Helmut Helmut Oberdiek * 18.9.1947 — † 27.4.2016
dictionary  HH'de oturan, HF'lu olan HO'nun kütüphanesi
Kitabım Wikim Sergim Arşivim Eklerim
01 02 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14

TELEFON SESİ İLE UYANMAK


alt başlıklar:
Gök Gürültüsüyle Uyanmak
10 Yıl Önce

12 Eylül 1980, sabah saat 6'da, yatağımın yanında bulunan telefonun sesi ile uyandım. Hamburg'tan Memet telefonun öbür ucunda bana heyecanla taze darbe haberini iletiyor: "Duydun mu, Türkiye'de darbe olmuş." "Yapma, nereden duyacağım ki?" "İlk haberi Bavyera Radyosu vermiş, yani NATO'nun onayı ile olmuş bir darbe bu."
Aklıma herhangi bir soru gelmiyor. Zaten epey zamandır darbe bekleniyordu. Gene de şok olmuş vaziyette darbenin ne anlama geldiğini düşünmeye çalışıyorum. "İlk gelen haberlere göre kan dökülmeden gerçekleşmiş, parlamento feshedilmiş, sendikalar kapatılmış, her türlü siyasi faaliyet yasaklanmış, sıkıyönetim tüm illeri kapsıyacak şekilde genişletilmiş ve derhal sokağa çıkma yasağı konmuş."
Demek durum sakin, ama hayat da felç olmuş vaziyette. Kimse evinden çıkamadığna göre yurtdışına çıkma olanağı da yok. Yani, Türkiye büyük bir cezaevine mi dönüştü? Siyasi faaliyet yasaklandığına göre siyaset yapanlar "içeriye" mi alınacak? Yurtdışında olanlar rahat, fakat onlara özel bir görev mi düşecek? Yapılacak şey ne olabilir? Benim yapabileceğim bir şey var mı? Yoksa Memet beni sabahın köründe ne için aramış olabilir?
Türkiye'de bulunan insanlar, en azından Ankara'da oturanlar tank sesleriyle uyanmışlardı, ben telefon sesi ile uyandım, ama darbe çoğumuzu yatakta yakalamış oldu. Halbuki darbenin ayak sesleri çok öncelerden duyulmuştu. Bir çok insan benim gibi "Bayrak Planı"ndan habersiz idi, ama yakında ordunun devlet işine el koyacağından kimsenin şüphesi yoktu.
Buna rağmen, hemen hemen tüm çevreler hazırlıksız yakalanmıştı. Grev hazırlığında olan 50 binden fazla işçinin eylemi durduruldu. Meclis aritmetiğine göre daha başka koalisyonlar arayan partiler, cumhurbaşkanı seçmek için çoğunluk arayan çevreler artık tatile gidebilirlerdi. Bundan sonra her şeyi Genelkurmay'da bulunan 5 general belirliyecekti.
Yıllardır estirdiği terör ile aşırı sağ cuntaya davetiye çıkartmaya çalışmıştı ve sıkıyönetimin 20 ilde ilan edilmesini başarmıştı. Bundan sonra onlara gereksinim yoktu her halde, yoksa Türkeş doğrudan iktidara mı gelecekti? Hemen ilk günden teslim olmaması sanki orduda kendisinden yana bir karşı cuntanın varlığına işaret ediyordu. Antifaşist mücadelede acaba barışçıl yöntemlerle başarıya ulaşabilir miyiz, yoksa saldırılara karşı silahlı savunma mı gerekli diye yapılan tartışmalar solun birleşmesinden çok parçalanmasına neden olmuştu. Hatta bir taraftan "devrimci şiddet" ya da "silahlı propaganda" adı altında harekete geçip hiç de aşırı sağdan geri kalmayan sol gruplar da mevcuttu. Sol içi şiddetten çekinmeyen radikal grupların tepkisi ne olacaktı acaba?
Darbenin yapıldığı yerden 3 bin kilometre uzakta beni kişisel olarak rahatsız edecek bir yanı yoktu elbette. Mesleğimi doğrudan etkileyemezdi de. Ben ne coğrafya, ne de tarih dersi veriyordum. Lisede verdiğim İngilizce ve spor derslerinde politikaya yer yoktu. Hele o derslerde durup dururken Türkiye'den bahsetmek de mümkün değildi. Türkiye'ye ve oradan gelen insanlara karşı özel bir ilgim olduğunu okulda bilenler de vardı. Gene de salt onlara bu haberi iletmem için Memet beni aramış olamazdı. Bir siyasi hareketin lideri olarak daha önce kendi arkadaşlarına haber vermesi daha doğal olmaz mıydı? Mutlaka örgüt içinde gereken yerlere haber vermişti ve sonra beni aramıştı. Öyle yapması daha mantıklı sayılırdı, çünkü ben örgütten değildim, sadece arkadaşı sayılırdım. Gene de acaba bana özel bir görev düşer mi diye kendi kendime sormaktan alıkoyamadım ve sanki bundan sonra yaşamımın değişeceğine ilişkin bir his içime doğdu.
Sabah saat 8'de okula vardığımda beni sıradan bir gün bekliyordu. Bir kaç kişi Türkiye'de 20 yılda üçüncü kez bir darbe yapıldığını duymuş, ama çatışmalar ve ölenlerden bahsedilmeyince fazla önemsememişlerdi. Haberlerde belki Türk ordusunun Kemalist geleneği doğrultusunda her darbeden sonra kışlalarına çekildiği ve generallerin uzun bir süre işlemeyen demokrasiyi yeniden oluşturmak istedikleri de anlatılmıştı. Gerçi öğretmen arkadaşlarım arasında darbeyi haklı bulacak kimse yoktu, çünkü askeri bir diktatörlükle demokrasinin korunacağına inanmak onlara ters gelirdi. Zaten Şili ve daha sonra Polonya örneği gözler önünde duruyordu. İlgi duyan bir kaç arkadaşa dersler arasında darbeye giden yol hakkında biraz bilgi verdim, ama ertesi gün onlar için bu konu güncel olmaktan çıkmıştı.
Okul haricinde uğraştığım bazı işler bundan sonra yoğunlaşabilirdi. 6 aydan beri Türkiye'de devam eden siyasi mücadeleler hakkında, katliamlar ve direnişlerden Almanca olarak haber vermeye çalışan bir dergide benim de katkılarım vardı. Darbe ile yasaklanan "Demokrat" ve "Aydınlık" gazetelerinde ve zor bir döneme girecek olan "Cumhuriyet" gazetesinde bolca bulunan malzemeleri Alman kamuoyunun ilgisine göre çevirmekle meşguldum. O günlerde Demirel döneminde uygulanan işkenceleri anlatan bir broşürümüz bitmek üzere idi. Arkadaşım Jürgen Roth ile Kamil Taylan da "Bozkurtların Etkisi Altında bulunan Cumhuriyet" adlı bir eseri bitirmek üzereydiler. Jürgen ve bir kaç Alman milletvekili ile birlikte bundan yaklaşık bir yıl önce "Alternatif Türkiye Yardımı" adlı bir kuruluş oluşturmuştuk. Amacımız, özerklik temelinde kurulmuş projelere yardım toplamak ve Alman hükümetinin verdiği paralardan istifade edemeyen halka doğrudan faydalı olmaktı.
Darbeden sonra generaller, destekliyebileceğimiz projelere yer bırakmayacaklardı. O halde, Jürgen ve benim gibi kimselerin işi bitmiş miydi, yoksa bundan sonra ne yapacaktık? Ayrıntısı belli olmamakla birlikte farklı bir perspektif ile Türkiye'de yaşayan insanların dayanışmamıza gereksinimi olacağı muhakkaktı.
Diktatörlüğe karşı, özgürlüklerden yana olan herkese görev düşüyordu aslında. Koca ordunun zoru ile bastırılan direnişler karşısında, ezilen bunca demokratın buna mutlaka ihtiyacı olacaktı. Gündüz okulda bu konular hakkında fazla düşünme olanağım yoktu, fakat akşam eve geldiğimde ilk işim o dönemde saat 17.40 ile 18.20 arasında Türkçe yayın yapan Köln radyosunu dinlemek oldu. Okula gitmeden önce Alman radyosunda resmi çevrelerince "Türk dostu" olarak bilinen ve Türkiye'ye yardım toplanmasında büyük katkısı olan Hristiyan-Demokrat Birlik Partisi (CDU) mensubu Walter Leisler-Kiep'in bir yorumunu dinledim. Kendisi "bu durumda Türkiye yalnız bırakılmamasını, müteffik olan ülkenin iç güvenliği sağlandıktan sonra bir an önce demokratik yola gireceğini" temenni ediyordu. Bunun anlamı, Türkiye'de demokrasi artık yoktu, fakat askeri diktatörlük dahi olsa NATO müteffiği maddi ve manevi olarak desteklenecekti, hem de artan bir biçimde.
 
GÖK GÜRÜLTÜSÜYLE UYANMAK

12 Eylül 1990, darbeden tam 10 yıl sonra, gene Türkiye'deydim. Bu kaçıncı kez ikinci vatanıma gelişimdi, bunu tespit etmek oldukça zor. Fakat bu sefer sadece iki hafta tatil yapma gayesiyle, turizm patlamasına tanık olunan bir ülkede özbeöz turisttim. Günlerden Çarşamba ve o sabah çalar saatin sesi ile değil, başka bir sesle uyandım.
Saat daha 7.30'a varmadan bir gök gürültüsü koptu, hava gürledi, şimşekler koptu ki yatakta kalmak mümkün değildi. Elimi yüzümü yıkamama fırsat kalmadan elektrikler kesildi ve birden gökten kovalarla yağmur seli inmeye başladı. Balkondan 200 metre uzaklıkta olan Ege Denizi görülmüyordu. Yollar gölcük haline gelmeye başlamıştı. Öğlene dek sanki ilan edilmemiş doğal bir "sokağa çıkma yasağı" yaşadım.
20 yıl önce ilk kez bu ülkede idim. O zaman sık sık elektrikler kesiliyordu. Hatta 7 haftanın uzun bir bölümünü geçirdiğim Karakuyu köyünde hiç elektrik yoktu. Ama şimdi köylü vatandaşların arasında değildim. Sokaklarda pek Türkçe de konuşulmuyordu. Almanca yahut İnglizce olduğu zaman konuşulanları anlıyordum. Ancak Yunanca, Holandaca ya da İtalyanca olunca biraz zorluk çekiyordum. Gene de derdim bu dili konuşanlarla sohbet etmek değildi. Ben sadece Türkiye'nin bir numaralı turistik yeri olan Kuşadasında, istirahat edip  tatilimi geçirmek istiyordum.
Türkiye'de idim ama aynı zamanda Türkiye'de değildim. Alışveriş yaptığım bakkal aslında kamping yerinin marketi idi. Orada "Hürriyet" dışında hiç bir Türkçe gazete satılmıyordu, hep yabancı gazete ve dergiler vardı. Doğru dürüst gazete okumak istediğimde çarşıya kadar 3 kilometre yürümem gerekiyordu. Onu da her gün yapamıyordum. Ama 12 Eylül'ün 10'uncu yıldönümü olduğu için gazetelerin ne gibi yorumlar yapacağını merak ettiğim için yağmur biraz dindikten sonra çarşıya çıktım.
Sizilen yağmurun altında, aldığım dört gazeteyi ıslanmasın diye gömleğimin altına soktum. Yeniden evimin yoluna koyulurken bir darbenin yıldönümünde doğal bir "felaket" ile uyanmış olmanın anlamı konusunda "felsefi" düşüncelere daldım. 12 Eylül "harekatı" bir çok insan için arzulanan, tarım ürünleri için uzun zaman beklenilen yağmur gibi idi. Başkalar için ise turizm gelirlerini azaltan, elektriğin kesilmesine ve yolda arabaların kalmasına yol açan doğal bir "felaket" idi. Evde gazeteleri açtığımda "Milliyet" gazetesinde sanki yağmur yağacağını bilmiş gibi Hasan Pulur'un şu satırlarına rastladım: "Silahlı Kuvvetler'in emir-komuta zinciri içinde yönetime tümüyle el koyması, yağmurun yağması gibi, doğal bir olaydır."
Üstelik bu yazı tam 10 yıl önce yazılmış. Hasan Pulur gibi ben de 10'uncu yıldönümünde çok şeyler yazılacak ve "12 Eylül eleştirilecek, yargılanacak, mahkum edilecek, kimbilir belki de övülecek..." diye düşünmüştüm. Ancak Körfez'de ve SHP içinde yaşanan krizler nedeniyle bir çok köşe yazarı bu konulara yer vermeyi daha uygun bulmuştu. Hasan Pulur'un pek tahmin etmediği övgülere de rastlamak mümkündü. Belki ciddi bir gazete sayılmazdı, fakat satışta ikinci gazete durumuna gelen "Türkiye" gazetesinin "Yorum" köşesinde Yalçın Özer şunları söylüyordu: "12 Eylül...halkın tam desteğini elde etmiş bir müdahaledir. 12 Eylül'ü karalayanlar, ülkeyi iç harbe sürükleme emeli kursaklarında kalan bir takım, toplumun dışına düşmüş [marjinaller]'dir."
"Cumhuriyet"te Hasan Cemal başyazısında bilinen bir gerçeğin altına çiziyordu: "Bir gelişmiş ülkede savaş ya da terör tehlikesinin varlığı, demokratik yaşamı yok etmek için gerekçe sayılmaz." Ne yalan söyleyeyim, insan hakları konusunda bir yıldır "Cumhuriyet"e fark atan "Güneş" gazetesi 12 Eylül 1990 tarihinde en beğendiğim gazete idi. Nerede ise üç sayfa 12 Eylül üzerine haber, yorum ve mizah dolu idi. Ekonomi ve insan hakları konusunda verilen rakamların dışında, Can Yücel ve Mustafa Kamil Zorti "Hazretleri"nin esprileri ile Türker Alkan'ın deve fıkrası "ağlanacak halimize gülelim bari" felsefesine güzel örnekler sunuyordu. Teoman Erel'in bir yorum yazısı dışında "dizi" sayfasında dördüncü gün yayınlanan insan hakları servisi kaynaklı yazıları kendime yakın buldum. Melahat Sarptunalı isimli bir tutuklu annesinin öyküsünü kaleme alan Neyyire Özkan 12 Eylül'ü belki tek, ama bence en önemli açıdan ele alıyordu.
Yazının bana yakınlığı salt her ikisini de (soruları soran ve yanıtlayanı) tanımamdan ötürü değildi. Salt onlar gibi yıllardır insan hakları konusunda uğraş vermemin de tek neden olduğunu sanmıyorum. Asıl neden her halde benim de kendimi onlar gibi bir "tutuklu yakını" saymamdan ileri geliyordu. Yanlış anlaşılmazsın, ne Türkiye'de ne Almanya'da ne de dünyanın başka bir ülkesinde yakın veya uzaktan hiç bir akrabam "içeride" değil. Burada Türkiye'de siyasi nedenlerle "içeri"ye düşmüş, işkence görmüş, idama mahkum olmuş ya da uzun süre "yatan" insanlarla olan yakınlığımdan söz ediyorum.
Benim gibi "içeride" hastalıklarla mücadele eden, özgürlüğe kavuşma ümidini yitirmeyen nice "idamlıklar"dan sürekli yaşam dolu mektuplar alan her kişinin bu insanlarla ister istemez bir yakınlığının gelişmesi anlaşılır bir şeydir her halde. Gerçek anlamda bir tutuklu yakını olmamakla beraber tatilimi de bir tutuklu annesinin evinde geçiriyordum. 9 yıl Mamak "cehenneminde" yattıktan sonra Cahit, bir yıl önce tahliye olmuştu. Abisi ve babasının yerine "rehine" kalmasına küsmeden gençliğinin en güzel yıllarını dayak altında ve tecrit hücrelerinde geçirmişti. Babası ve abisi, 10 yıldan fazladır yurtdışında yaşamak zorundaydılar. Bu nedenle Cahit'in 10 gün kadar önce kıyılmış nikah törenine bile katılamadılar. Mustafa Emekçi babası, ben de abisi yerine katıldığımızı iddia ettiysek de onların yerini gerçekten dolduramadık ve sadece el sıkışıp iyi dileklerimizi sunabildik.
Yaşamın gariplikleri arasında mı sayalım bilmiyorum, fakat burada bir terslik var. T.C. vatandaşı değilim, AT pasaportu ile dolaşıyorum ve onun için Türkiye de dahil bana hemen hemen tüm sınır kapıları açık. Dursun amcanın 10 yıldır oturamadığı yazlık evinin balkonundan Ege Denizinin dalgalarını seyrediyordum ve Taner'i hiç görmediği dairenin telefonu ile arıyabiliyordum. Her ikisinin de bu evde tatil yapmaları yasak. Çünkü savundukları görüşlerinden ötürü vatandaşlıktan atılmışlar. Vatandaşı olduğum Federal Almanya onları kabul etmiş, ancak benim sahip olduğum haklara sahip değiller. Almanya'da oy kullanamadıkları gibi en fazla gitmek istedikleri memleketlerine de gelemezler.
Politik sürgünlere yapılan haksızlıkları yurtdışında sürekli anlatıyoruz. Türkiye'de de bir çok gazeteci, yazar arkadaş bu konuyu sürekli gündeme getiriyorlar. Fakat değişen bir şey yok. Adın Yahya Demirel değilse, Cem Karaca gibi doğrudan başbakana yakın çevrede dostun yoksa yeniden vatandaşlığa alınma ümidin ufukta görülmez. Kaldı ki 12 Eylül'ün 10 yıllık uygulamaları sadece bununla bitmiyor, çünkü
 - 13 bin kişi vatandaşlıktan atılmış,
 - 30 bin mülteci vatanlarına dönemiyor,
 - 300 bin kişiye pasaport verilmeyip yurtdışına çıkamıyor ve
 ömür boyu ya da ölüm cezası almış
 - 3 bin kişi daha ne kadar "içeride" yatacakları belli değil.
 
10 YIL ÖNCE

12 Eylül 1970 tarihinde, 21'inci yaş günüme 6 gün, 12 Mart askeri darbesine 6 ay kala, yedi haftalık ilk Türkiye seyahatımın yarısını tamamlamıştım. Almanya'da "barbar" olarak bilinen "misafir işçilerin" (Gastarbeiter'lerin) konuğu olarak Türkiye'ye gelmiştim.
Beni Türkiye'ye götüren arkadaşım Hulusi ve akrabaları olan köylüler beni misafir etmek için yarışa girmiş gibiydiler. Mutfaklarında ne varsa, dillerini bilmeyen, gayri müslüm, çok uzak ama o kadar da zengin bir ülkenin çocuğu ile paylaşmak kendileri için büyük bir onur sayıyorlardı.
Ben ise arasıra Alman televizyonunda etnologların çeşitli araştırmalarında gösterilen, onun dışında salt 1001 gece masallarında anlatılan, Alaaddin'in lambası yerine Hulusi'nin arabası ile ulaştığım bir dünyaya girmiştim. Suların musluklardan akmayıp kuyudan çekildiği, ceyran olmadığı için akşamları gaz lambalarının ışığı altında oturduğumuz topraktan yapılmış bir evde buldum kendimi. Etrafımda konuşulanları anlıyacak durumda değildim. Çukur olan tuvaletlerin kullanımı da bana çok yabancıydı. 11 kişinin barındığı üç odalı evde bana tek başıma bir odayı ayırdıklarını, kendilerinin ise oturma odası ve küçücük mutfakta üstüste yattıklarını ancak bir hafta sonra farkedebildim.
Türkiye'nin "Teksas"ı olarak ün yapmış bir bölgeye geldiğimi de bilmiyordum. Karakuyu köyü, Afyon ilinin Dinar ilçesine 10 kilometre uzaklıkta olan takriben 50 hanelik bir köy. Düğünlerde patlatılan silahları, gece karanlığında karşıdan gelen arabayı polis otosu sanıp pancar tarlalarına atılan tabancaları elbette gördüm. Fakat o zaman olduğu gibi bugün de bu silah tutkusunu anlıyabilmiş değilim. Bu nedenle savaş aleyhtarı olarak Almanya'da askerliğe karşı çıktığımı, silah kullanmayı reddettiğimi, salt onların dilini bilmediğim için değil, bu insanlara çok yabancı olduğu için anlatamadım.
Anlatamadığım tek konu bu değildi. Köyden çıkıp İstanbul, İzmir, Antalya, Denizli, Afyon ve Akşehir gibi kentlere gittiğimde her gün benden Almanya'da iş isteyen, "istek" yapmamı bekleyen insanlara, Almanya'nın yabancılar için iyi bir yer olmadığını da anlatamıyordum. Hulusi gibi, bir yıl Almanya'da çalışmakla araba sahibi olmuş kişiler varken, Almanya iyi değil demem ne anlam taşırdı ki?
Gene de kendimi zorunlu hissediyordum. Almanya'dan oğlu gelecek diye bizi karşılamak için köyden 100 kilometre uzaklıkta olan Afyon'a gelmiş Hulusi'nin babasıyla Dinar'a dönerken yolda dilimin döndüğü kadar (aslında hiç dönmüyordu ya) Türklerin Almanya'da ikinci sınıf vatandaş sayıldıklarını, hiç mi hiç sevilmediklerini anlatmaya kalktım. Halbuki anlatacaklarımı hemen çürütecek olan araç içinde seyahat ediyorduk. Köylüler haftanın yedi günü 12şer saat çalışmış olsalardı bile, ömür boyu böyle bir "eşek" satın alamazlardı. Arabanın külüstür olması, daha yıllarca her ay maaşın yarısının borç olarak ödenecek olmasının da o an için zerre kadar önemi yoktu. 10 kişiyi toprak yollarda kasabaya götürüyordu ya, önemli olan buydu. Hulusi hemencik "adam" oluvermişti, üstelik Almanlar kötü olmuş olsalardı her halde benim gibi birisi ile de arkadaşlık kurmuş olmazdı.
Acemiliğim salt dil açısından değildi elbette. Türkiye'de yaşayan insanları tanımıyordum, gelenek, görenek, törelerinden haberim yoktu. Garibime giden olaylardan bir tanesi, köy öğretmeninin evinde sadece erkeklerin katıldığı bir parti oldu. Parti dediğim aslında köyden olan bir delikanlının düğün eğlencesi idi. Gündüz patlatılan silahları elime almamam biraz tuhaflık yaratmış, belki bazıları tarafından erkekliğime gölge düşürecek nitelikte yorumlanmışsa da akşam içki faslında hiç olmazsa erkekliği kurtaracak bir kaç puan toplamam için bir fırsat çıktı. Partimiz, toplantımız, yoksa "alemimiz" benim için sürprizlerle başladı. Kadınlar katılmadığı için erkekler birbiri ile oynuyordu (buna "dans" ediyordu denilmez ya her halde). Ancak bu tür oyunlardan benim haberim yoktu. Disko havasını andıracak bir iki parça İngilizce müzik demode pikaba konulunca millet benim bazı figürleri göstermemi istedi, ancak ben bu tür tiyatro sahnelerine alışkın olmadığım için onların gözünde "beceriksiz" çıktım.
"Eğlence"nin geri kalan kısmı da gene daha önce tanık olmadığım bir sarhoşluk yarışından başka bir şey değildi. Çay bardaklarına doldurulan rakının üzerine bana bir damla su konuyordu, diğerlerine bir damla rakı ile bardak dolusu su veriliyordu. Gerçi sonuçta renkler birbirinden farklı olmuyordu ve ben bilmediğim bir dille itiraz edemedim, ama yarışa eşit koşullarda katılmadığımı hemen belirtmem gerekiyor. Şerefimi sadece bira içen "yarım" erkekler ve benden önce komaya giren bir kişi kurtardı (ikincisi bendim tabii).
Her gün bir başka "pot kırmam" için olanak çoktu. Hemen ilk günden özel "misafir"in sofrası için muhtarın evinden bir masa getirildi. Ben diğerleriyle beraber yemeğe oturmak için ısrar edince masa kaldırıldı ve yere tepsi kuruldu, fakat bu kez bağdaş kurmakta acemiliğim yüzünden isteğimde haksız olduğum hemen ortaya çıktı. Açık hava sinemasında çekirdek kıramıyordum, İzmir fuarında zamanın parası ile 35 liraya bana izlettirilen konserde yanımda oturan Kemal abi Nuri Sesigüzel çıkınca coşuyordu, ben ise çok sıkıldığımdan nerede ise uykuya dalıyordum.
O tarihe kadar kasabamdan pek çıkamadığım ve dünya olaylarını çok yakından takip edemediğim için Türkiye'deki siyasi gelişmelerden de habersiz idim. Hulusi ilk ve tek Türk arkadaşım sayılırdı, fakat o da Almanya'ya para kazanmak için gelmişti ve politika ile pek ilgisi yoktu. Doğrusunu söylemek gerekirse benim de politikaya karşı özel bir merakım yoktu. Pederim ile ev ve tarla işi ile uğraşan ninem ve annem beni bu tür konularda pek duyarlı kılmamışlardı. Okulda tarih dersinde güncel olaylar pek tartışılmazdı. Her ne kadar 68 kuşağının açtığı bazı sorunlar arasında yabancı ülke olarak Vietnam önemli bir yer tutuyor idiyse de, Türkiye ya da "göçmen işçiler" konusuna oldukça yabancı idik.
İlk Türkiye gezim sırasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencileriyle 15/16 Haziran olaylarını tartıştığımı hayal meyal hatırlıyorum. Fakat dil sorunu onlar açısından benimkinden daha büyük olduğu için tartışmamız "işçilerin eylemini biz nasıl destekliyebilirdik?" sorusunun ötesine gidemedi. İşçilerin ne için yürüdüklerini, 2 şehit verdiklerini o tarihte asla bilmiyordum. Oysa 20 yıl sonra bile bu olaydan övgü ile bahsetmek suç sayılacaktı...
Bilgisizliğimden ötürü din ve şiddet konusunda bir sürü lüzumsuz tartışmalara girdim. Ayrıca (bazı temel bilgilerim olsaydı maruz kalmama gerek olmayan) bir takım maceralara da sürüklendim. Beni nerede ise tüm Türkiye insanlarından soğutacak bir olay belleğimde oldukça taze kaldı.
Bir hafta Karakuyu köyünde kaldıktan sonra gezmek ve bir Alman arkadaşımın kız kardeşinin nikah törenine katılmak amacıyla 13 saatlik bir tren yolculuğundan sonra İstanbul'a gelmiştim. Akşam saat 11'de vardığım Haydarpaşa istasyonundan vapur ile karşıya geçmem gerektiği son anda aklıma geldi. İstanbul'un Avrupa ve Asya tarafı olduğunu coğrafya dersimde görmüş olmama rağmen hemen hatırlıyamadım.
Cebime sokuşturulan 10 lira ile zengin Almanların düğününden kovulduktan sonra iki gün İstanbul'da hedefsiz dolaştım. Bir çok turist gibi kendimi Sultan Ahmet Camii önünde buldum. Sohbet edebileceğim Holanda'lı, İtalyan, Japon ve Amerika'lı "hipiler" vardı. Benden farkları, onların uzun saçlarını kesmemiş ve benden çok daha fazla ülke gezmiş olmaları idi. Ancak ben bildiğim 10 tane Türkçe sözcük ile onlardan dokuz kelime daha ileride idim. Onlarla bir gece külüstür bir otelde konaklandıktan sonra ertesi gün tüm turistlerin zorunlu olduğu kolera aşısını yaptırmak için 18 yaşında olduğunu iddia eden bir Amerika'lı kızla bir süre beraber dolaştık. Daha sonra tekrar diğerleri ile buluşmak için erkenden Sultan Ahmet Camiine geldik.
Çatpat Türkçe konuşmamdan cesaret alan kalabalık bir grup insan hemen etrafımızı sardı. "Nereden geliyorsunuz?" "Türkiye nasıl?" gibi sorulara bıkarcasına hep aynı yanıtı verdikten sonra bu kez adamın biri ilginç bir öneride bulundu. Sahibi olduğu kamyonu ile bizi (yani Amerika'lı Yvette ve beni) Bergama, Efes, Pamukkale gibi turistik yerleri gezdirecekti ve onun için bizden para da almıyacaktı, çünkü nasıl olsa Denizli'ye gideceğine göre oralar kendisi için "yol üstü" sayılırdı. Israrla teklifini tekrar eden adamı tanımadığımız için Yvette ve ben epey tereddüt ettik, fakat aramızda uzun uzun tartıştıktan sonra böyle bir olanağın bir daha doğmuyacağına karar verip gece yarısına doğru arkadaşlarla vedalaşarak kamyon yolculuğuna başladık.
Ancak adam bizi söz verdiği yerlere götürmemekle kalmayıp, evli olmayan kızların "ortak mal" olduğunu düşünerek iki gün başımıza musallat oldu. Ege kıyısından gideceğimize Kütahya, Afyon, Uşak gibi yerlerden geçtikten sonra Yvonne ile ben üçüncü günde çeşitli yalanlar uydurarak kendimizi kazasız, belasız Dinar'a atabildik. Ben gerçi pek tanımadığım bir insanın namusunu korumuştum, yani bir anlamda az bir dilbilgisi (örneğin "genelev yok" dediğimi hatırlıyorum) ile gurur duyabilirdim, fakat gerçekte o kadar kötü olmuştum ki köyde kalan erkeklere bile (Hulusi de dahil olmak üzere) "ırz düşmanı" gözüyle bakmaya başlamıştım. Ama köye vardığımızda tam tersi oldu. Kadınlar Yvonne ile ilgilendiler, onu baştan aşağı yıkadılar, Müslüman olması için ikna etmeye çalıştılar. Gece, nişanlıların yanlarında çocuk yatırmak adet iken bizim yanımızda kimseyi yatırmadılar.
Yanlışımız neredeydi? Belki Sultan Ahmet Camiine gitmemiz hataydı. Belki bize dostça yaklaşanlara yalan söylemeyip sadece arkadaş olduğumuzu belirtmekti. Ama her şeyden önce dillerini bilmediğimiz bir milletten tanımadığımız bir adamla yola çıkmamız en büyük hatamızdı her halde.
Yedi hafta süren ilk Türkiye gezimde başımdan hep kötü olaylar geçmedi. Bir kez hemen hemen her yerde fazlasıyla konukseverliğe rastladım. Hatta köyde hiç yalnız kalamadığımdan ötürü çok sıkıldım. Küçük bir teyple "gavur" müziğini dinleyebilmek için dere kenarına kaçmama bile müsaade etmediler. Bir süre insan bana "arkadaş" diyordu ve bu denli hızlı bir yakınlık kurmaya alışkın değildim. Hepsinin samimi olduğuna inanamazdım, çünkü "Almanya'da iş" gibi çıkar düşünceleri de vardı şüphesiz. İçimde karmaşık sezgilerle ve binbir türlü izlenimlerimle bu ülkenin insanlarını daha yakından tanıma arzusu gelişti ve bir daha kaybolmadı.

Geri
İçindekiler
İleri


- Site Haritasi - Impressum