Helmut Helmut Oberdiek * 18.9.1947 — † 27.4.2016
dictionary  HH'de oturan, HF'lu olan HO'nun kütüphanesi
Kitabım Wikim Sergim Arşivim Eklerim
01 02 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14

HEYETLERLE TÜRKİYE'YE

Alt bölümler:
Uluslararası Hukuçularn Komisyonu (ICJ)
İnsan Hakları Federasyonu (FIDH)
Hamburg Senatörlüğü
Bremen Heyeti

Darbeden sonra Türkiye'den sağlıklı bilgi almak zorlaştı. Eskiden mektupla, telefonla da olsa gerekli bilgileri hemen alabilen arkadaşların olanakları çok kısıtlandı. Çünkü telefonlar genellikle  dinleniyor, mektuplar açılıyordu. Bu durum Türkiye'de bazı arkadaşların takip edilmesine neden olabiliyordu. "Demokrat" ve "Aydınlık" gazeteleri de yasaklanmıştı. Diğer günlük gazetelerde çok ayrıntılı haber yoktu, eleştirel yaklaşan makaleler yazıldığında hemen gazeteler kapatılıyordu. Kısaca, yasalarda belirtilmemiş bir "sansür" mekanizması işliyordu.
Gene de sistemli bilgi toplayabilmek için önce "resmi" nitelik taşıyan gazetelere bakmak gerekiyordu. "Alternative Türkeihilfe" çerçevesinde kurulan arşiv için "Cumhuriyet"in dışında "Hürriyet", "Tercüman" ve "Milliyet" gazetelerine abone olduk. Ayrıca "Yankı" dergisi gibi haftalık ve aylık yayınlar elimize geçtiği ölçüde takip etmeye çalışıyorduk.
Zamanla 10 kişi olduğumuz ekipte hiç birimiz arşiv konusunda deneyimli değildik. Farklı konulara göre bir dosyalama sistemi geliştirdik. Buna bir de kartoteks sistemi ekledik. Böylece siyasi davalar hakkında çıkan haberleri birbirinden ayırtedebiliyorduk, "idam taleplerinin sayısı"nı tespit etmeye çalışırken birden çok kez konu edilmiş davaları çift saymak gibi yanlışları bu sistem sayesinde önleyebiliyorduk.
Arşivcilik gibi sıkıcı bir işin uzun vadede çok faydalarını gördük. 6 Nisan 1981 tarihinde iki haftalık bir yayın çıkartmaya başladık. Özel bir yayından çok 8 sayfalık bültenimiz aslında bir tercüme servisi idi. "türkei-infodienst" (Türkiye [Hakkında] Bilgilendirme Servisi) adında çıkarttığımız bültende yorum yapmadan sansürlü saydığımız gazetelerde yer alan haberleri belirli başlıklar altında (iç politika-dış politika-ekonomi-insan hakları), kaynaklarını belirterek özet halinde çeviriyorduk.
Böylesi bir servis şüphesiz bir kitle yayını değildi. İzah edici bilgilerin bulunmadığı haberlerin (bazı kısaltmaların anlamını vermekten başka) önemini kavrıyabilmek için okuyucunun, Türkiye hakkında temel bilgilere sahip olması gerekiyordu. Zamanla yayınımız özellikle iltica davalarıa bakan mahkemeler tarafından çok itibar gördü ve hatta Almanya Dışişleri Bakanlığı'nın "bilirkişi" raporlarından daha "değerli" bulundu. Dışişleri Bakanlığı'nın raporları Ankara Federal Almanya Büyükelçiliği tarafından hazırlanıyordu. Yolladıkları rapora bir örnek vermek gerekirse örneğin Samsun Halkevi içinde faaliyet göstermiş bir kişi hakkında Türkiye'de dava açılıp açılmadığı sorusuna yanıt aranıyordu. Gelen yanıtta örneğin oradaki Halkevi şubesinin "terörist" THKP/C Kurtuluş örgütünün güdümünde olduğu belirtiliyordu. Ve Türk hükümetinin bu tür kişiler hakkında dava açmakta haklı olduğu vurgulanıyordu.
Raporlarda kaynak belirtilmediği için gelen bilgilerin ne kadar sağlıklı olduğuna yargıçlar karar veremiyorlardı. Bu tür bilgilerin doğrudan MİT tarafından sağlandığına dair şüpheler mevcuttu. Bültenimizde verilen bilgilerin ise, hem kaynakları belirtiyordu hem de duruma göre çok ayrıntılı olabiliyordu. Örneğin hangi örgüt hakkında nerelerde davaların açıldığı, ne kadar idam istendiği gibi sorulara yanıt bulmak mümkündü.
Hamburg İdare Mahkemesi'nden şöyle bir örnek olay bana aktarıldı. Bir duruşmada, başvuru sahibi bağlı bulunduğu örgütün liderinin "öldüğünü" beyan etmiş, daha doğrusu çevirmen "idam edildi" demiş. Bültenimizi sürekli takip eden mahkeme heyeti hemen "mümkün değil" demiş, "çünkü 'türkei-infodienst'te böyle bir haber yoktu." Mahkeme heyeti idam ve işkence gibi konulara çok önem verdiğimizi biliyordu, çünkü yayının hemen başında a) infaz, b) idam kararları ve c) idam talepleri diye istatistiki bilgi veriyorduk. Söz konusu örgüt liderinin idam edildiğine dair haber çıkmadığı gibi idam cezası aldığına dair haber bile verilmemişti. Aslında sözü edilen kişi Ankara'da idam talebi ile yargılanıyordu.
Anlaşmazlık avukatın bize telefon etmesi ile çözüldü. Mülteci statüsü isteyen arkadaş mahkemede "arkadaşım ölüm orucunda" demiş, "öldü" dememiş, fakat çevirmen bunun Almanca'sını bilmemiş olacakki "idam edildi" diye tercüme etmiş. İltica davalarında sorunlar her zaman bu kadar kolay çözülmüyordu. Mahkemeler, Federal Almanya Dışişleri Bakanlığı'nın raporlarını taraflı buldukları için arada sırada "bağımsız" raporlar da isterlerdi. Nadiren de olsa Alternative Türkeihilfe'den de bu tür raporlar istenirdi. Bir çok avukat arkadaş ile zaten sürekli yazışma halinde idik ve bunlardan "uzman" olanlar ile bilgi alışverişimiz giderek gelişti.
"Sansürlü" gazetelerden derlediğimiz bilgilerin yeterli olmayacağını daha işin başındayken biliyorduk. Ancak daha farklı bilgi kaynaklarına ulaşabilmek için geliştirilmiş bir ilişki ağımız olmadığı gibi maddi olanaklarımız da yoktu. Örneğin Ankara Cumhuriyet bürosunda çalışan Erbil Tuşalp'ı telefonla aramak için bütçemiz müsait değildi.
Az sayıda da olsa Türkiye'ye gidip gelenler tarafından kaleme alınmış raporlar bize ulaşıyordu. Siyasi davalar arasında, özellikle İstanbul Askeri Mahkemesi'nde görülen DİSK davası Türkiye dışında epey ilgi uyandırıyordu. Örneğin 18 ile 22 Nisan 1981 tarihleri arasında ETUC (European Trade Union Confederation - Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) Genel Sekreter Yardımcısı Jon İvar Nalsun Türkiye'ye gidip, cezaevinde olan DİSK yöneticilerinin durumu hakkında bilgi almaya çalışmıştı. 28 Nisan 1981 tarihinde yayınladığı rapor sonradan elimize ulaştı. Çok somut bilgilerin (örneğin avukatlar sanıklarla ancak 15er dakika görüşme olanağı) yer aldığı raporun sonunda 3 öneri yapılıyordu:

a) Türkiye hükümeti üzerinde oluşturulan baskılar artırılsın;
b) tanınmış hukukçular DİSK davasını izlesinler;
c) cezaevinde bulunan sendikacıların ailelerine ve savunma avukatlarına gereken yardımların ulaşılması için olanak yaratılsın.

Yerinde inceleme yapmanın faydaları çoktu. Ancak beraberinde bir sürü sorun da getiriyordu. Uluslararası bir kurumu temsil eden bir kişi, sendikacı, politikacı ya da başka "ünlüler" ile hükümet temsilcileri de dahil olmak üzere belki bir çok kimse ile korkusuzca görüşebilirdi. Benim gibi sıradan insanlar turist olarak Türkiye'ye gittiklerinde fazla bir tehlike ile karşılaşmıyabilirdi. Ancak siyasi insanlarla doğrudan ilişkiye geçtiklerinde kendilerine değilse konuştukları insanların başına bir "iş" gelebilirdi. ETUC Genel Sekreter Yardımcısı turist gibi Türkiye'ye gitmişti, ancak gelişi gizli kalmamıştı (örneğin avukat Ercüment Tahiroğlu ile beraber DİSK'in kapatılmasına ilişkin bir duruşmayı izlemişti) ve Türkiye'den ayrılmasından hemen sonra 27 Nisan 1981 tarihinde DİSK davasının en önemli avukatı olan Ercüment Bey gözaltına alınmıştı.
Jon İvar Nalsun Türkçe bilmediği gibi darbeden sonraki günlerde Türkiye koşullarından habersiz idi her halde. Biz Türkiye'den kaçıp yurtdışına gelen insanlardan az da olsa bilgi alabiliyorduk, ancak bir yabancının ya da bir yabancı grubunun nasıl hareket etmesi gerektiğini "dışarıdan" tespit etmemiz mümkün değildi.
1982 yılının ilkbaharında Türkiye'ye gidip, koşullarını yerinde tespit edebilmem için bir olanak doğdu. Bir Alman gazete, sorgu aşamasına gelmiş DİSK davası hakkında ilk elden haber vermek için "muhabir" göndermek istiyordu. Gazetenin tek ilgi alanı sendikalar olmadığı için Türkiye'nin genel durumu hakkında haber vermek niyetinde idi. Zengin olmadığı için az para karşılığında ancak bir amatöre görev verebilirdi. Böyle bir amatör bendim. Gidiş-geliş, yeme-içme ve otel parası karşılığında beni 3 hafta için Türkiye'ye gönderdi.
Elimde az sayıda da olsa telefon numaraları vardı, ama tanımadığım kişileri ikaz etmeden aramam doğru olmazdı. Herkes Murat Belge gibi korkusuzca yabancılarla görüşemezdi ya. Oldukça dikkatli hareket edip bazı temaslarım oldu. Örneğin "Birikim" dergisine yakın genç arkadaşlarla randevulaştıktan sonra beni karşılayan arkadaşın dışında bizi uzaktan iki arkadaş takip etti. Bizi izleyen polis olsaydı önceden uyarıp evlerine gitmeden "kayıplara karışacaktık".
Bu tür "kaptı-kaçtı" oyunlarına çok yabancı idim ve hiç bir zaman çok iyi öğrenmeyecektim. Kimsenin dikkatini çekmeden Beyoğlu postanesinden DİSK davası ile ilgili haberi gazeteye teleksle gönderebildiğim zaman bayağı sevinmiştim.
Darbeden önce Mayıs 1980'de İstanbul'da akşamları eve giderken ülkücü çetelerinin saldırısına uğrarım diye korkmuştum, ancak bu kez, karanlık bastıktan sonra Beşiktaş'ta bile kedilerden başka kimselerin sokaklarda dolaşmadığı bir ortamda daha çok korkuyordum. Tanklarla, tüfeklerle kitle halinde askerler görülmüyordu pek, ama her an için "vur emri" ile gerçekleştirilen bir operasyonda sorgusuz, sualsız öldürülmek te vardı işin içinde. Gerçi illegal kimseler ile görüşmüyordum, silahlı militanların evlerinde kalmıyordum, ama "ılımlı" arkadaşlarım, Almanya'dan getirdiğim gazeteleri yakmaya kalktıklarında ben de korku havasından payımı almıştım.
Türkiye'de kaldığım 3 haftada gazete için 4-5 yazı hazırlayabildim, ama daha önemlisi, askeri diktatörlük altında bulunan Türkiye'de bir yabancının nasıl hareket etmesi gerektiğine dair bazı deneyimler kazanmıştım.

ULUSLARARASI HUKUKÇULAR KOMİSYONU (İCJ)

Uluslararası Hukukçular Komisyonu (İCJ-İnternational Commission of Jurists) diye bir kuruluşun varlığından ancak Haziran 1982'de beni telefonla aradıklarında haberdar oldum. Merkezi Cenevre'de bulunan kuruluş özellikle hukukçulara (avukatlara) uygulanan baskılar ve sanıkların savunma hakları ile ilgilenmektedir. 12 Eylül'den sonra İCJ'ye çeşitli kaynaklardan ulaşan bilgilere göre Türkiye'de siyasi davalarda savunma yapan avukatlar, sanık durumuna getirildiği ve savunmada bir çok engellerle karşılaşıldığı konusunda yoğunlaşıyordu. Onun için siyasi davaların seyrini yerinde incelemek için Türkiye'ye bir gözlemci göndermeye karar verildi. Almanya'da bir avukatın önerisi üzerine beni çevirmen olarak görevlendirmek istiyorlardı.
İCJ, uluslararası alanda tanınmış bir çok hükümetler-dışı kuruluş gibi çalışmasını her zaman açıktan yürütmektedir. Onun için Cenevre'de bulunan Birleşmiş Milletler (BM) Türkiye Daimi Temsilciliği'ne önceden müracaat edip Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde bazı davaları izlemek için izin istedi.
İsteğini 4 Mart 1982 tarihinde Brüksel Türkiye Büyükelçisi Halûk Kura'nın ETUC'a gönderdiği bir yazıya dayandırdı. Fransızca yazılmış mektup ETUC'un MGK'e yaptığı bir başvuruya yanıt niteliğinde idi. Özetle, Türkiye'nin içinde bulunduğu "geçiş döneminde" bazı faaliyetlere, özellikle siyasi çalışmalara sınırlandırma koymak zorunlu olup, bazı hükümetler-dışı kuruluşların bağımsız [Türk] mahkemeler üzerine etki kurmak istedikleri de kayıt edildikten sonra, özel yasaların uygulanmadığı mahkemelerinde görülen davaları izlemek ve özel kişilerle görüşmek, yabancılar için serbest olduğu, ancak kuruluşlar ile temas kurulacağı tadkirde izin almak zorunlu olduğu vurgulanıyordu.
Dönemin BM Türkiye Daimi Temsilcisi durumunda olan Büyükelçi Kamran İnan, kendisi Kürt kökenli olmasına rağmen, İCJ özellikle Diyarbakır'a gitmek isteğini benimsemiyordu, ama hiç olmazsa sözlü olarak verdiği yanıtta 22 Haziran 1982 tarihinde şunları belirtmişti: davalara girmemiz için gereken izin, Diyarbakır'a vardığımızda 7. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı'nın Basın ve Halkla İlişkiler Şubesi'nden alınabilirdi. Bir de şahıs olarak geldiğimizi, herhangi bir kuruluşa temsilen gelmediğimizi belirtmemizi öğütledi. Onun dışında biz gitmeden önce gözlemci olarak giden "Dr. Konrad Meingast"ın adını (Uluslararası Genç Avukatlar Birliği'nin Fahri Başkanı ve Yukarı Avusturya Barolar Birliği Denetleme Kurulu Üyesi) ve benim adımı Türk yetkililerine bildirip, bizimle ilgilenecek bir memurun adını ve Diyarbakır'da olduğumuz günlerde mahkemelerde ne gibi davaların görüşüldüğünü öğrenmeye çalışacaktı. Ancak aşağı yukarı bir ay sonra, 13 Temmuz 1982 tarihinde, Diyarbakır'a gidinceye kadar ne bir memur bulunmuştu ne de hangi davaların görüşüldüğünü öğrenebildik.
Bizden önce Diyarbakır Askeri Mahkemesi'nde görülen davaları izlemek için giden heyetlerden bir Alman avukat "kişisel" bir ilgi gösterdiği için izin alamayıp boş dönmüştü. Buna karşı merkezi Fransa'da bulunan Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu'nun (FİDH) resmi temsilcisi olarak giden bir heyet doğrudan Sıkıyönetim Komutanlığı'na bağlı olan Adli Müşavirliği'ne giderek 3 saatlik bir tartışmadan sonra davaya girmeyi başarmıştı. Diyarbakır'lı avukatlardan sadece Baro Başkanı Yücel Önen heyet ile görüşmeyi kabul etmişti.
İstanbul'da havaalanına yakın bir otelde 12 Temmuz 1982 tarihinde Dr. Konrad Meingast ile buluştuk. Daha önce zorba rejimleri ile idare edilen başka ülkelere gözlemci olarak gittiği için benden çok daha dikkatli davranıyordu. Otelde konuşmamızı uygun görmeyerek dışarıda tenha bir caddenin kaldırımında da değil caddenin ortasında yürümeyi tercih ettiki orada bizi en hassas mikrofonlar bile zor işitirdi. Aslında konuşacak fazla bir şeyimiz de yoktu. Daha önceki heyet gibi doğrudan mahkeme salonlarının yerine gidip adli müşavir ile kavga mı edecektik, yoksa otelden sağı solu arıyarak yazılı resmi izin almaya mı çalışacaktık? Sonuçta bir hukukçular kuruluşunun temsilcisi olarak ilk önce Baro Başkanına gidip onun fikrini almayı uygun bulduk.
Ertesi gün uçakla Diyarbakır'a gidip daha önce yer ayırttığımız Demir oteline yerleştik. Gitmeden önce Almanya'da konuştuğum avukat Şerafettin Kaya'ya göre bu otelde "ajan" kaynıyordu. Fakat Diyarbakır'ın neresinde ajan yoktu ki? Ayrıca biz çok açık geziyorduk, önceden haber de vermiştik. Gene de resepsiyonda dışarıdaki ekibine telsizle emir veren biri ile karşılaştığımda tuhafıma gitti. Her sokak köşesinde en az iki kişi, açıkça görülen tabanca ve telsizlerle, nöbet tuttuğu bir ortamda daha önce bulunmamıştım.
Fazla oyalanmadan Dr. Meingast ile beraber Diyarbakır Baro Başkanı Yücel Önen'i makamında ziyaret etmeye gittik. Ortağı ile beraber bizi bürosunda karşılayan Yücel Bey, baro başkanı olmasına rağmen yabancılarla konuşmakta pek rahat değildi, ama bir meslektaş olarak Dr. Meingast'a elinden geldiği kadar yardımcı oldu. Yardım etmezseydi, belki hiçbir dava izleyemezdik. Yücel Önen bizi yemeğe de davet etti, fakat bizden ötürü zor duruma düşmesin diye konukseverliğini ısrarla reddettik. Duruşmaları izleyebilmek için gereken izni doğrudan Emniyet Müdürü'nden almamızı önerdi.
Sıkıyönetim ile idare edilen bir ülkede askeri mahkemelerde görülen davalara girebilme olanağının polisin elinde olması bize garip geldi, fakat Yücel Bey bu konuda oldukça emin görünüyordu. Önerisi üzerine oraya gitmeye kalktığımızda hiç bir itirazımızı kabul etmeyerek bizzat kendisi hemen bizimle beraber geldi. Daha dış kapıdan içeriye girerken basit memurların sert tavırlarına Yücel Bey fazla aldırış etmeden bizi hemen müdürün katına kadar çıkarttı.
Çok uzun beklemeden müdür bey baro başkanını dışarıda bekleterek bizi kabul etti. Emniyet Müdürü Yahya Gök, bir basketbol sahasının yarısı kadar geniş olan müdüriyet odasında bizi karşıladı; bir Avusturya'lı ile bir Alman'ın geleceğini bildiği için oldukça temiz bir Almanca ile bizi hemen sorguya çekti. Konuşmasında Türkiye'nin bu zor günlerinde kimsenin dışarıdan gelenleri hoş karşılayamıyacağını, "gözlemcilerin" art niyetlerinden şüphelendiğini vs. sözleri ile bizi ikaz etmeye çalıştı. O anda, bu adama boşuna geldiğimizi, salt Almanca bildiği için bize uyarıp başka kapıya göndereceğini tahmin ettim.
Dr. Meingast amacımızı anlatırken bir iki yerde Yahya Gök "ne demek?" diye sorunca konuşulanları Türkçe'ye çevirdim ve doğal olarak kendi dilini bilmemden ötürü hemen takdir edildim. En fazla 5 dakika süren konuşmamızın sonunda Emniyet Müdürü isteğimizi anladığını, gereken yerlere müracaat ederek bizim için izin almaya çalışacağını belirterek, otele gidip beklememizi buyurdu. "İşimiz" bitti ve kendisinden izin isteyerek derhal ayrıldık.
Otelde 2 saat kadar odamızda beklerken sıcaktan ötürü en az 5 kez duş alıp hiç havlu kullanmadan hemen kurulandığımı hatırlıyorum. Temmuz'un sıcaklığı o günlerde 40 derecenin üstünde idi. İki buçuk saat sonra Emniyet Müdürlüğü'nden gelen telefon haberine göre ertesi gün istediğimiz davaya girecektik; yazılı bir izne gerek yoktu. Görevimizin en zor kısmının bittiğini sanıyordum, ama ertesi günkü görevim hiç de kolay olmayacaktı.
14 Temmuz 1982 tarihinde sabah 8.30'ta biz 7. Kolordu ve Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri'ne giden nizamiye kapısında idik. Tam varmadan önce bütün trafik durduruldu. Kapıya kadar önümüzde 10 araba ya var ya yoktu. Kolaylıkla yayan yürüyebilirdik, fakat taksi şoförü inmememiz için bizi sert uyardı. O anda tutukluları mahkemeye götüren konvoy geçtiği için vurulabilirdik. Biraz sonra tutukluları getiren 4 araba gördük. Her biri 3 metre uzunluğunda, 2,5 metre genişliğinde ve 2 metre yüksekliğinde salt demirden olan kafes niteliğinde idi, ön tarafta 30 santım çapında bir delikten başka yerden hava ve ışık girmiyordu.
Biz salt gömlekle dolaştığımız halde terler içinde idik. Saatlerce mahkemeye götürülmek için bekleyen tutukluların durumu acaba neydi? Bir arabada kaç kişinin bulunduğunu kesin olarak tespit etmemiz mümkün değildi, ancak delikten görülen kafalar yüzünden tıka basa dolu olduklarından şüphe yoktu.
Mahkemelere varmadan önce herkes "tutuksuz sanık", "avukat" ya da "izleyici" olarak yakasına kart takmak zorunda idi. Biz, yabancılar, herhangi bir kuyruğa girmeden (avukatlar için kuyruk yoktu gerçi) hemen "müdür" odasına alındık. Görevli memurlar izin aldığımıza inanmıyorlardı. "Müdür" biraz sonra odasından ayrılıp, gelenlerin üstünü aramakla görevli birinci şubeden bir bayan ve bir erkek polisi yanımıza nöbetçi olarak verdi. "Müdür" bey bilmediğimiz bir yöne doğru kaybolduğu sırada polis memurları Türkçe konuştuğumu fark edince buzlar yavaş yavaş erimeye başladı. İsparta'lı olan adam benim de İsparta'dan arkadaşlarım olduğunu duyunca nerede ise "hemşehri" çıktık. Önceden çantalarımızı çok sıkı bir biçimde aramak isteyen adam duruşmaya gitmemize izin verildiğinde üstümü bile aramadı.
Bir 30 dakika kadar bekledikten sonra "müdür" beyin yerine yüzbaşı Ziya Gül geldi ve bizimle beraber davalara gireceğini belirtti. Türk Haberler Ajansı'ndan gelmiş bir muhabir, yabancı bir heyetin geldiğini görünce, doğal olarak aynı davaya girmek istedi ve hangi davaya gireceğimizi yüzbaşıdan sordu. Ona PKK Urfa davasına girmek istediğimizi söylemiştik, fakat herhangi bir açıklama yapmadan kendimizi biraz sonra PKK Mardin davasında bulduk. (Dr. Meingast Diyarbakır'dan ayrıldıktan sonra o gün PKK Urfa davası sanıkları cezaevinde açlık grevine girdiklerini açıkladıklarını öğrendim).
Bu arada saat 9.30'u gösteriyordu ve 90 tutuklu sanığın hazır bulunduğu 385 kişilik davanın duruşmasına başlanmış oldu. Biz geç gelmiştik, ama avukatlardan henüz kimse yoktu. Bizden 15 dakika sonra bir tek avukat geldi (yanılmıyorsam Mustafa Özer). Yüzbaşı bizimle beraber basın kısmına oturdu ve arada sırada izah edici bilgiler veriyordu (örneğin sorgularda bahsedilen bir krokiyi kendisi çizmiş gibi biliyordu). Ben hızlı hızlı not almaya çalışıyordum, ancak mahkeme salonunun yankılarından, daktilo sesinden ve pencerelerin açık olmasından, mahkeme heyetine sanıklardan daha yakın oturmamıza rağmen pek bir şey anlıyamıyordum.
Sanıklar, bilinen askeri disiplin ile, elleri bacakların üstünde, dizleri ile aynı hizada, sırtları dik bir şekilde, gözlerini yüksekte oturan mahkeme heyetinden ayırmadan oturmak zorunda idi. Oturdukları tahtalar bölümünün sağı, solu, önü ve arkasında makinalı tüfekli, ateş etmeye hazır askerler bekliyordu. Sıcaktan ötürü açık olan camların dibinde gene silahlı askerler nöbet tutuyordu. Ayrıca tutuklu bölümlerin arasında coplu askerler vardı. Sanıklar askeri disiplin ile yerlerinden kalkıp sorgu yerinde mahkeme heyetine askeri selam verdikten sonra her soruya karşı "evet, komutanım" ya da "hayır komutanım" diye yanıt vermek zorunda idiler. Buna karşı yargıçlar "evladım" ve "sen" diye hitap ederlerdi (başka günlerde belki "ulan" daha çok geçerdi). Sorgular bittiğinde gene askeri bir selam çakarak sanıklar yerine oturabiliyordu.
Biz girdikten sonra duruşma 1,5 saat daha devam etti. O zaman içinde iki sanığın sorgusu ancak yapılabildi, çünkü o gün yabancılar geldiği için sanıkların söylediğini kısaltılmış olarak da olsa tutanağa geçmek gerekiyordu. Ancak her iki sanık işkenceden bahsedince tutanak işlemi çalışmadı. Vehbi Gökçe adında bir sanık 68 gün işkencede kaldığını ve sözde örgüt üyesi olarak adını verdiği 40 kişinin isimlerini sınıf arkadaşı ya da köylüsü olarak polise belirtmiş olmasına rağmen gözleri bağlı olarak ifadesini imzalamak zorunda olduğu için polisin ne yazdığını bilmediğini vurgulamasına karşın tutanağa sadece "polis ifademi kabul etmiyorum" cümlesi yazıldı.
Birinci sanıktan daha iyi Türkçe bilen ikinci sanık bazı hususlarda mahkeme heyeti ile tartışmaya kalkınca saat 11.30'da duruşma ertelendi. Yüzbaşıya, yargıçlarla ve savcı bey ile görüşmek istediğimizi belirtmiş olmamıza karşın "işleri çok" diye olanak tanınmadı ve dışarıda gördüğümüz tek savunma avukatı ile ancak yüzbaşının huzurunda görüşebildik. Sorularımıza genellikle yüzbaşı yanıt verip "böyle değil mi?" diye avukattan tasdik almaya çalışıyordu.
Çok şey görmüştük, ama Dr. Meingast tek bir dava ile yetinmek istemiyordu. Saat daha erken olduğu için başka davaya girmek istediğimizi ısrarla belirtmemize rağmen, o gün için tüm duruşmaların bittiğini, ertesi gün başka duruşma varsa "tekrar  gelebilirsiniz" diye cömertlik göstererek yüzbaşı bizi uğurladı.
Zamanımız çok olmasına rağmen Dr. Meingast başka avukatlar ya da kişiler ile ilişki kurmamıza kesinlikle karşı çıkıyordu. Gördüğüm sıkı denetimden ötürü ben de ona hak vermek zorunda idim ve o gün sadece biraz turistlik yaparak istirahata çekildik.
Ertesi gün gene erkenden nizamiye kapısında idik. Bu kez yüzbaşı Ziya Gül bizi karşılıyarak (belki de sadece "küçük" davaları izlemek istediğimiz için) fazla sınırlama getirmedi. 5 tutuklu sanığın yargılandığı bir KUK davasını, sadece kimlik tespiti sırasında izledik. Suriye uyruklu bir Kürt Arapça olarak ifade vermek istediğinde ona mübaşirlerden Kürtçe bilen bir tercüman bulundu, ancak her ikisi ayrı şiveler konuştuğundan adamın doğum tarihi bile zor öğrenildi. İkinci davada tek olarak yargılanan bir sanık KAWA adına banka soyduğunu itiraf etti.
İzlediğimiz üçüncü davada 4 kişi yargılanıyordu. Apocular olarak bir köye baskın düzenlediklerini ispat edebilecek tek tanığın polise verdiği ifadesini işkence altında alındığını açıkça belirtmiş olmasına rağmen, mahkeme sanıkların tahliye taleplerini reddederek duruşmayı bir ay sonraya erteledi. Dördüncü davada tutuksuz tek bir sanık olduğu için fazla durmadık. O davanın esas tanığı gene PKK Urfa grubunda yargılanan bir sanıktı ve daha önce yapılan bir duruşmada polis ifadesinin işkence altında alındığını ve gözleri bağlı olarak imzaladığını belirtmişti.
Beşinci dava bizim için asıl ilginç olacaktı, çünkü orada bir avukat yargılanıyordu. Avukat Mahmut Bilgili'nin dışında öğretmen Gülten Özer 23 aydır tutuklu idiler. Davada yargılanan diğer 3 sanık tutuksuz olarak yargılanıyorlardı. İzlediğimiz duruşmada PKK ana davasında (Diyarbakır grubundan) idam talebi ile yargılanan itirafçı sanık Hıdır Akbalık tanık olarak dinlendi.
Almanya'da çevirmen olarak bir çok davada (örneğin trafik suçundan) polis memurlarının tanıklığını görmüştüm. Profesyonel bir biçimde künyelerini veriyorlardı. Türkiye'nin Almanya'dan aldığı ceza yargılama usülü yasasına göre hemen "sanıkla akrabalığım yok" diye eklerlerdi. Hıdır Akbalık tanık kürsüsüne geldiğinde (Almanya'da geçerli olmayan bir biçimde) askeri selamını verdikten sonra Alman polisleri gibi künyesini okuduktan sonra yemin ettirildi. Hıdır Akbalık, usülünü iyice ezberlemişti. Sanıkları tanıyıp tanımadığı sorulunca Mahmut Bilgili için "evet" Gülten Özer için "hayır" dedi. Sonra, Alman polis memurlarından daha muntazam bir şekilde, "bildiklerini saydı".
İfadesine göre avukat Mahmut Bilgili, PKK davalarına bedava bakıyordu; buna karşı PKK ona ev ve geçimini temin ediyordu; başka davalardan aldığı paraları örgüte teslim ediyordu, hatta örgüt evinde beraber bile oturmuşlar; cezaevine düşen militanlar ile örgüt arasında kuryelik yapıyordu ve Hamit Baldemir avukatla kurulan ilişkiden sorumlu idi. Mahkeme heyetince sorulan sorulara aynı kesinlikle yanıt veren tanık profesyonel bir biçimde hiç bir yorum katmıyordu.
Öğretmen Gülten Özer'in PKK üyesi olduğuna dair tek delil, avukat Mahmut Bilgili'nin dairesinin bulunduğu binada kimliğin bulunması idi. Hıdır Akbalık sonradan onu tanır gibi olması ("abisini tanıyordum, bir kez onları beraber gördüm" demesi) bayanın fazla tutuklu kalmasına bir neden sayılamazdı ve savcının karşı çıkmasına rağmen, belki yabancıların bulunmasından ötürü, bir tahliye kararı çıktı.
Sanık Mahmut Bilgili, tanığın ifadesini reddetmesi ve savunmasına gelen 4 avukatın sözcülüğünü yapan Yücel Önen'in cesur savunmasına rağmen tutuklu kaldı ve duruşma 17 Ağustos 1982 tarihine ertelendi. Genç avukatın ondan sonraki "kaderini" yakından takip etme olanağım olmadı. Öğrendiğim kadar ile onu daha büyük "felaketler" bekleyecekti. Diyarbakır Askeri Mahkemesi'nce 8 yıl ağır hapis cezasına çarptırılan avukat Mahmut Bilgili Mart 1986'da infaz yasasında yapılan değişikliğinden faydalanarak, % 40 kuralı ile cezasını çektikten sonra tahliye olmuş.
Üyesi olduğu savıyla ceza aldığı örgütün yardımı ile yurtdışına çıkabilmiş ve Holanda'ya Amsterdam kentine gelmiş. Başından geçen olaylar yüzünden kimseye adresini vermemekte direnen Mahmut Bilgili, yabancılar (ve bu arada uluslararası af örgütü temsilcileri) ile cezaevi koşulları hakkında bilgi istediklerinde buluşmayı bile reddetmiş, yani özet olarak çok temkinli davranmış. Duyduğuma göre PKK adına yurtdışında çalışmaya yanaşmamış, sözcülüğünü yapıp toplantılara konuşmacı olarak katılmayıp ancak PKK'ya karşı herhangi bir faaliyet geliştirmiyeceğini, yani kısacası "rahat" bırakılmak istediğini beyan etmiş.
Ancak uzun sürmeden ölüsü Amsterdam'ın sularında bulundu. Yakalanan bir sanıktan öğrenildiği kadar ile PKK'ya mensup ve aynı zaman Mahmut Bilgili'nin akrabası durumunda olan kimselere örgüt "infaz emrini" vermiş ve gerçekleştirenler hemen ortalıktan kaybolmuşlar. Şoförlüğünü yapan sanık az bir zaman "yattıktan" sonra serbest bırakılmış. 6 yıl en kötü koşullarda Diyarbakır zindanında yatan genç ve yetenekli bir insanın yaşamını bu şekilde bitirtmeyi uygun görenlere neyi ve kimleri kurtaracaklarını merak ediyorum.
Dr. Konrad Meingast ile beraber izlediğimiz davalar bitmişti. Kendisi hemen o gün uçakla memleketine dönüp raporunu hazırladı. Ben bir gün daha kalıp, 26 saat otobüs yolculuğu ile İstanbul'a, oradan Almanya'ya döndüm. Dr. Konrad Meingast'ın raporunun sonuç kısmı kısa olduğu için (ayrıca sonradan başıma başka "işler" getirdiği için) Almanca'dan Türkçe'ye çevirdim:

Sonuç (tespitler):
1) Bir çok sanığın ve tanığın ifadeleri
a) işkence uygulamalara maruz kaldıkları,
b) tutukluların insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele gördükleri,
c) itirafa zorlandıkları gibi
insan haklarının ihlal edildiğini göstermektedir.
2) Adil bir yargılamadan bahsedilemez:
a) Tutukluluk süresi uygunsuz olarak uzatılmaktadır.
b) Engellenmeden savunma hazırlanması yeterince garanti altına alınmamıştır.
c) Duruşmalar kamuya açık yapılmıyor.
d) Tutanaklar doğru tutulmuyor.
e) Mahkeme salonunda yoğun askeri güç gösterisi, emniyet gereksiniminden çok açıkça sanık ve tanıkların sindirilmesini amaçlıyor.
Gmunden, 21 Ağustos 1982  Dr. Konrad Meingast

Dr. Konrad Meingast'ın raporuna geçmeyen Diyarbakır'da yaptığım bir görüşmemden bahsetmeden bu bölümü bitirmek istemiyorum. İCJ temsilcisi ayrıldıktan sonra ertesi gün öğlene dek zamanım olduğu için bazı önlemleri ile Şerafettin Kaya'dan aldığım bir "tavsiye mektubunu" da yanıma alarak bir avukat arkadaşa uğradım. Peşimde bir "gölge"nin olmadığından emin olduktan sonra arkadaş beni bir köşeye çekerek orada yüzünde bile kemikleri görülen ve rengi sapsarı olan bir insanla tanıştırdı.
Adamın cezaevinden yeni çıktığını anlamak zor değildi, fakat orada avukat Hüseyin Yıldırım'ı tahliye olduğu ilk günde göreceğimi hiç tahmin etmemiştim. Yıldırım'ın sağlık durumu uzun ve sesli konuşmasına el vermiyordu. Ayrıca beni bekleyenlerin fazla dikkatini çekmemek için konuşmamızı kısa tuttuk. Zaten anlattıklarının korkunçluğu ayrıntılarını sormama da müsaade etmiyordu. "İçeride" kalanların % 90'ının ağır hasta olduğunu, kendisine yapılan işkencelerden sonra 2 ay serumda kaldığını ve ancak yurtdışından gelen tepkiler yüzünden serbest bırakılabildiğini anlattı.
Hala avukatlığa dönebileceği umudunu taşıyan Yıldırım diğer tarafta başından geçen olaylar yüzünden çok mahçup olduğunu, kendisini ölü saydığını ancak en kötü durumda bile ölümün gelmediğini vb. gibi çeşitli yorumlara açık bir çok şey daha söyledi. Diyarbakir-İstanbul yolculuğumda onun söyledikleri kafamda yankılanırken Hüseyin Yıldırım'ın bir müddet sonra PKK'nın Avrupa sözcülüğünü yapacağını, fakat daha sonra Abdullah Öcalan'a ters düştüğü için ölüm listesine alınacağını bilemezdim tabii.

ULUSLARASI İNSAN HAKLARI FEDERASYONU (FİDH)

İCJ görevlisi ile Diyarbakır'a yaptığım yolculuğum 1982 yılı içindeki son gezim olmayacaktı. Merkezi Paris'te bulunan Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (Federation İnternationale des Droits de L'homme - FİDH), 12 Eylül öncesi ve sonrası Türkiye'ye bir çok heyet göndermiş. 1982 yılında Türkiye'ye giden üçüncü heyet İsviçre'den iki uzmandan oluşuyordu ve özel olarak (askeri) cezaevlerinde inceleme yapma olanağını araştıracaktı.
O zamana dek Türkiye'ye giden heyetlerin hemen hemen hepsi değişik davalar izlemekten başka inceleme olanakları bulamamıştı. Hele cezaevine girmeyi kimse başaramamıştı. Çevirmenlik yapacağım heyette bulunan, Basel kentinde ceza hukuku avukatı ve hukuk fakültesinde profesör olan Dr. jur. Peter Aebersold ile Lozan'dan gelen tıp doktoru Jean Alain Dubois bu konuda pek iyimser değillerdi. Onun için FİDH görevimizi, cezaevlerine girmeye başaramazsak girebilme koşullarını araştırmak olarak belirlemişti.
Araştırmamızı hazırlamak için üçümüz önce Basel'de buluştuk. Orada "Türkiye Koordinasyon Grubu" bazı malzemeler hazırlamıştı (örneğin Mamak ve Diyarbakır Askeri Cezaevinde tutuklu olan bazı kişilerin künyeleri ve fotografları bize verildi). İlk görevimiz cezaevi koşullarını araştırmak olmakla beraber tali olarak siyasi davalarının hukuk kurallarına uygunluğunu da araştıracaktık. Cezaevlerine girip, inceleme olanağını bulduğumuzda özellikle Dr. jur. Peter Aebersold'un 10'den fazla ülkede (Çin de dahil olmak üzere) böyle incelemelerde bulunmuş olması bize iyi bir değerlendirme olanağı sağlayacaktı.
Türkiye'ye hareket etmeden önce Bern'de bulunan Türk Elçiliği ile İsviçre Dışişleri Bakanlığı haberdar edildi. 18 ile 24 Kasım 1982 tarihlerinde Ankara'da çeşitli temaslarımız oldu. Amacımız cezaevlerini ziyaret etmek olduğu için her şeyden önce diplomatik destek aradık. Hiç birimiz FİDH'e üye değildik, ancak oradan görev aldığımız için önce Fransa Büyükelçiliği'nden destek aradık. Kuruluşun merkezi Paris'te olduğu için belki bize yardım ederlerdi, ancak çok kısa görüşmemizde Ermeni sorunu yüzünden Fransa ile Türkiye'nin arası açıldığı ve Fransa temsilcisi bizim için arabuluculuk yapmaya kalkarsa faydadan ziyade zarar getireceğini belirtildi.
Geriye sadece iki uzmanın vatandaşı oldukları İsviçre Büyükelçiliği kalıyordu. "Tarafsız" bir ülke olduğu için oradan gelen müracaatlar her halde olumlu karşılanırdı. Önce müşavir René Pasche bizi kabul etti ve hemen sonra Büyükelçi Dieter Chenaux-Repond da görüşmemize katıldı. Çok önceden ve yurtdışından diplomatik kanallardan müracaat etmediğimiz için amacımıza ulaşacağımıza pek ihtimal vermiyordu.
Buna rağmen hemen arabasına atlayıp Dışişleri Bakanlığı'na gitti, bize de beklememizi söyledi. Döndüğünde Türk yetkililerin bize uygun bir program hazırlayabileceklerini tahmin ettiğini belirterek bir, iki gün beklememiz gerektiğini izah ettikten sonra ayrıldık. İlk görüşmemizde olduğu gibi, daha sonraki görüşmelerimizde İsviçre Büyükelçisi, sürekli 12 Eylül darbesini savunmaya çalıştı. TRT'den de duyabildiğimiz bir çok gerekçeleri sayıyordu. Buna rağmen heyetimiz için elinden geleni yaptığından şüphe etmeye gerek yoktu. Yetkililer ile görüşmemizi sağlamaya çalıştığı gibi bizimle konuşacak başka kişiler de bulmaya çalıştı. Bazı tutuklu yakınları ile görüşmemiz kolay olmamakla birlikte, savunma avukatları tek tek olarak bizimle görüşmeye karşı çıkmadılar, ancak Barolar Birliği resmi kuruluş olduğu için bizimle ancak izin aldıktan sonra görüşebiliyorlardı. Dönemin Türkiye Barolar Birliği Başkanı Atilla Sav hemen ilk günden bizimle görüşmek istediklerine dair bir dilekçe ile Dışişleri Bakanlığı'na başvurdu.
İki gün sonra tekrar Büyükelçi Chenaux-Repond ile bir araya geldiğimizde yetkililerle görüşme konusunda yaptığı ilk tahminlerin fazla iyimser olduğu ortaya çıktı. Ne Dışişleri Bakanlığı ne de Adalet Bakanlığı bizle görüşmeye yanaşmıyordu. Adalet Bakanlığı ayrıca cezaevleri konusunda uzman bir yetkili ile görüşmemize de karşı çıkmıştı. Gerekçe olarak başka işlerle meşgul olmaları gösteriliyordu, örneğin Dışişleri Bakanlığı bazı Afrika ülkelerinden gelen devlet adamlarını ağırlamak zorunda imiş. Red gerekçesi ayrıca ziyaretimizi zamanında bildirmediğimize bağlanıyordu. İsviçre Büyükelçisi onun için geriye dönmemizi ve belirli müracaat prosedüründen sonra gelmemizi öneriyordu.
Salt masraf açısından bile, bu bizim için mümkün değildi. Ayrıca ileride FİDH'den bir heyetin cezaevlerine girip giremeyeceği gene belli değildi. Bu durumu kuruluşa elbette iletecektik. Onlar isterlerse ayrı bir heyet gönderebilirlerdi. Bizim için ikinci bir konu daha vardı: davaları izlemek. Ancak bunun için elimizde belirli bir plan yoktu.
Ankara'da o dönemde 3 büyük dava görülüyordu. MHP davasında deliller okunuyordu. O yüzden pek ilginç değildi. TKP davası ancak bir kaç gün sonra devam edecekti ve ana Devrimci Yol davasına 6 Aralığa kadar ara verilmişti. Büyük davalara giren yabancılar çok olduğu için biz "küçük dava"larla yetinmeye karar verdik. Duruşma tarihlerini Sıkıyönetim Komutanlığı'nın Adli Müşavirliği'nden öğrenecektik.
Mamak askeri bölge içinde adli müşavir olarak albay Yılmaz Hızlı tarafından kabul edildik. Elinde duruşmalara ilişkin herhangi bir liste yoktu. Belki büyük davalar görülmediği için bizi "askeri mahkemede dava yok" diye savuşturmak istedi. Bu kez biz orada da asıl isteğimizi, yani bir askeri cezaevini, örneğin Mamak cezaevini gezmek istediğimizi yineledik.
Böyle bir konu elbette yetkisini aşıyordu. Makam odasından komutanına telefon açtırıp, telefon bağlandıktan sonra ayağa kalkarak karşı taraf ile "emrederseniz komutanım" gibi sözlerle kısa bir görüşme yaptı. İsteğimiz iletilmişti ve hemen "hayır" da denilmemişti. Pek ümitli değildik, ancak bu kez albaydan cezaevi konusunda bilgi almaya çalıştık. Doktor Jean-Alain Dubois cezaevine giremediğimiz takdirde özellikle sağlık konusunda bazı soruları cezaevinde çalışan bir doktor ile tartışmak istediğini belirtti.
Albay Yılmaz Hızlı ile sürdürdüğümüz görüşme henüz somut bir sonuca ulaşmadan birden dışarıda bekleyen subay ve askerlerin, sonra da albayın da ayağa kalkması ile bir durum değişikliğini fark ettik. Kasım ayı olmasına rağmen kısa kollu gömleği ile bir adam odamıza girdi. Genel hava içinde biz de ayağa kalktık. Gelen kimse kendisini tanıtmadan oturmamızı söyledikten sonra bizi sorguya çeker gibi bir daha geliş nedenimizi sordu.
Gelen adamın kim olduğunu tahmin etmek zor değildi. General yıldızlarını omuzunda görmüyorduk (görseydik bile rütbeleri ayırtedebilecek durumumuz yoktu), fakat bizimle Recep Ergün, Ankara 4. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanı'nın konuştuğundan şüphemiz yoktu. Türkiye'de komutan düzeyinde olan hemen hemen tüm generaller gibi Recep Ergün'ün de "babacan" tavrı her halinden belli idi. Yabancı olduğumuz için bize "evladım" diye hitap etmiyordu. Ancak konuşma tarzı ondan çok aşağı kalmıyordu. Kendisi Almanya'da "misafir" olarak bulunduğunda (yoksa askeri eğitim mi görüyordu?) istediği zaman cezaevlerine gidemediğini, dolayısıyla Türkiye'ye dışarıdan her gelene hemen cezaevleri göstermemelerinin çok doğal bir davranış olduğunu bize izah etmeye çalıştı.
Recep Ergün'ün Almanca'sı da fena değildi. Diyarbakır'daki emniyet müdürü aklıma geldi. Demek, önemli mevkilerde oturanlar Almanya'da belirli bir eğitimden geçiyorlardı. Cezaevi konusunda tavrı kesindi: girmek yok. Biraz önce albay Hızlı ile yaptığımız konuşmada ifade ettiğimiz tali arzumuzu tekrar ettik. Komutan tamamen boş dönmemizi istememiş olacak ki cezaevinden bir doktorun gelip bize bilgi vermesini buyurdu ve yanımızdan ayrıldı.
15 dakika içinde Mamak Askeri Cezaevinde doktorluk yaptığı iddia edilen bir subay geldi. Doğal olarak Jean-Alain Dubois meslektaşı ile bazı konuları görüşmek istedi, ancak hemen hemen tüm sorulara hukukçu olan albay Yılmaz Hızlı yanıtlıyordu. Subay ancak kafası ile "evet" diyebiliyordu. Bu doktorun tüm hal ve hareketleri bende, onun Mamak'tan hiç haberi olmadığı izlenimini uyandırdı.
Doğru yanlış, Mamak Askeri Cezaevi hakkında bazı bilgiler alabildik. Kapasitesi belli olmamakla beraber o gün orada kalan tutuklu sayısı bize 1960 olarak verildi. Gazete haberlerinden bildiğimiz rakamlar Eylül 1981 tarihinde 2000 tutuklunun kaldığı Mamak'ta iki ay sonra, Kasım 1981 tarihinde, tutuklu sayısı 3187'e yükseldiğini biliyorduk. Bunlara 10 doktor ve 1 diş doktoru (sürekli) baktığı şeklinde verilen ek bilgiler, bazı eski tutukluların, tutuklu yakınlarının ve avukatların bize verdiği bilgiler ile pek bağdaşmıyordu, ancak yerinde inceleme yapamadığımız için tersini kanıtlıyacak herhangi bir delil ileri süremedik tabii.
Duruşma tarihlerini öğrenememiştik, ancak sıkıyönetim komutanı ile görüşmüş olma şerefi ile Mamak askeri alanından ayrıldık. Rüzgar cezaevleri tarafından esiyordu. Askeri disiplin altına sokulmaya çalışılan siyasi tutukluların, yüksek sesle söylemek zorunda oldukları marşlarla yaptıkları eğitime gözümüzle değilse kulağımızla tanık olduk.
İsviçre Büyükelçi'nin yetkililerden aldığı bilgilere göre Barolar Birliği ile görüşmemiz izne tabii değildi. Ancak Atilla Sav'ın bize gösterdiği 7 No'lu bildiriye göre böyle bir iznin mutlaka gerekli olduğunu biliyorduk. Ankara'da geri kalan zamanımız içinde bazı siyasi davalara girip, resmi izin için bir iki gün daha bekleyebilirdik. Bazı avukatlardan girdikleri "küçük" davaların saatlerini öğrenmiştik de. Ancak önce başka sürpriz bir gelişme ile karşılaşacaktık.
Askeri yöneticilerle (Ankara'da MGK'den sonra en büyük yetkili ile) görüştüğümüzü duyan Dışişleri Bakanlığı daha önce bizi kesinkes reddetmesine rağmen bu sefer görüşmek için bizi kendileri davet ediyorlardı. Bir an için şeref meselesi yapıp gitmemeyi düşündüysek de bu olanağı kaçırmamaya karar verdik.
Bizi karşılayan (daha sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın sözcüsü durumuna yükselecek olan) Dışişleri sözcüsü Kaya Toperi önce İnglizce olarak bize "ders vermeye" çalıştı, daha sonra aramıza katılan genç bir memur aynı görevi Fransızca olarak devam ettirmeye çalıştı. Daha sonra bildikleri yabancı dil yetmeyince çevirmenlik gene bana düştü. Görevim, konu itibarıyla belki zor değildi, ancak "düşmanca" yapılan saldırı niteliğinde geçtiği için "sinir harbi" haline döndü.
Kapıdan girer girmez Kaya Toperi salt beni hedef almış biçimde, Türkçemi kontrol etmek için toplantı salonuna girinceye kadar en ağır sitemlerini bana ve "benim gibilere" yöneltti. "Daha önce Uluslararası Hukukçular Komisyonu'ndan gönderilen avukat Konrad Meingast'la beraber gelen siz değil misiniz? Bakanlığı'mda özellikle benim yoğun uğraşım sonucunda aldığınız dava izleme iznini çok kötüye kullandınız. Ne biçim bir rapor hazırladınız? Avukat bunu öyle yazmadı; bu şekilde yazılmasından siz sorumlusunuz!" ve bir süre sitem daha saydı. Sinirinden nerede ise titreyen adama laf anlatmam mümkün değildi. Belki de tercümanlık nedir bilmezdi ya da bilmek istemiyordu. Belki de amacı sadece beni sinirlendirmekti.
Görüşme odasına girdiğimizde saldırı niteliğinde konuşmasını bu kez diğer heyet üyelerine yöneltti. 12 Eylül harekatı ile Türkiye'nin huzura kavuştuğunu, yabancıların ise bu huzuru bozmaktan başka gayeleri olmadığını, samimi olsalardı darbeden önce, her gün 30 kişinin öldüğü dönemlerde gelmeleri gerektiğini söyledi. Hemen hemen hiç nefes almadan, suratımıza tokat atarcasına bizleri suçluyordu.
Görüşmenin seviyesi son derece düşüktü. Ben mümkün olduğu kadar soğukkanlığımı kaybetmeden çevirmenlik görevimi yerine getirmeye çalıştım. Konuşmada geçen her sözü hatırlamam olanaksız. Yanımda bulunan İsviçre'liler Türkiye'de insan hakları konusunda işittikleri şikayetlerin doğruluğuna inanmak üzere olduklarını, tarafsız heyetlerin cezaevlerine sokulmadan bu tür söylentilerin sonu gelmeyeceğini ve raporlarında hangi konulara yer vereceklerini açıkça beyan ettiler. Kaya Toperi ve yardımcısı ise Kızılhaç, Avrupa Konseyi, Uluslararası Af Örgütü, Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu veya başka kim gelirse gelsin, kesinlikle cezaevlerine girmelerine müsaade edilmeyeceğini, Türkiye bağımsız olduğu için kimseye hesap vermek zorunda olmadığını söyledi. Cezaevlerinin kötü olmasının eleştirilecek bir yanı olmadığını, "İsviçre'de millet bikini giyorsa, Türkiye'de yaşayan insanlar bunu giymek zorunda değil" gibi argumanlarla bizi "ikna" etmeye çalıştı.
Konuşmanın ileri safhalarında "sakin" bir tercümanlık yapmamın da etkisi ile hava biraz yumuşadı ve biz Barolar Birliği ile görüşme talebimizi hatırlatabildik. Kaya Toperi gereken başvurunun geldiğini ancak henüz karar verilmediğini söyledi; ancak heyetin Türkiye'de kaldığı 27 Kasım'a kadar resmi bir izin alamadık.
Yarım saat içinde tartışma havası mucize bir şekilde sonunda sohbet havasına dönüştü. Türkçe konuşmamdan ötürü, memurlar beni "hemşehri" mi saydılar ne, fakat dışarıya çıkarken ellerine omuzuma koyarak üzülmemem gerektiğini, Türkiye'nin bu arada bir geçiş dönemi içinde olduğunu ve bir yıl sonra "demokrasiye dönüş takvimi"ne göre seçimler yapıldıktan sonra gelmemi önererek (ondan önce ayağımı dikkatli atmam gerektiğini hatırlatmışlardı) nerede ise öpüşerek ayrıldık.
10 günlük "araştırma" gezimiz her zaman bu denli hararetli sahnelerle dolu olmamakla beraber heyecanlı geçti. Özellikle eski tutuklular bizimle açık olarak görüşmekten yana değillerdi. Görüştüğümüz gazeteci, avukat, tutuklu yakını ya da eski tutukluların anlattıklarından cezaevi koşulları hakkında azçok bir fikir sahibi olabildik. Hemen hemen herkes işkencenin dayanılmaz boyutta olduğu konusunda hemfikir idi. Bir tek İsviçre Büyükelçiliği tarafından önerilen, bir ara Le Monde gazetesinde görev yapmış, dolaysıyla iyi Fransızca konuşan Artun Ünsal da işkencenin ve insan hakları ihlallerinin varlığını yadsımıyordu, ancak mevcut siyasi ortamda bunun gerekli olduğunu ve anlatılanların abartılı olduğunu savunuyordu. Fakat konuştuğumuz diğer kişilerden farklı olarak onun görüşleri doğrudan izlenimlere dayanmıyordu.
Doğrudan izlenimleri siyasi davalara girmekle kazanabildik. Ankara Askeri Mahkemesi'nde 8 sanıklı bir TKP/İşçinin Sesi davasında öğleden sonra duruşma olacağını bir avukat tarafından öğrenmiştik. Nizamiye kapısında bizi karşılayan subay o gün için herhangi bir siyasi davanın olmadığını belirterek önce bizi sokmak istemedi. Biz de, o zaman albay Yılmaz Hızlı ile görüşmek istiyoruz, dedik. O zaman pasaportlarımızı aldılar ve otobüsle mahkeme salonlarının olduğu yere gelebildik. Biraz geç olmakla birlikte istediğimiz davaya da girebildik. Bir çok başka davalarda olduğu gibi herhangi bir öldürme fiili olmaksızın sanıklar 146/1'e göre idamla yargılanıyordu. Sanıklar, ateşli silahlara sahip olmadan soygun yapmakla suçlanıyordu. İddia makamına göre sanıklar bu soygunlardan elde ettikleri para ile silah alıp, sonra Türkiye'nin mevcut düzenini "cebren" değiştireceklerdi. Sanıklar arasında eski bir CHP milletvekilinin oğlu da bulunuyordu.
Davayı takip etmek için babası ve avukatı Emin Değer de gelmişti. Duruşma geç başladığı için onlarla kısa bir görüşme olanağımız oldu. Temmuz 1980 tarihinde yakalanmış oğlu için babası bu tür davaların ana noktasını şu sözleri ile ifade etti: "Oğlum anayasal düzeni yıkmakla suçlanıyor. Ancak beni meclisten atıp, anayasal düzeni cebren değiştiren oğlum değil ki". Son savunma aşamasına gelmiş davada bir duruşma daha yapılacaktı ve 7 Aralık 1982 tarihinde bir sanık için beraat, 3 sanığa ağır hapis cezası ve milletvekilin oğlu da dahil olmak üzere 4 kişi idam cezasına mahkum olacaktı. Hafifletici nedenlerden ötürü idam cezaları daha sonra ömürboyu cezaya dönüştürülecekti. Balıkesir'de oturan adamın 10 yıldan fazla zaman "içeride" olan oğlu hala Çanakkale E-tipi Cezaevinde cezasını çekmektedir.
Bu davada savunma yapan bir sanığın ifadesinde ve izlediğimiz diğer davalarda (Ankara'da 15 sanıklı bir Kurtuluş davası ve İstanbul'da o zaman 62 sanıklı DİSK davasında) bol bol işkence şikayetler dile getirildi fakat askeri yargıçlar bu konuda hep kayıtsız kalıyorlardı.

HAMBURG SENATÖRLÜĞÜ

İnsan hakları konusunu araştırmak için çeşitli ülkelere heyet gönderen siyasi organlar da vardı. Federal Almanya'nın bir eyaleti sayılan Hamburg Senatörlüğü 30 Haziran 1982 tarihinde böyle bir karar almıştı. Heyete kimlerin katılacağı, görevini ne şekilde yerine getirileceği ve buna benzer konuları somutlaştırması oldukça uzun zaman almıştı ve bana "çevirmen olarak katılır mısın?" diye sorulduğunda 1983 yılının ilkbaharına girmiştik.
Gidecek olan heyet kalabalık bir grup olarak düşünüldüğünden benden başka ikinci bir çevirmen daha gitmesine karar verilmişti. Türkiye'de bu görevi benden daha iyi yapabilecek kişiler vardı, ancak heyetin dönmesinden sonra başına gelebilecek sorunlar yüzünden Almanya'dan olması, hatta Alman olması tercih ediliyordu. Onun için Marburg kentinde oturan, Hessen eyaletinde Türk mahkumların sorunları ile ilgilenen ve Türkçe'nin yanında bir çok başka dil bilen Hans-Friedrich Kraa'nın gelmesi kararlaştırılmıştı.
Hazırlık bittiği zaman, heyete katılan sadece 3 üye kalmıştı: Peter O. Chotjewitz (yazar-hukukçu), Prof. Dr. Wulf Damkowski (hukuk fakültesinde öğretim görevlisi ve Hamburg Eyalet Meclisi üyesi) ve Jürgen Schneider (Hamburg'ta ceza hukuku avukatı). Buna rağmen heyetle beraber gidecek olan iki çevirmenden vazgeçilmedi. 12 Mayıs 1983 tarihinde Türkiye'ye hareket eden heyetin ana görevleri şunlardı:
- Türkiye'de insan hakları ihlalleri konusunda ortaya atılan iddiaların doğruluk derecesini araştırmak,
- askeri mahkemelerde görülen "kitlesel" davaları takip etmek,
- Diyarbakır, Mamak ve Metris cezaevlerindeki durumları araştırmak.
En son konuda daha önce giden heyetlerden alınan deneyimlerden ötürü pek iyimser değildik, ancak yerinde inceleme yapılamazsa bile dinlenen "tanıkların" anlatımları ile belirli bir durum tespiti yapmak mümkün olabilirdi her halde. Heyetin geleceğinden çok önceden haberdar edilen yetkililer Federal Almanya Büyükelçiliği tarafından yapılan girişimlere rağmen, cezaevlerinde inceleme, buna eklenen "gözetim yerleri", "birinci şube" ya da Ankara'da Emniyet Müdürlüğü'nde ünlü DAL sorgu merkezini görme isteğimizi reddettiler. Bu bizi pek şaşırtmadı.
En yüksek resmi makam olarak Anayasa Mahkemesi Başkanı tarafından kabul edildik. 1982 Anayasası ile yetki alanı çok daraltılmış olmasına rağmen askeri yönetim tarafından alınan önlemleri savunma gereğini duyuyordu. Heyette ağır basan hukukçuların tüm araştırma boyunca üzerinde titizlikle durdukları "tabii yargıç ilkesi"nin tam anlamıyla geçerli olduğunu savunuyordu örneğin. 1961 Anayasa'sının 32'nci maddesinde ve 1982 Anayasa'sının 37'nci maddesinde hüküm altına alınmış "tabii" ya da "yasal" yargıç ilkesiyle ilgili Türkiye'de iyi tanınan Alman hukukçusu Ernst Hirsch Türk Anayasa'sını yorumlarken şöyle tanımlıyordu:
"Tabii yargıç, geçerli olan hukuk ilkelerine göre dava ve yer itibarı ile görevlendirme sırasına göre yetkili olan yargıçtır..." (Ernst Hirsch. Die Verfassung der türkischen Republik -Türkiye Cumhuriyeti Anayasası- 1966. Madde 32. Dipnot 2)
Anayasa Mahkemesi Başkanı'na göre kazandığı sınavlar ve deneyimleri ile yeterlilik derecesini kazanmış her yargıç ne şekilde görevini atanırsa atansın "tabii yargıç" sayılırdı. Bu anlayışa göre sıkıyönetim komutanları beğenmediği yargıçları istedikleri zaman görevden alıp davaya tamamen yabancı olan yargıçları atayabilirlerdi.
Anayasa Mahkemesi'ne iki çevirmenle birlikte gitmiştik, ancak Hans-Friedrich Kraa'yı orada biraz geri çekmek zorunda kaldık. Türkçe iyi konuşmasına rağmen hep "alttan olan insanlarla", yani Almanya'da tutuklu olan Türklerle ilgilendiği için Anayasa Mahkemesi'nde başkan odasına geldiğinde kendini Almanya'daki bir cezaevinin görüşme salonunda sanıp, çantasını yere koyup, makam masasının bir köşesine oturup "ne haber?" diye sohbete başlamıştı.
Arkadaşın tecrübesizliği ile "kırılan tek pot" bu değildi maalesef. Heyet daha önce, konuştuğumuz kişileri azami ölçüde koruyabilmek için, bazı önlemler üzerinde anlaşmıştı. Örneğin birinin evine ya da bürusona giderken hep birlikte girmiyorduk. Önce bir, iki kişi giriyordu. 15 dakika sonra gelen ikinci grup orada izleme ekiplerinin dolaştığını fark ettiği anda girmiyordu. Avrupa Konseyi delegesi olan hukuk profesörü Muammer Aksoy'un evine giderken gene öyle yapmıştık. İlk grupta iki arkadaş ile beni oraya götüren taksi şoförüne bile tam adres vermeyip iki sokak ötede inip eve yürüyerek gelmiştik.
Hans-Friedrich Kraa ve üçüncü arkadaş otelde kalıp başka işleri bitirmeye çalışıyorlardı. Ancak lüzumlu olduğu zaman peşimizden gelmelerini söylemiştik. Biz daha 20 dakika ancak oturmuştuk, birden telefon çaldı. Telefonun öbür ucunda Hans arkadaş sadece "geleyim mi?" diye sormak istiyordu.
Aslında iki çevirmenin olmasının epey faydası vardı. Bu sayede Ankara'da işimiz bittiğinde bir kısmımız Diyarbakır'a gidebildi. Diğerler İstanbul'a hareket ettiler. Yeniden Diyarbakır deneyimini yaşamak istemediğimden İstanbul'a gidenlerle beraber kaldım. Haklı olduğumu oraya gidenlerin dönüşünde öğrendim. Cezaevine yakın bir yere gidemedikleri gibi, siyasi davalara da sokulmadılar ve Hans-Friedrich'in heyecanla anlattığı olaylardan oraya giden iki kişinin epey korktukları anlaşılıyordu. Bu hususta Hans Friechrich'i salt tecrübesizlikle suçlamak doğru değil her halde.
İki ayrı grup oluşturabildiğimiz için heyetin ana görevi olmayan konulara da girebildik. Yıl sonuna doğru seçimler olacağı kesindi ve bir çok çevrede yeniden siyasi faaliyete geçmek üzere yoğun kulisler vardı. Ankara'da aynı otelde kaldığımız Hüsamettin Cindoruk, Süleyman Demirel'in sağ kolu sayılırdı ve onun görüşlerini almak bizim için önemli idi. Bu konuda benden daha girişkin olan Hans-Friedrich Kraa, Cindoruk'un yardımcılarından yazılı sorularımıza yanıt verebileceğini öğrenmişti ve ona göre biz "siyasi partilerinin kurulmasında herhangi bir engel görüyor musunuz?" "Batı'lı ülkelerde siyasi iktidar silahlı kuvvetlerin üstündedir. Türkiye'de sanki tersi işlenmektedir. Bu doğru ise, siyaset için zorluklar var mı?" "Gözaltında işkence yapıldığı sık sık iddia edilmektedir. Bu doğru mudur ve ona ilişkin elinizde bilgiler var mı?" gibi sorular sormuştuk. Ancak iki gün beklediğimiz halde yazılı bir yanıt gelmedi. Yardımcısı bize genel bir yorum iletti: "Türkiye'deki mevcut ortamında sorularımıza yanıt vermesi mümkün değildi, çünkü bir siyasetçi olarak [takibata uğramadan] neleri söyleyebileceği belli değildi." Hüsamettin Cindoruk'un da hukukçu olması yanıtın uslubunda seziliyordu.
Öte yanda siyasete tekrar soyunan ve askeri yönetim zamanında fazla zarara uğramayan (siyaset yasağı altında bulunmayan) bazı sözde sosyaldemokratlar bizimle görüşmeyi kabul etti, ancak genellikle askeri yönetimi savunur duruma girdiler ("işkence gereklidir" demeleri gibi).
Benim için en önemli görüşmemiz o tarihlerde İstanbul Askeri Mahkemesi'nde yargılanan Türkiye Yazarlar Sendikası yöneticileri ile gerçekleşti. Toplantıyı samimi bir arkadaş gibi davranan Emil Galip Sandalcı örgütledi. Katılanlardan hatırlayabildiğim Vedat Türkali, Demirtaş Ceyhun ve Ataol Behramoğlu vardı. Öykülerine hayran olduğum Aziz Nesin'in gelmesinin benim için ayrı bir önemi vardı. O zamana dek askeri bir gelenekten geldiğini bilmiyordum. Yanımızda bir yazarın bulunması belirli bir meslektaş havası yaratmıştı, ancak konuşma büsbütün sendikal ve siyasal konularda geçti. Heyetin Türk ordusuna ilişkin soruları Aziz Nesin, yapısını iyi bildiği için çok net yanıtlayabiliyordu.
Yanımızda bulunan yazar arkadaşın Türk generallere ilişkin ilginç gözlemleri de vardı. Bir kaç kez konuşulanları anlamadan, TRT televizyon haberlerini izlemişti. MGK üyelerinin törenlere katıldıklarını haber olarak sunulan programda "beşi bir yerde" gösteriliyordu [acaba birbirine güvenmiyorlar mı? diyordu Peter O. Chotjewitz]. MGK ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in uçaktan indiği herhangi bir alanda durgun kitleye hitaben konuştuğu, daha sonra gene uçağa binip bir başka yerde yapılan bir törene katıldığı TRT haberlerinin ana konularını oluşturuyordu. Bir ara Peter bana döndü ve "iyi bir diktatör değil" dedi. Nedenini sorduğumda "bak," dedi "adam asker şapkasını hiç çıkartmıyor. Ne kameraya doğru ne de kitleye doğru keskin bakışlar ile etkileme yeteneğinden yoksun bu." Arkasından haber yapımcılarının zayıflığına da işaret etti, çünkü durgun görüntülerle belirli mesajları destekleyecek bir hareket te yoktu. İçimden acaba arkadaşı danışman yapsalardı generaller daha etkili mi olurdu diye bir düşünce geçmedi değil.
10 gün birlikte olduğum heyet üyeleri ile işimiz hemen bitmedi. Döndükten sonra yoğun bir çalışma ile 3 ay içinde 149 sayfalık bir rapor hazırlandı ve (hiç olmazsa Almanca konuşan çevreler için) ince, ayrıntılı ve güvenilir bir rapor oldu. Türkiye'de görülmekte olan "kitlesel" davalar hakkında istatistiki bilgilerin de yer aldığı raporun sonuç kısmında Türkiye'de ihlal edilen temel hak ve özgürlükler sıralandı. Her birinin salt uygulamada değil, bazen yasal seviyede bile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) ve Birleşmiş Milletlerin Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi'nin (BM maddelerine) ters düştüğü de belirtiliyordu:
 - yaşam hakkı ve işkence yasağı (2,3-AİHS; 3,5 BM)
 - eşitlik ilkesi, aşağılama yasağı, azınlıkları koruma ilkesi (14-AİHS; 1,2,7 BM)
 - din, dünya görüşü ve siyasi düşünce özgürlüğü (9-AİHS; 2,14 BM)
 - düşünce ve basın özgürlüğü (10-AİHS; 19 BM)
 - bilim ve sanat özgürlüğü (10-AİHS; 27 BM)
 - özel yaşam ve konut özgürlüğü (8-AİHS; 12 BM)
 - toplantı ve gösteri özgürlüğü (11-AİHS; 20 BM)
 - siyasi partiler içinde faaliyet gösterme özgürlüğü; genel, özgür, eşit ve gizli seçimlerin belirli aralıklarla yapılma garantisi (21 BM)
 - koalisyon kurma ve sendikal faaliyet yapma özgürlüğü (11-AİHS; 20,23 BM)
 - serbest dolaşma hakkı, ülkeye giriş ve çıkış özgürlüğü ve vatandaşlık hakkı (13,15 BM)
 - keyfi gözaltılardan korunması, devletçe özgürlükten yoksun bırakılanlara tanınan bazı haklar (5-AİHS; 9 BM)
 - bağımsız bir mahkeme önünde adil ve kamuya açık davalarda yargılanma hakkı (6-AİHS; 10,11 BM)
 - sanık mahkum oluncaya dek suçsuz sayılma ilkesi (6-AİHS; 11 BM)
 - yasada belirtilmeyen suç olmaz ilkesi, geriye işlemezlik ilkesi (7-AİHS; 11 BM).

BREMEN HEYETİ

Şeklen de olsa Türkiye'nin yeniden bir sivil yönetime geçmesi Avrupa ve diğer ülkelerde insan hakları ve demokrasi konusunda gösterilen ilginin yavaş yavaş azalmasına yol açtı. Özellikle 1982 yılında yoğun olarak yaşanan heyet trafiği önemli ölçüde azaldı. Ancak "uzman" çevrelerin ilgisi her zamen canlı kaldı. "Bremen heyeti" ise bu tür "uzmanlardan" oluşuyordu. Aslında Bremen heyeti demek gerçeği tam yansıtmıyor, çünkü Hamburg gibi eyalet durumunda olan Bremen Senatörlüğü'nün 28 Mart 1984 tarihinde aldığı bir karar ile ancak daha önce hazırlıkları büyük ölçüde bitirilmiş "uzman" heyetini destekleme vaadında bulundu. 24 Ekim 1984 tarihinde yayınlanan heyet raporu Bremen Senatörlüğü tarafından yayınlandığı için böyle bir isim seçtim.
Hazırlıklara katılan ve heyetin gönderilmesini destekleyen kuruluşlar arasında Cumhuriyetçi Avukatlar Derneği, Aşağı Saksonya Ceza Avukatları Birliği, Bremen Avukatlar Derneği, Hümanist Birliği, Berlin'den ÖTV Sendikası gibi kuruluşlar vardı. Heyet bu kez epey kalabalıktı. 8 kişilik heyet içinde 70 yaşında olan emekli Anayasa Mahkemesi yargıcı Prof. Martin Hirsch en ünlü sayılıyordu. Ancak heyette bulunan diğer hukukçular da önemli görevlere sahipti. Federal İdare Mahkemesi (Danıştay) yargıcı Dr. Jürgen Kühling'den başka Hamburg Yüksek İdare Mahkemesi yargıcı Michael Stallbaum, Berlin İdare Mahkemesi Yargıcı Hartmut Fischer'den başka Hannover'den avukat Eckart Klawitter ve Bremen'den avukat Eberhard Schultz katılıyorlardı. Ağırlıklı hukukçu olan heyetin diğer üyeleri, psikiyatrist ve Bremen Sağlık Merkezi'nin Başkanı Dr. Jochen Zenker ile Berlin'den Jürgen Gottschlich'ten oluşuyordu. Onlarla beraber ben ve başka bir çevirmen tam 10 kişilik bir kadro ile 26 Nisan ile 5 Mayıs 1984 tarihleri arasında İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve Adana'da incelemelerde bulunduk. Sonuçları 24 sayfalık bir rapor ile açıklandı.
Heyet İstanbul ve Ankara'da bir arada kaldı, ancak farklı işler takip etti. Heyetin hazırlığını yapan komite daha Şubat ayında Federal Almanya Dışişleri Bakanlığı'na ve Ankara Alman Büyükelçiliği'ne müracaat ederek Türkiye'de Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı yetkililerle Askeri Yargıtay üyeleri ve Ankara Sıkıyönetim Komutanı ile görüşme arzusunda olduğunu belirtmişti. Diyarbakır'da ayrıca sıkıyönetim komutanı ve cezaevi müdürü ile görüşme isteğini de iletmişti. Heyet yola çıkmadan bir kaç gün önce Türkiye'de hiç bir yetkilinin heyetle görüşmek istemediği Ankara'da bulunan Federal Almanya Büyükelçiliği tarafından bildirildi.
Böylece daha önceki inceleme gezilerinde yapıldığı gibi eski tutuklular, tutuklu yakınları, gazeteci ve avukat gibi kimselerle ilişki kurarak gerekli olan bilgileri toplayacaktık. Heyet üyelerinin çoğu, Hamburg Senatörlüğü tarafından hazırlanan raporun incelemelerine temel oluşturabileceğini ve heyetin görevinin Türkiye'de Kasım 1983 yılında yapılan seçimden sonra bir şeylerin değişip değişmediğini tespit etmek olduğunu söylüyorlardı. Soru bu şekilde sorulduğunda heyetin ulaştığı sonuç özetle şöyleydi: "MGK'nın sıkı denetimi altında yapılan bir seçimden sonra işbaşına gelen sivil görünümlü bir hükümet döneminde demokratik temel haklar açısından Türkiye'de değişen bir şey yok."
Ancak bu genel görevin dışında bazı özel konular da vardı. Yukarıda "Mülteci" kısmında anlatıldığı gibi Almanya'da iltica işlerinden "idare mahkemeler" sorumludur. İhtilaf konularında buna "yüksek idare mahkemeler" ve en son Federal Almanya İdare Mahkemesi (Danıştay) da ilkesel karar verirler. Heyette bu mahkemelerden 3 yargıcın bulunması "iltica" konusuna özel bir önem verilmesine neden oldu.
Berlin İdare Mahkemesi'nde o dönemde görülen bir davada ilginç bir soruya yanıt aranıyordu. Federal Almanya'ya gelip iltica talebinde bulunan kimselerin dosyalarının içeriği acaba MİT tarafından bilinebilir miydi? Bu oldukça hassas bir konuydu. Bu nedenle mahkeme uzun bir delil toplama safhasına girmişti. Berlin'den gelen arkadaşlar bu konuda yeni veriler toplamayı ümit ediyorlardı. Gizli servis, ister MİT ister Alman Anayasa Koruma Teşkilatı olsun, bu konuda nasıl olsa doğru bilgi vermezlerdi. Heyet üyeleri eski bir İçişleri Bakanı'ndan bu konuda bir şeyler öğrenebileceklerini ümit ediyorlardı.
Hasan Fehmi Güneş "sıcak bir dönemde" bu görevde bulunmuştu ve belki "terörizmle mücadele" adı altında Almanya ile yapılan bilgi alışverişi hakkında bildiklerini bize anlatır diye düşünüyorlardı. Ancak kendisi ile nasıl ilişki kuracaklarını bilmiyorlardı. Tanıdıklarım arasında, eski CHP milletvekili olan ve Halkevleri davasında yargılanmış Ferhat Aslantaş ile aile dostu olanlar vardı. Bir Pazar sabahı telefonla da haber vermeden doğru evine gittik.
Henüz pijamasıyla oturan Ferhat Beye kendimizi tanıttıktan sonra bizi hemen kahvaltıya davet etti ve bana doğru "senin arkadaşın benim için oğlum sayılır. Siz birbirinize kardeş dediğinize göre, sen de oğlumsun" diye hemen çok samimi davrandı. Bir saat sonra beraber kalktık ve avukatlık yapan Hasan Fehmi Güneş'i bulduk. Uzun bir sohbette bir çok konuda aydınlatıcı bilgiler aldık; özellikle avukat olarak kazandığı deneyimlerden de faydalandık, ancak Berlin İdare Mahkemesi'nde görülen davanın "düğüm"ünü çözecek kanıt elde edemedik. Eski CHP'li iki arkadaşın, bize son derece samimi davranmaları konuşmamızda bizi duygulandıran en olumlu yan idi.
İltica konusunda başka özel bir sorun özellikle Niedersachsen (Aşağı Saksonya) eyaletinde ortaya çıkmıştı, fakat diğer eyaletlerde de ileride bu konuda "uzman" bilgilere gereksinim olabilirdi. Yoğunlukla Hannover ve Celle kentlerine artan sayıda Güneydoğu'dan Süryani ve Yezidi vatandaşlar gelmekte idiler. Bazılar Kürt oldukları için ya da Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bir bölgede oturmalarından ötürü "dini ve siyasi takibe" maruz kaldıklarını iltica dilekçelerinde ileri sürüyorlardı. Sorunları nedir, özel konumları iltica gerekçesi sayılabilir mi diye mahkemelerde henüz net bir görüş oluşmamıştı. Daha doğrusu kesin bir karar verebilmek için elde bulunan bilgiler yetersizdi.
Bu konuya yabancı idim: Diyarbakır'ın ötesinde, Yezidi ve Süryani'lerin oturdukları bölgeye hiç gitmemiştim. Çok basit konular (örneğin Diyarbakır'dan Mardin'e nasıl gideriz?) ve yöredeki insanlarla anlaşmak ayrı bir sorun teşkil ediyordu. Süryanice, Arapça veya Kürtçe bilmiyordum. İnsanlarla Türkçe olarak anlaşmak mümkündü, fakat Alman pasaportuna sahip olan birinin, kendilerine zorla öğretilen bir dil ile sohbet etmeye kalkınca bazıları güvensizlik duyabilirlerdi.
Diyarbakır'da diğerlerden ayrıldıktan sonra 4 kişi ile sağselim Mardin'e kadar geldik. Akşam üstü bir papazın ziyaretine de gittik. Azami dikkat göstermemize rağmen çok fazla turistin uğramadığı küçük bir ilde "göze batmamız" kaçınılmazdı. Ertesi gün Mardin'in bir Süryani köyüne gitmek için dolmuş ararken dikkatler iyice üzerimize çevrildi, ancak yetkililerin özel bir ilgimizin olduğunu farkedip bizi izliyeceklerini düşünmüyorduk. Yoğun teklifler arasında bize uygun bir minibüs seçip önceden tespit ettiğimiz bir Süryani köyüne uğradık, oradan da Midyat'a devam ettik.
Midyat'a vardığımızda daha önce Mardin "dolmuş durağında" konuştuğumuz bir genç, bizden sonra bazı sivillerin kendisine gelip bizim nereye gittiğimizi sorduklarını bize aktardı. Genç adam "polisleri" ertesi gün aynı köye götürmeye söz verdikten sonra serbest bırakılmış. Henüz tüm bu gelişmeleri doğal sayıyorduk, çünkü sıkıyönetim ile idare edilen bir yerde yabancıların hareketleri öğrenilmeye çalışılırdı (Diyarbakır'da otele yerleşirken pasaportların önce siyasi şubeye götürüldüğünü ve her yabancının hemen kayıt edildiğini de biliyorduk).
Elimizde tek adres olan bir bakkal dükkanında Yezidi bir vatandaşla ilişkiyi tek olarak kurdum, arkadaşlar kahvede beklediler. Akşam karanlığında varlıklı bir Yezidi'nin evinde "konuk" olduk. Tavuk sayısını yarıya indirdikten sonra tüm ısrarlara rağmen gece yarısından önce otelimize döndük. Ertesi gün vatandaşlar bizim için bir minibüs ayarladılar ve Hannover'den zorla geri gönderilen bir Yezidi ailesinin köyüne hareket ettik. Köy aşağı yukarı 50 kilometre uzaklıkta idi ve yolda sınırlı olan Türkçe konuşmaları ile bize eşlik eden Yezidilerin şikayetlerini dinledik.
Köyde, Almanya'da işçi olarak çalışıp dönen başka bir vatandaşın evinin hemen yanında karakol vardı. Çok kalabalık olan evde istediğimiz sohbet pek olmadı ve daha önce işittiğimiz ifadelere ters düşecek fikirler ortaya atıldı. Kimsenin somut bir olay anlatmadığı toplantıyı "biz aslında Hannover'den dönen ailenin ziyaretine gidecektik" deyip kalktık. Aileyi ziyaret etmemiz bir şey değiştirmedi, çünkü ne adam ne de Almancayı iyi konuşan çocukları, pasaportlarımızı göstermemize rağmen, bizimle konuşmak istemediler.
Belki onlar bizden önce bazı şeyler fark etmişlerdi, çünkü herhangi bir şey "elde etmeden" köyden ayırıldığımızda karşıdan 8 jandarma eri tüfeklerle beraber köye doğru hareket ediyorlardı. Minibüsle yaklaştığımızda bize yol verdikleri için açıkça köylüleri sorguya çekmeye gidiyorlardı. Biraz sonra bizi takip eden Renault 12 arabasını görünce bizim için gezinin bu tarafı da bitmiş sayıldı. Kimseyi fazla tehlikeye sokmamak için, hemen ayrılmamız gerekiyordu.
Zaten fazla kalmıştık. Uğradığım bakkal sahibini 2 yıl sonra Almanya'da gördüm. Bizden sonra 30 gün gözaltında kalıp soğuk beton hücresinde çıplak bırakıldığını, bu yüzden hala böbreklerinden hasta olduğunu anlattı. Midyat'ta başkalarını tehlikeye sokmamak için bir an önce dönmemiz gerekiyordu. Saat henüz erken olduğu için belki aynı gün Diyarbakır'a kadar döneriz diye 5 kişilik taksi dolmuşun parasını vermek üzere iken daha önce dörtyolda sürekli dolaşması yüzünden dikkatimi çeken bir adam, kafasını şoför kapısından içeriye uzatıp "direk Mardin'e mi gidiyorsunuz?" diye sordu. Ben de hemen "sana ne?" diye biraz sert karşılık verince adam yalan uyduramadan "polisim" dedi.
İlk ve son kez beni takip eden birisiyle doğrudan konuşma olanağını bulduğumda hemen "yahu, kardeşim bizim gizli, saklı bir şeyimiz yok. İstersen sana dakikasıyla gezi planımızı vereyim. Siz de, amiriniz de rahatlarsınız" diye devam ettim. Ancak bu kez adam utanmış olacak ki "kusura bakmayın, rahatsız etmek istemedim" deyip hızlı adımlarla bizden uzaklaştı. Doğrudan Mardin'e gidip gitmeyeceğimizi öğrenemediği için bir polis otosu bize Mardin'e az bir mesafe kala takip etti, orada başka bir arabaya görevini teslim etti.
Mardin'de bizi hazır ve ancak 4 kişilik yer kalmış bir dolmuş bekliyordu. Tereddüt etmeden hemen atladık. Şoförden daha önce alınmış söze güvenerek bu kez Diyarbakır'a 20 kilometre kalaya dek bizi takip eden yoktu, sonra ise bizden hiç ayrılmıyacak ekipler "güvenliğimizi" sağladılar.
Türkiye'de bir çok insanın çok uzun süre izleme altında tutulduklarını biliyorduk, ancak benim için ilk kez bu kadar yakın oldu. Amaç yabancıların istediği bilgilere kavuşmalarını önlemekse eğer, maalesef tam tersi bir sonuç çıktı, çünkü bu tür bir yöntem, bir ülkede ne kadar baskı uygulandığını gösterir ancak.
İstanbul'da, gezimizin ikinci gününde, heyetin belki en ilginç görüşmesi gerçekleşti. Benimle birlikte 3 heyet üyesi akşam yemeğimiz için Taksim alanına yakın bir yerde "Ocakbaşı" usulü çalışan küçük bir lokanta bulmuştuk. Orada Türklere pek benzemeyen bir grup "kravatlı memurlar" oturuyordu ve aralarında geçen sohbette İnglizce, Fransızca, Almanca hatta Holandacı dillerini karışık konuşuyorlardı. Daha önce Türkiye'ye Avrupa Konseyi'nden bir heyetin geleceğini okuduğum için ancak onlar olabilir diye aklımdan geçti. Fakat o günkü Türkiye gazetelerinde, bu heyetin ilk kez Mamak ve Diyarbakır olmak üzere cezaevlerine girdikleri yazıldığı için İstanbul'a neden ve nasıl geldiklerine pek akıl erdiremedim.
Diğer arkadaşlarla konuşarak tek çaremizin onlara direk sormak olduğuna karar verdik. Şayet doğru ise, onlardan cezaevleri konusunda bilgi alabilirdik. Tahminlerimizde yanılmadık ve adımız şanımız onlar kadar büyük olmadığı halde bizimle görüşmeyi kabul ettiler. Ancak lokantada daha başka kişiler konuşmamızı duyabilir diye Taksim'de kaldıkları otelde sohbetimize devam etmek üzere biraz sonra kalktık ve bir müddet daha Holanda'lı Pieter Stoffelen, Danimarka'lı Björn Elmquist ve hukuki danışmanı olan Alman Dr. Hanno Hartig'den taze bilgiler aldık.
5 günlük bir inceleme gezisi için geldiklerini, önceden Türk hükümeti tarafından olumlu bir yanıt alamadıkları halde, 12 saatlik bir hazırlık süresi ile bir grubun Diyarbakır'a bir başka grubun ise Mamak Askeri Cezaevlerine girmeye izin verildiğini anlatıyorlardı. Bu başarılarından ötürü sevinçlerini pek gizleyemeyen delegeler gündüz edindikleri izlenimlerini oldukça olumlu aktarıyorlardı. Özet ifade olarak "Diyarbakır'da gördüğümüz tutukluların askeri personelden görünüm olarak tek farkı, giydikleri elbise (üniformalar) idi" diyorlardı ve cezaevlerinde kötü muamelenin olmadığı, tutuklulara oldukça iyi bakıldığı gibi inanılması güç şeyler anlatıyorlardı. Heyetimizin üyeleri anlatılanları biraz acı gülümsemeleri ile karşlayınca Avrupa Konseyi Adalet Komisyonu üyelerinin meraklanması üzerine "tutuklu diye size gösterilen kimseler aslında tek tip elbise giydirilmiş asker olamaz mı?" diye sorduk.
Avrupa Konseyi heyetinde bulunan bazı parlamenterler hafif bir endişe taşımıyor değillerdi. Ancak her türlü politik temsilcilerin var olduğu heyet, NATO müteffiği olan Türkiye'nin insan hakları konusunda gördüğü eleştirileri susturabilmek için bile bile bu şüpheleri görmemezlikten gelmeyi tercih etti. 10 Mayıs 1984 tarihli raporlarında bir çok iddianın yersiz olduğunu vurgulayacaklardı. O akşam başka endişelerimizi de dile getirdik. Cezaevlerine giren gruplar yanına bağımsız çevirmen almamıştı, Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından görevlendirilen tercümanlarla yetinmişler; ellerinde tek bir tutuklunun fotografı ya da künyesi yoktu ki "mutlaka bu adamla görüşmek istiyoruz" deyip "itirafçı" ya da "asker" olmayan birisi ile konuşmadıklarından emin olsunlar.
Konu, Türk kamuoyunda olumlu bir raporun yayınlanmasından sonra belki hemen unutuldu, ancak heyetimizi dönüşümüzden sonra bir müddet daha meşgul etti. Sonuçta, Avrupa Konseyi delegelerinden bazıları yanıltılmış olabileceklerini kabul ettiler. Heyetimiz Ankara'ya gittiğinde tutuklu yakınlarından Mamak'ta geniş transferler yapıldığını ve onun için heyetin 15 yataklı bir koğuşta ancak 13 tutuklu görebildiğini anlattılar. Diyarbakır'da ikinci grubumuzun izlediği KAWA davasının sanıkları daha önceki heyetlerin tespit ettiği gibi olumsuz cezaevi koşulları yüzünden zayıf ve "sarı suratlı" olarak görülmüştü.
Türk hükümeti ise zafer kutluyordu. Avrupa Konseyi heyetinin raporu Türkiye'nin üyeliği konusunda önemli bir rol oynayacağını duyan yönetim, heyet Türkiye'de olduğu sırada, ANAP milletvekilleri Barlas Doğu, Orhan Soysal ve Bülent Akarcalı'ya bir yasa önerisi ile TBMM nezdinde cezaevlerini inceleme komisyonu oluşturma teklifini verdirdi (Milliyet 28 Nisan 1984). Ancak Avrupa Konseyi heyeti Türkiye'den ayrıldıktan sonra yazacağı raporda cezaevlerine ilişkin olumlu gelişmelerden söz edilmesi kesinlik kazanınca yasa önerisi ANAP milletvekillerinin oy çokluğu ile Adalet Komisyonunda hemen reddedildi. Dönemin Adalet Komisyonu Başkanı Ali Dizdaroğlu kararın gerekçesi olarak "Avrupa Konseyi tarafından gönderilen heyetin, cezaevlerinde yaptığı inceleme sonucunda, kötü muameleden söz edilemeyeceği gerçeğini ortaya koyduğu için ayrı bir inceleme komisyonunun oluşturmasına gerek kalmadı" şeklinde açıkladı (Cumhuriyet 4 Mayıs 84).

Geri
İçindekiler
İleri
- Site Haritasi - Impressum