Helmut Helmut Oberdiek * 18.9.1947 — † 27.4.2016
dictionary  HH'de oturan, HF'lu olan HO'nun kütüphanesi
Kitabım Wikim Sergim Arşivim Eklerim
01 02 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14

RASTLANTI

Türklerle tanışmam üzerinden geçen 20 yıl içinde bugüne dek benimle ilk kez karşılaşan Türklerin en fazla ve ilk sordukları soru: "Türkçe'yi nasıl öğrendin?" olmuştur. Her zaman uzun yanıt vermekten bıktığım için genellikle "tesadüfen" diyorum. Eğer karşımda okumuş veya hafif resmi davranan kişiler varsa "rastlantı sonucunda" diye karşılık veriyorum. Çünkü yaşadığım kasabada kamu taşıma tekelini elinde bulunduran şirket, otobüs biletlerine zam yapmasaydı, belki Türkçe öğrenmiyecektim.
Hiç bir zaman "Türkçe öğreneceğim" ya da "bilsem fena olmaz" diye bilinçli bir karar vermedim. Neden ve nasıl bu dili öğrendiğimi anlatabilmem için öyküye biraz geriden başlamam gerekiyor.
1968 yılında askere alınmıştım. Savaşa karşı olduğum için kısa süre içinde askeri eğitimi reddetmem gerektiğini anladım. Federal Almanya'nın Anayasası'na dayanarak verdiğim dilekçe üzerine, resmi sorgulama heyetince "savaş aleyhtarı" olarak kabul edildim. Sonra devlet hizmetinin ikinci yarısı olan 9 aylık bir dönemi sivil hizmet görevlisi olarak hastanelerde, daha doğrusu kilise tarafından işletilen akıl hastanelerinde bakıcı olarak çalıştım. Mecburi hizmeti bitirdiğimde üniversitelerin bahar dönemi yeni başlamıştı. Dolayısıyla o dönem üniversiteye giremedim. Boş geçecek olan aşağı yukarı 6 aylık bir zamanı değerlendirebilmek ve felçli olan pederime bir renkli televizyon alabilmek için bir müddet fabrikada işçi olarak çalışmaya karar verdim.
O tarihlerde (Nisan 1970) Almanya'da işsizlik henüz fazla değildi. 1966/67 ekonomik krizi atlatılmıştı ve başka ülkelerden bolca "göçmen" ya da Almanca deyimi ile "Gastarbeiter" (misafir işçi) getiriliyordu. Ben de daha önce okul tatillerimde çalıştığım SULO(Streuber & Lohmann) isimli metal firmasına kolaylıkla vasıfsız işçi olarak girdim.
Firmada gittikçe kalabalıklaşan, Yunanistan ve Türkiye'den gelen bir işçi grubu ile karşılaştım. Onlar pek Almanca bilmediklerinden biz el, kol hareketleriyle yani şu ünlü "Tarzanca" ile anlaşıyorduk. Ancak şu gerçek hemen dikkatimi çekti: Yunanlılar ve Türkler farklı dil konuşmalarına rağmen iyi anlaşıyorlardı. Ama Almanlardan kimse onlarla birlikte olmuyor, yemek molalarında ayrı ayrı oturuluyor, yemekler ayrı yeniliyordu. Belki de Türk ve Yunan işçilerini rakip olarak görmediğim için, bana gerekli olan işyerimi elimden alırlar diye korkmadığım ve ayrıca yabancı-yerli işçi diye bir ayrım yapmak bana ters geldiği için, kendi hemşehrilerimin hoşlarına gitmemesine rağmen daha çok yabancıların yanında oturmaya başladım.
Doğrusunu söylemem gerekirse, onların bir nevi arkadaşlık gösterisi diye ikram ettikleri biberler, sucuklar ve daha başka garip yemekler pek hoşuma gitmiyordu, ama kendilerini kırmamak için arasıra mecburen bir kaç parça alıyordum.
Bu arada otobüs biletlerine konulan zam yüzünden kasabamda "kırmızı nokta" eylemi sürdürülüyordu. Arabalarında bedava yolcu taşımaya hazır olanlar camlarına iri bir "kırmızı nokta" yapıştırıyor, işe giderken ya da dönüşte yoldan yolcu alıyorlardı. Otobüsler genellikle boş gidiyordu. Ancak çarşıdan alınan insanların nereye gideceklerini, kimin nereye yolcu alacağının örgütlenmesi gerekiyordu. Yani bir nevi "dolmuş muavinliği" lazımdı. İlk iki hafta Paskalya tatili olduğu için bu işi lise ve üniversite öğrencileri yaptılar. Ama ondan sonra liseliler sabahtan okula gitmek zorunda idiler. Onun için ben normal vardiyamı öğleden sonraya aldırıp sabahları bu işi örgütleyen arkadaşlara yardım etmeye karar verdim. Parantez içinde şunu belirteyim: bana fazla ihtiyaç kalmadı. Eylem o hafta içinde otobüs şirketinin zamları geri almasıyla başarı ile sonuçlandı.
Fakat bu eylem nedeniyle arabasıyla birlikte işe gidip geldiğim Alman arkadaşın vardiyası ile benim çalışma saatlerim ters düştü. Kendisi sabahtan işe gidiyordu, ben öğleden sonra başladığımda ise o işi bırakıyordu. İşe gitmem için başka müsait bir vasıta da yoktu. Oturduğum yerden otobüs kalkmazdı ve bana ancak iki seçenek kalmıştı: ya yaya yürüyecektim, ya da bisikletle gidecektim. İlk gün, Pazartesi, önce çarşıya kadar dört kilometreyi yaya yürüdüm; bana "kızıl nokta" eyleminde fazla "iş" çıkmadığı için daha sonra firmaya kadar kalan üç kilometreyi de yaya gittim.
Asıl sorun, gece saat 10'da karanlıkta, son derece yorgun bir vaziyette eve nasıl yürüyeceğim idi. Kafamda çok güzel tasarlamıştım ve onun için evden bisikletle çıkmamıştım: sıska boylu, başının ortasından saçları hafif dökülmüş, yuvarlak yüzlü ve bıyıklı bir Türk arkadaşa soracaktım. Daha önceden belirli bir yakınlık göstermişti. Almanya'ya yeni gelmişti. Külüstür bir arabası vardı ve bildiğim kadar ile o hafta akşam vardiyasında çalışıyordu.
Ne var ki, arkadaşı görünce hiç cesaretim kalmamıştı. Pek tanımadığım, salt işyerimde gördüğüm, dil bakımdan doğru dürüst anlaşamadığım birinden böyle bir iyiliği nasıl isteyebilirdim? Sonuçta eve yaya dönmeye, ertesi gün ise bisikletle işe gelmeye hazırlanıyordum ki Türk arkadaş durumumu fark etti ve kendiliğinden yanıma gelerek Tarzanca ile "sen iş arkadaş ne yapmak?" diye sordu. Ben "arkadaşın nerede?" diye anladım ve "eve gitti" dedim.
Fakat külüstür araba sahibinin sohbeti henüz bitmemişti. Devamla "sen ne yapmak?" diye sordu. İçimden acaba beni eve götürme teklifi yapar mı diye geçirdiysem de kendisine yanıt vermekte epey zorlandım. "Ben yaya gideceğim" diyorum, fakat adam Almanca "zu Fuss" sözcüğünü duymamış olacak ki bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Kolum üzerine parmaklarımla yürüme işaretini yapıp "ben yaya gideceğim" diye tekrar ediyorum, ama adam gene anlamıyordu. Çaresiz olarak ayağımı göstererek, parmaklarımla gezme işaretini tekrar edip "zu Fuss" deyince artık adam anladı.
Bu kez açıktan önerisini yaptı: "Sen arabam eve gitmek" gibi bir şey söyledi. Şaşırmıştım. Adam sıkılıp da soramadığımı kendisi teklif ediyordu. Ama ben iyice utanarak "olmaz" dedim, "çok uzak; 6-7 kilometre". Fakat o ısrarla "egal" (farketmez) diye üstelemeye devam etti. Gizli bir sevinç içinde sonunda "tamam" dedim. Ondan sonra bir hafta boyunca arkadaş beni her akşam evime kadar götürdü.
Salt o değil, onu birahaneye ya da diskoteğe davet ettiğim zaman da bana hiç masraf yaptırmıyordu. Ben ne kadar "benzin senden, içki benden" dediysem de bir türlü ikna edemiyordum. Böyle bir davranış çok garibime gidiyordu. Çünkü Almanya'da buna benzer bir insana ve davranışa rastlamak çok zordur. Söz dağarcığımda o zamana dek "konukseverlik" (misafir perverlik) diye bir sözcük yoktu diyebilirim.
Arkadaşın sohbet etmek istediği belli idi, belki de bir arkadaşa gereksinimi vardı. Fakat akşama kadar otuz kez "nasılsın?" diye tek bir soru ile muabbet edilmezdi ya. Bir gün bana bir resim göstererek "hanım ve çocuk" diye iki kız ve bir erkek çocuğu ile beraber eşinin fotografını uzattı. "Bu sene ben arabam ile Türkiye gitmek" diye ekledi. Sohbetimiz devam etsin diye ben de laf olarak "beraber gidelim" karşılığını verdim.
Bundan sonra adını bir ayda zor ezberlediğim Hulusi beni sürekli sıkıştıracaktı. Önce Ekim ayında izine gitmeyi planladığı halde üniversiteye hazırlanabilmem için iki ay öne aldı. Baştan "haydi gidelim" dediğim için artık "yok" diyemedim. Annem ve babam da dahil olmak üzere "Türkiye'ye gitme" diyenlerin Türkiye hakkında fazla bilgileri olmadığını biliyordum. 20 yaşında idim, kendimi her halde her türlü "bela"dan koruyabilirdim. Üstelik arkadaşlığımız yeni de olsa güvenebileceğim birisiyle gidiyordum. Hulusi ve arkadaşlarının Almanca'ları pek iyi değildi. Bir çok konuda anlaşamıyorduk. Bu nedenle küçük bir cep sözlüğü almıştım. Takıldığımız yerlerde Türkçe karşılığını bularak aramızda kısır bir sohbet ortamını yaratmaya başlamıştık bile.
Ağustos 1980 yılında Türkiye'ye doğru yol alınca bir türlü kafama girmeyen "elli" rakamı hariç tüm sayıları öğrenmiştim, "nasılsın"dan başka yolda "sağa git, sola dön, doğru İstanbul" gibi lafların anlamını da biliyordum. İki aya yakın bir zaman süren gezim sırasında sarı cep sözlüğüm pek cebe girmeyip yavaş yavaş gri olmaya başlamıştı ve konuşmalardan gittikçe daha fazla anlam çıkartabiliyordum. Konuşmak kolay değildi, çünkü bebek gibi tekrar ede ede yabancı bir dil öğrenme şansım, okuldan alıştığım gramer yöntemine ters düştüğü için, pek yoktu. Bu ilk gezimde karşılaştığım insanların ve Almanya'dan tanıdığım işçi arkadaşlarımın hiç birisi gramer diye bir şey bilmiyorlardı. Bu nedenle daha uzun bir süre Türkçe'nin tüm Hint-Avrupa dillerine ters düşen bir yapıya sahip olduğunu öğrenmiyecektim.
Gene de ilerleme vardı. Kahve ve lokantalarda yabancı dilde bir şey sorsunlar diye karşıma mutlaka bir, iki genç çıkartıyorlardı. Genellikle gençlerin okulda öğrendiği yabancı dil bilgisi konuşacak seviyede değildi, salt okuyup yazabilecek kadardı. Çoğunlukla "nasılsınız?" ve "adın ne?" sorusundan sonra tükeniyorlardı. O zaman ben "nerede sen öğreniyorsun İngilizce?" gibi sorularla durumu idare etmeye çalışıyordum.
Karakuyu köyünde orta okul ya da liseye giden gençler vardı ve onlar da yabancı dil dersi görüyorlardı. Hatta Hulusi bana daha Almanya'da iken iki kardeşinin Fransızca okuduklarını anlatmıştı. Biri üç diğeri altı senedir Fransızca dersi görüyorlardı. Fransızcam aslında pek iyi değildi. İngilizce'den sonra biraz görmüştüm. Daha sonra buna Latince de eklenmişti, ama benim bildiğim uzun bir sohbete yetmezdi, ancak bir iki laf etmek için belki idare edebilirdim. Her halükarda mevcut olmayan Türkçem'den mutlaka daha iyi idi.
Dinar'a vardığımız gün bir Salı günü idi ve Dinar'ın pazarı vardı. Bütün köylüler çarşıya gelmişlerdi. Arabadan iner inmez, henüz beş adım atmadan bütün sokak insanlarla doldu. Birden arabayı ve tek dayanağım olan Hulusi'yi göremez oldum. Ortada herkes birbirine sarılıyordu, yaşlı kadınlar ağlaşıyordu, el, yanak öpmelerinin sonu bir türlü gelmiyordu. 15 dakika kadar bir insan seli içinde hapis olduktan sonra durum biraz sakinleşti ve Hulusi bu olanağı, beni annesine ve diğer akrabalarına (köylülere) tanıştırmak için kullandı.
Üç ay beraber çalışmakla ve üç günlük bir seyahat etmekle öğrendiğim şeyler arasında "hoş geldin"e "hoş bulduk" demem gerektiğini biliyordum ve "nasılsın?" sorusuna yorgunluğuma bakmadan "iyiyim" diyordum, fakat onun ötesinde benden Türkçe laf almak olanaksızdı. Nihayet Hulusi genç bir adamı gösterip "mein Bruder" (kardeşim) dedi. Rahatladım, çünkü en azından birisiyle biraz konuşabilirdim. "Bonjour" dedim ve o da "bonjour" diye karşılık verdi. Arkasından sıhhatını sormam gerekir diye düşündüğümden "comment-allez vous?" dedim, fakat yanıt alamadım. Belki kibar olmak istemiyor, abisinin arkadaşından daha fazla samimiyet bekliyor diye "sen" şeklinde sormamı ister düşüncesiyle "comment vas-tu?" dedim. Gene yanıt yok ve yüz ifadesinden sorumu anlamadığı da anlaşılıyordu. Herkes bize baktığını farkettim. Yapacak başka bir şey yoktu. Ben de "nasılsın?" dedim. Onun "iyiyim" demesiyle bundan sonra onunla hep Türkçe konuşacağım belli olmuştu.
Artık çoğu zaman hiç bir şey anlamadan evde, kahvede ya da terzi Sadullah'ın dükkanında oturacaktım. Benimle ilgilenmek üzere yanıma verilen arkadaşlar gerçi genellikle yavaş ve yüksek sesle ve daha iyi anlamam için "Tarzanca" konuşuyorlardı, ama en fazla bağırarak konuşan komşu köyden Hulusi'nin amcasının oğlu Kemal'la bile zor anlaşabiliyordum.
"Tarzan" vaziyetinden nasıl kurtulduğumu ve Türkçe'yi biraz düzgünce konuşabilme durumuna nasıl geldiğimi maalesef tam olarak izah edemiyeceğim. İstisnai bazı konular dışında öğrenme sürecime ilişkin hiç bir şey belleğimde kalmamış gibi. Örneğin Türkçe'de ismin -de ve -den halleri olduğundan haberim yoktu. Bana birisi "şemşiye nerede?" diye sorduğunda arabada olduğunu bilerek, ben ancak Almanca, İngilizce ve Fransızca'nın yapılarına göre "içinde araba" (im Auto) diyebiliyordum. Belki örneğin yanıt olarak "tamam, arabada" dendiği için ben farkına varmadan zamanla doğrusunu ezberlemiş olabilirim.
Elbette başka yanlışlarım da oldu. Bu yanlışlarıma rağmen, 5 hafta Türkiye'de kaldıktan sonra Hulusi artık benimle hep Türkçe konuşmaya karar verdi. Almanya'ya dönerken bana yarısını anlamadığım konuşmaları içinde hep "kardeşim" diye hitap ediyordu. "Kardeş" sözcüğün karşılığını "Bruder" diye hemen sözlükte bulmuştum, fakat sonuna eklenmiş -im ekinin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Almanca'da fazla ekler yoktur. Bu nedenle Almanca'ya göre bunun tek bir yorumu vardı. "Bruder"e uyan "Brüderchen" Türkçe'de "kardeşcik/ciğim" anlamına geliyordu. Çok sonra -im eki "benim" demek olduğunu kavrıyacaktım.
Bazı şeylerin karşılığını ise sözlükte hiç bulamadım. Örneğin Hulusi'nin evinde hoş geldin toplantısındayken veya başka zaman konuklar geldiğinde sık sık çok garibime giden bir "cık" sesi duyuyordum. Buna bir türlü bir anlam veremiyordum. Önce Almanların omuzu kaldırıp "bilmiyorum" işaretine yorduysam da, kullanılan yer itibarıyla buna pek uymuyordu ve gülmeme neden oluyordu. Biraz daha dikkatli baktığımda sadece "cık" diye sesin çıkartılmadığını, kaşların da yukarıya doğru çekildiğini ve kafanın da aynı zamanda aşağıdan yukarıya hareket ettiğini fark ettim. Anlamam olanaksızdı; taklit edip de "bu ne demek?" diye kimseye soramıyordum. Fakat benim için de mucize sayılacak bir biçimde, dört hafta geçmeden aynı hareketi doğru biçimde "hayır" demek amacıyla kullanmaya başladım.
Almanya'ya döndükten sonra Hulusi'den ve evimden de ayrılacaktım. Üniversite olarak Tübingen'e yazılmıştım, daha doğrusu orada öğrenci yurdunda yer bulduğum için, yani ev aramak zorunda olmadığım için Tübingen'i seçmiştim. Tübingen ile Herford arasında 600 kilometrelik bir mesafe vardı. Her hafta sonu eve de gidemezdim artık.
Türkçemi ilerletmek için özel olanak yaratmak gibi bir düşünce kafamda yoktu. Tübingen'de yalnız olacağım için Hulusi bana uzaktan akrabası olan bir hemşehrisinin, Mahmut'un adresini vermişti. Boş zamanım çok olduğu için bir hafta sonunda onu fabrikanın yanında inşa edilmiş bir barakada ziyaret ettim. Mahmut da pek Almanca bilmiyordu ve sohbetimiz gene sınırlı idi, ancak Mahmut ve yanında kalan üç, dört arkadaşı, dört beş kelime Türkçe bilen bir Almandan o kadar çok hoşlandılar ki beni sonra hiç bırakmadılar. Onlar vasıtasıyla başka arkadaşlarla ve bir Türk derneğinin yöneticileriyle de tanışacaktım. Artık Türklerle ilişkim kopmayacaktı ve sürekli pratik yapma olanağı bulabilecektim.
Zamanla yarım yamalak konuştuğum Türkçe'nin gerçek yapısını merak ettiğim için ABD'li askerler için yazılmış "Teach Yourselve Turkish" (Kendi Kendine Türkçe Öğren) kitabını ucuz diye satın aldım. Şaşıracak derecede çok şeyler bildiğimi fark ettim, ancak telaffuz konusunda kitaptan pek faydalanamadım.
O zaman gene bir rastlantı imdadıma yetişti. Kaldığım öğrenci yurdunda odamı bir Amerika'lı arkadaşla paylaşıyordum. Almanya'ya yeni geldiği için daha dil kursuna gidiyordu. Bana Türkiye'den mektup geldiğini ve içinde anlamadığım bir süre sözcükler için sürekli sözlüğüme baktığımı görünce bana Türkiye'den bir arkadaşla beraber kurs gördüğünü belirtip ikimizi tanıştırma önerisinde bulundu. Böylece İstanbul'da büyümüş Garbis ile tanışmış oldum. Abileri Tübingen'e yakın bir yerde çalışıyorlardı. Bacağına protez takılması için Almanya'ya gelmişti, fakat işi uzayınca Garbis Almanca öğrenmeye karar vermişti. Almancası belirli bir düzeye geldikten sonra üniversite giriş sınavına hazırlandı ve başardı. Garbis ile uzun yıllar Tübingen üniversitesinde beraber okuduk.
Tanıştığımızda bile Almancası çok iyi idi, fakat Türkçe öğrenmem için ilk andan itibaren benimle sürekli Türkçe konuşmaya gayret gösterdi ve kibarlık olsun diye eleştirilerini de esirgemedi. Ben o dönemde Garbis'in Ermeni asıllı olduğunu bilmiyordum, nasıl olsa İstanbul'dan geliyordu ve bir çok Türk işçisinden daha iyi Türkçe konuşuyordu. Kendisi sürekli Türk Kültür ve Spor Derneği'ne uğrayarak, tercümanlık yapıyor, çeşitli sorunları olan işçilere yardım ediyordu. İlk bakışta Türk işçilerle iyice kaynaşmıştı. Onlarla gerçekten çok şey paylaşıyordu ve içlerinde samimi arkadaşları da vardı. Ancak sonradan bazen Garbis'in adını duyanların davranışından insanların ne kadar önyargılı, daha doğrusu kendilerine öğretilenlerden ötürü ne kadar "kinli" olduklarını fark ettim. Buna rağmen Garbis'in hiç bir karşılık beklemeden büyük bir özveri göstererek işçilere yardım etmeye devam etmesine hayran oldum ve onu bir kat daha takdir ettim.
Türkçe öğrenmem bununla hemen bitmedi. Garbis gibi üniversitede okuyan başka Türkiye'li arkadaşlarla da tanıştım ve onların önerisi üzerine ilk önce Aziz Nesin'in bazı öykülerini okumaya başladım. Cümleler kısa olup, halk dilinde yazıldığı için anlamakta fazla güçlük çekmedim. Öykülerini anlıyabilmem için gittikçe daha az sözlük kullanmaya başladım. Ancak 1977 yılında Cumhuriyet gazetesine abone olduğumda hala sözlük kullanıyordum ve bazı makaleleri anlamam için sözlük mutlaka gerekli idi. Fakat aynı yıl sonunda Düsseldorf kentinde tercümanlık ve çevirmenlik sınavından başarı ile çıktım. Amacım işçilere yaptığımız tercümelerde başkalarının mühürlerine muhtaç kalmamaktı. Sınavda 100 puan üzerine 91,5 puan almış olmama karşın Türkçe öğrenimim elbette ki bitmedi. Bugün bile bir çok konuda onu ilerletmeye çalışıyorum.
Geri
İçindekiler
İleri
- Site Haritasi - Impressum