma ümidini yitirmeyen nice "idamlıklar"dan
sürekli yaşam dolu mektuplar alan her kişinin bu insanlarla ister istemez
bir yakınlığının gelişmesi anlaşılır bir şeydir her halde. Gerçek anlamda
bir tutuklu yakını olmamakla beraber tatilimi de bir tutuklu annesinin
evinde geçiriyordum. 9 yıl Mamak "cehenneminde" yattıktan sonra Cahit,
bir yıl önce tahliye olmuştu. Abisi ve babasının yerine "rehine" kalmasına
küsmeden gençliğinin en güzel yıllarını dayak altında ve tecrit hücrelerinde
geçirmişti. Babası ve abisi, 10 yıldan fazladır yurtdışında yaşamak zorundaydılar.
Bu nedenle Cahit'in 10 gün kadar önce kıyılmış nikah törenine bile katılamadılar.
Mustafa Emekçi babası, ben de abisi yerine katıldığımızı iddia ettiysek
de onların yerini gerçekten dolduramadık ve sadece el sıkışıp iyi dileklerimizi
sunabildik.
Yaşamın gariplikleri arasında
mı sayalım bilmiyorum, fakat burada bir terslik var. T.C. vatandaşı değilim,
AT pasaportu ile dolaşıyorum ve onun için Türkiye de dahil bana hemen hemen
tüm sınır kapıları açık. Dursun amcanın 10 yıldır oturamadığı yazlık evinin
balkonundan Ege Denizinin dalgalarını seyrediyordum ve Taner'i hiç görmediği
dairenin telefonu ile arıyabiliyordum. Her ikisinin de bu evde tatil yapmaları
yasak. Çünkü savundukları görüşlerinden ötürü vatandaşlıktan atılmışlar.
Vatandaşı olduğum Federal Almanya onları kabul etmiş, ancak benim sahip
olduğum haklara sahip değiller. Almanya'da oy kullanamadıkları gibi en
fazla gitmek istedikleri memleketlerine de gelemezler.
Politik sürgünlere yapılan
haksızlıkları yurtdışında sürekli anlatıyoruz. Türkiye'de de bir çok gazeteci,
yazar arkadaş bu konuyu sürekli gündeme getiriyorlar. Fakat değişen bir
şey yok. Adın Yahya Demirel değilse, Cem Karaca gibi doğrudan başbakana
yakın çevrede dostun yoksa yeniden vatandaşlığa alınma ümidin ufukta görülmez.
Kaldı ki 12 Eylül'ün 10 yıllık uygulamaları sadece bununla bitmiyor, çünkü
- 13 bin kişi vatandaşlıktan
atılmış,
- 30 bin mülteci vatanlarına
dönemiyor,
- 300 bin kişiye pasaport
verilmeyip yurtdışına çıkamıyor ve
ömür boyu ya da ölüm
cezası almış
- 3 bin kişi daha ne
kadar "içeride" yatacakları belli değil.
10
YIL ÖNCE
12 Eylül 1970 tarihinde, 21'inci
yaş günüme 6 gün, 12 Mart askeri darbesine 6 ay kala, yedi haftalık ilk
Türkiye seyahatımın yarısını tamamlamıştım. Almanya'da "barbar" olarak
bilinen "misafir işçilerin" (Gastarbeiter'lerin) konuğu olarak Türkiye'ye
gelmiştim.
Beni Türkiye'ye götüren arkadaşım
Hulusi ve akrabaları olan köylüler beni misafir etmek için yarışa girmiş
gibiydiler. Mutfaklarında ne varsa, dillerini bilmeyen, gayri müslüm, çok
uzak ama o kadar da zengin bir ülkenin çocuğu ile paylaşmak kendileri için
büyük bir onur sayıyorlardı.
Ben ise arasıra Alman televizyonunda
etnologların çeşitli araştırmalarında gösterilen, onun dışında salt 1001
gece masallarında anlatılan, Alaaddin'in lambası yerine Hulusi'nin arabası
ile ulaştığım bir dünyaya girmiştim. Suların musluklardan akmayıp kuyudan
çekildiği, ceyran olmadığı için akşamları gaz lambalarının ışığı altında
oturduğumuz topraktan yapılmış bir evde buldum kendimi. Etrafımda konuşulanları
anlıyacak durumda değildim. Çukur olan tuvaletlerin kullanımı da bana çok
yabancıydı. 11 kişinin barındığı üç odalı evde bana tek başıma bir odayı
ayırdıklarını, kendilerinin ise oturma odası ve küçücük mutfakta üstüste
yattıklarını ancak bir hafta sonra farkedebildim.
Türkiye'nin "Teksas"ı olarak
ün yapmış bir bölgeye geldiğimi de bilmiyordum. Karakuyu köyü, Afyon ilinin
Dinar ilçesine 10 kilometre uzaklıkta olan takriben
50 hanelik bir köy. Düğünlerde patlatılan silahları, gece karanlığında
karşıdan gelen arabayı polis otosu sanıp pancar tarlalarına atılan tabancaları
elbette gördüm. Fakat o zaman olduğu gibi bugün de bu silah tutkusunu anlıyabilmiş
değilim. Bu nedenle savaş aleyhtarı olarak Almanya'da askerliğe karşı çıktığımı,
silah kullanmayı reddettiğimi, salt onların dilini bilmediğim için değil,
bu insanlara çok yabancı olduğu için anlatamadım.
Anlatamadığım tek konu bu
değildi. Köyden çıkıp İstanbul, İzmir, Antalya, Denizli, Afyon ve Akşehir
gibi kentlere gittiğimde her gün benden Almanya'da iş isteyen, "istek"
yapmamı bekleyen insanlara, Almanya'nın yabancılar için iyi bir yer olmadığını
da anlatamıyordum. Hulusi gibi, bir yıl Almanya'da çalışmakla araba sahibi
olmuş kişiler varken, Almanya iyi değil demem ne anlam taşırdı ki?
Gene de kendimi zorunlu hissediyordum.
Almanya'dan oğlu gelecek diye bizi karşılamak için köyden 100 kilometre
uzaklıkta olan Afyon'a gelmiş Hulusi'nin babasıyla Dinar'a dönerken yolda
dilimin döndüğü kadar (aslında hiç dönmüyordu ya) Türklerin Almanya'da
ikinci sınıf vatandaş sayıldıklarını, hiç mi hiç sevilmediklerini anlatmaya
kalktım. Halbuki anlatacaklarımı hemen çürütecek olan araç içinde seyahat
ediyorduk. Köylüler haftanın yedi günü 12şer saat çalışmış olsalardı bile,
ömür boyu böyle bir "eşek" satın alamazlardı. Arabanın külüstür olması,
daha yıllarca her ay maaşın yarısının borç olarak ödenecek olmasının da
o an için zerre kadar önemi yoktu. 10 kişiyi toprak yollarda kasabaya götürüyordu
ya, önemli olan buydu. Hulusi hemencik "adam" oluvermişti, üstelik Almanlar
kötü olmuş olsalardı her halde benim gibi birisi ile de arkadaşlık kurmuş
olmazdı.
Acemiliğim salt dil açısından
değildi elbette. Türkiye'de yaşayan insanları tanımıyordum, gelenek, görenek,
törelerinden haberim yoktu. Garibime giden olaylardan bir tanesi, köy öğretmeninin
evinde sadece erkeklerin katıldığı bir parti oldu. Parti dediğim aslında
köyden olan bir delikanlının düğün eğlencesi idi. Gündüz patlatılan silahları
elime almamam biraz tuhaflık yaratmış, belki bazıları tarafından erkekliğime
gölge düşürecek nitelikte yorumlanmışsa da akşam içki faslında hiç olmazsa
erkekliği kurtaracak bir kaç puan toplamam için bir fırsat çıktı. Partimiz,
toplantımız, yoksa "alemimiz" benim için sürprizlerle başladı. Kadınlar
katılmadığı için erkekler birbiri ile oynuyordu (buna "dans" ediyordu denilmez
ya her halde). Ancak bu tür oyunlardan benim haberim yoktu. Disko havasını
andıracak bir iki parça İngilizce müzik demode pikaba konulunca millet
benim bazı figürleri göstermemi istedi, ancak ben bu tür tiyatro sahnelerine
alışkın olmadığım için onların gözünde "beceriksiz" çıktım.
"Eğlence"nin geri kalan kısmı
da gene daha önce tanık olmadığım bir sarhoşluk yarışından başka bir şey
değildi. Çay bardaklarına doldurulan rakının üzerine bana bir damla su
konuyordu, diğerlerine bir damla rakı ile bardak dolusu su veriliyordu.
Gerçi sonuçta renkler birbirinden farklı olmuyordu ve ben bilmediğim bir
dille itiraz edemedim, ama yarışa eşit koşullarda katılmadığımı hemen belirtmem
gerekiyor. Şerefimi sadece bira içen "yarım" erkekler ve benden önce komaya
giren bir kişi kurtardı (ikincisi bendim tabii).
Her gün bir başka "pot kırmam"
için olanak çoktu. Hemen ilk günden özel "misafir"in sofrası için muhtarın
evinden bir masa getirildi. Ben diğerleriyle beraber yemeğe oturmak için
ısrar edince masa kaldırıldı ve yere tepsi kuruldu, fakat bu kez bağdaş
kurmakta acemiliğim yüzünden isteğimde haksız olduğum hemen ortaya çıktı.
Açık hava sinemasında çekirdek kıramıyordum, İzmir fuarında zamanın parası
ile 35 liraya bana izlettirilen konserde yanımda oturan Kemal abi Nuri
Sesigüzel çıkınca coşuyordu, ben ise çok sıkıldığımdan nerede ise uykuya
dalıyordum.
O tarihe kadar kasabamdan
pek çıkamadığım ve dünya olaylarını çok yakından takip edemediğim için
Türkiye'deki siyasi gelişmelerden de habersiz idim. Hulusi ilk ve tek Türk
arkadaşım sayılırdı, fakat o da Almanya'ya para kazanmak için gelmişti
ve politika ile pek ilgisi yoktu. Doğrusunu söylemek gerekirse benim de
politikaya karşı özel bir merakım yoktu. Pederim ile ev ve tarla işi ile
uğraşan ninem ve annem beni bu tür konularda pek duyarlı kılmamışlardı.
Okulda tarih dersinde güncel olaylar pek tartışılmazdı. Her ne kadar 68
kuşağının açtığı bazı sorunlar arasında yabancı ülke olarak Vietnam önemli
bir yer tutuyor idiyse de, Türkiye ya da "göçmen işçiler" konusuna oldukça
yabancı idik.
İlk Türkiye gezim sırasında
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencileriyle 15/16 Haziran
olaylarını tartıştığımı hayal meyal hatırlıyorum. Fakat dil sorunu onlar
açısından benimkinden daha büyük olduğu için tartışmamız "işçilerin eylemini
biz nasıl destekliyebilirdik?" sorusunun ötesine gidemedi. İşçilerin ne
için yürüdüklerini, 2 şehit verdiklerini o tarihte asla bilmiyordum. Oysa
20 yıl sonra bile bu olaydan övgü ile bahsetmek suç sayılacaktı...
Bilgisizliğimden ötürü din
ve şiddet konusunda bir sürü lüzumsuz tartışmalara girdim. Ayrıca (bazı
temel bilgilerim olsaydı maruz kalmama gerek olmayan) bir takım maceralara
da sürüklendim. Beni nerede ise tüm Türkiye insanlarından soğutacak bir
olay belleğimde oldukça taze kaldı.
Bir hafta Karakuyu köyünde
kaldıktan sonra gezmek ve bir Alman arkadaşımın kız kardeşinin nikah törenine
katılmak amacıyla 13 saatlik bir tren yolculuğundan sonra İstanbul'a gelmiştim.
Akşam saat 11'de vardığım Haydarpaşa istasyonundan vapur ile karşıya geçmem
gerektiği son anda aklıma geldi. İstanbul'un Avrupa ve Asya tarafı olduğunu
coğrafya dersimde görmüş olmama rağmen hemen hatırlıyamadım.
Cebime sokuşturulan 10 lira
ile zengin Almanların düğününden kovulduktan sonra iki gün İstanbul'da
hedefsiz dolaştım. Bir çok turist gibi kendimi Sultan Ahmet Camii önünde
buldum. Sohbet edebileceğim Holanda'lı, İtalyan, Japon ve Amerika'lı "hipiler"
vardı. Benden farkları, onların uzun saçlarını kesmemiş ve benden çok daha
fazla ülke gezmiş olmaları idi. Ancak ben bildiğim 10 tane Türkçe sözcük
ile onlardan dokuz kelime daha ileride idim. Onlarla bir gece külüstür
bir otelde konaklandıktan sonra ertesi gün tüm turistlerin zorunlu olduğu
kolera aşısını yaptırmak için 18 yaşında olduğunu iddia eden bir Amerika'lı
kızla bir süre beraber dolaştık. Daha sonra tekrar diğerleri ile buluşmak
için erkenden Sultan Ahmet Camiine geldik.
Çatpat Türkçe konuşmamdan
cesaret alan kalabalık bir grup insan hemen etrafımızı sardı. "Nereden
geliyorsunuz?" "Türkiye nasıl?" gibi sorulara bıkarcasına hep aynı yanıtı
verdikten sonra bu kez adamın biri ilginç bir öneride bulundu. Sahibi olduğu
kamyonu ile bizi (yani Amerika'lı Yvette ve beni) Bergama, Efes, Pamukkale
gibi turistik yerleri gezdirecekti ve onun için bizden para da almıyacaktı,
çünkü nasıl olsa Denizli'ye gideceğine göre oralar kendisi için "yol üstü"
sayılırdı. Israrla teklifini tekrar eden adamı tanımadığımız için Yvette
ve ben epey tereddüt ettik, fakat aramızda uzun uzun tartıştıktan sonra
böyle bir olanağın bir daha doğmuyacağına karar verip gece yarısına doğru
arkadaşlarla vedalaşarak kamyon yolculuğuna başladık.
Ancak adam bizi söz verdiği
yerlere götürmemekle kalmayıp, evli olmayan kızların "ortak mal" olduğunu
düşünerek iki gün başımıza musallat oldu. Ege kıyısından gideceğimize Kütahya,
Afyon, Uşak gibi yerlerden geçtikten sonra Yvonne ile ben üçüncü günde
çeşitli yalanlar uydurarak kendimizi kazasız, belasız Dinar'a atabildik.
Ben gerçi pek tanımadığım bir insanın namusunu korumuştum, yani bir anlamda
az bir dilbilgisi (örneğin "genelev yok" dediğimi hatırlıyorum) ile gurur
duyabilirdim, fakat gerçekte o kadar kötü olmuştum ki köyde kalan erkeklere
bile (Hulusi de dahil olmak üzere) "ırz düşmanı" gözüyle bakmaya başlamıştım.
Ama köye vardığımızda tam tersi oldu. Kadınlar Yvonne ile ilgilendiler,
onu baştan aşağı yıkadılar, Müslüman olması için ikna etmeye çalıştılar.
Gece, nişanlıların yanlarında çocuk yatırmak adet iken bizim yanımızda
kimseyi yatırmadılar.
Yanlışımız neredeydi? Belki
Sultan Ahmet Camiine gitmemiz hataydı. Belki bize dostça yaklaşanlara yalan
söylemeyip sadece arkadaş olduğumuzu belirtmekti. Ama her şeyden önce dillerini
bilmediğimiz bir milletten tanımadığımız bir adamla yola çıkmamız en büyük
hatamızdı her halde.
Yedi hafta süren ilk Türkiye
gezimde başımdan hep kötü olaylar geçmedi. Bir kez hemen hemen her yerde
fazlasıyla konukseverliğe rastladım. Hatta köyde hiç yalnız kalamadığımdan
ötürü çok sıkıldım. Küçük bir teyple "gavur" müziğini dinleyebilmek için
dere kenarına kaçmama bile müsaade etmediler. Bir süre insan bana "arkadaş"
diyordu ve bu denli hızlı bir yakınlık kurmaya alışkın değildim. Hepsinin
samimi olduğuna inanamazdım, çünkü "Almanya'da iş" gibi çıkar düşünceleri
de vardı şüphesiz. İçimde karmaşık sezgilerle ve binbir türlü izlenimlerimle
bu ülkenin insanlarını daha yakından tanıma arzusu gelişti ve bir daha
kaybolmadı.