|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
| ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
YURTDIŞINDAKİLERİkinci dünya(yı paylaşma) savaşından
sonra yenilgiyi uğrayan Batı Almanya'da görülen "ekonomik mucize", az bir
onarımla hemen faaliyete geçebilen bir üretim altyapısıyla ABD tarafından
"Marşal Planı" adı altında verilen sermaye yardımı ile gerçekleşti. Hızlı
gelişen üretim, ileri teknolojiden çok yoğun emek gücü ile sağlandı. İlk
yıllar Doğu Almanya'dan kaçan insanlarla işgücü gereksinimini karşılayan
Batı Alman kapitalizmi, "komünist" diye adlandırılan Doğu Avrupa bloğuna
üye olan Demokratik Almanya Cumhuriyeti sınırını tel örgülerle ve 13 Ağustos
1961 tarihinde Berlin'de duvar çekerek kapatırken Doğu'dan Batı'ya olan
göç de durdu.
O zamana dek İtalya hariç Almanya dışından işçi transferleri pek yoktu. Sermaye sahipleri temel bir karar vermek zorunda idiler. Ya uzun dönemde kâr bırakacak yeni bir teknolojiye yatırım yapacaklardı ya da kazançlarını hemen yükseltecek yeni işçiler getirilecekti. Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adını taşıyan ve bugün Avrupa Topluluğu (AT) olarak bilinen birliğe üye olduğu için İtalya'dan işçiler serbest gelebiliyordu, ancak oradan gelenler yetmiyordu. Alman sermaye çevresi "göçmen" olarak işçi getirmeyi düşünmüyordu. Öte yanda Alman Sendikalar Birliği (DGB) yabancı işçilerin sürekli Almanya'da kalmasından yana değildi, çünkü az ücret karşılığında çalışacak olan yabancılar yüzünden bir işsizler ordusu ("yedek ordusu") ortaya çıkacak; bu da toplu sözleşmelerde işverenler tarafından ücretleri düşük tutmak için koz olarak kullanılacaktı. Sonuçta "Rotationsprinzip" denilen bir yöntem üzerinde anlaşıldı. Anlaşmaya göre AT ülkeleri dışından getirilecek olan işçiler bir kaç yıl sonra ülkelerine döneceklerdi ve ihtiyaca göre oradan yeni işçi getirilecekti. Böylece İspanya, Portekiz, Yugoslavya ve Yunanistan'dan sonra Türkiye'den de (hatta bir ara Fas da dahil edildi) taze işgücü getirme programları hazırlandı, işçiler çağırılmaya ya da başka bir deyişle "istek" yapılmaya başlandı. Salt işgücü olarak değeri olan bu insanların çalışma saatleri dışında kalan yaşamları hakkında herhangi bir plan tasarlanmamıştı. Asker gibi bir kaç yıl barakalarda idare edip döneceklerdi nasıl olsa. Fakat hesap tutmadı. Çoğunlukla vasıfsız işte çalışsalar da yabancıların azçok dil öğrenmeleri gerekiyordu. Yapılması gereken işleri anlıyamadıklarından yeni gelenler en azından iki, üç ay tam randımanlı çalışamazlardı. Bu da sermaye çevreleri için ayrı bir kayıp sayılırdı. Buna bir de gelenlerin hesabındaki değişiklikler eklendi. Öncellikle çabuk para kazanıp dönmek isteyen, 4, 5 yıl içinde istedikleri seviyeye gelemediklerinden ve Almanya'da buldukları olanaklarından bir süre daha faydalanmak istediklerinden ayrılmak istemiyorlardı. Memleketlerinde bozuk olan ekonomik düzen içinde bir kaç yılda biriktirilen paralarla yaşamlarını sürdüremeyen insanlar uzun dönem normal yaşamdan uzak kalmak da istemediler ve bir an önce eşleri, çocuklarını da getirmeye başladılar. Bu kez ev kirası, yiyecek, giyim parası ile Almanya'da daha yüksek olan geçim masrafları nedeniyle kolay para tasarruf edilemiyordu ve dönüşler sürekli erteleniyordu. 1973 yılında başlayan ekonomik kriz yüzünden Almanya'da artık "dışarıdan" işçi alımı durduruldu ve dönüşlerle beraber belirli bir "gerileme" dönemi yaşandı. Buna göre 1973 ile 1978 yılları arasında Almanya'da çalışan yabancıların sayısında 680 bin kişilik bir azalma görüldü. Ancak "anlaşmalı" yani "istek" üzerine yeni gelenler olmamakla birlikte, Almanya'da yetişen ikinci nesil ve aile birleştirmeleri sonucu yeni bir kuşağın işe başlaması nedeniyle yabancı işçilerin sayısında 5 yıl sonra tekrar bir artış görüldü. Bu artış Portekizliler dışında sadece Türkiye'den gelenlerde gerçekleşti ve 1980 yılına gelindiğinde Türkler artık listenin başına geçmiş oldular. Ülkelere göre Almanya'da oturan
yabancılar:
En çok yabancılar bu ülkelerden gelmekle beraber tüm yabancılar, Batı Almanya'nın genel nüfusuyla orantılı olarak
oluşuyorlardı. Şehir ve mahallelere göre bu rakam bir çok yerde % 10'un hatta % 20'den daha yukarıya çıkıyordu. (Kaynak: Bundesanstalt für Arbeit - Federal İş Bulma Kurumu) 1981'e kadar yabancıların sayısında belirli bir çoğalma görülürken daha sonraki yıllarda tüm ülkeleri kapsayan bir azalma gözlendi. Bunda 1983/84 yılında tanınan "dönüş primlerinin" payı olduğu muhakkak. Gene de en son "istek" alıp gelen Türkler 1970'li yılların ortasından bugüne dek en kalabalık grup ünvanını korudular. İsviçre'li yazar Max Frisch göçmen işçilerin çalıştırılması hakkında şunları söylüyordu: "İşgücü çağırıldı, fakat insanlar geldi". Bu insanlar hiç bir tarafa ait değildi. Memleketlerinden uzak yaşayan, ne zaman dönecekleri belli olmayan, hasretlerini ancak zor biriktirdikleri binlerce marklık masraf yaparak tatillerinde eş, dost arasında giderebilen bu insanlar Almanya'ya da yerleşemediler. Önce hayvanların kafeslerinden pek farklı olmayan, gerektiğinde portatif olan barakalarda barındırılan insanların en büyük sorunu para biriktirmek olduğu için ev kiraladıklarında en ucuz ve dolayısıyla en kötü evleri seçtiler. Yıkılmak üzere olan bu yerler, Almanların oturmak istemediği banyosuz, musluksuz, hatta tuvaletsiz evlerdi. Berlin'de olduğu gibi bu tür binalar aynı mahallede bulunduğu için, yabancıların istilasına uğramış gibi geri kalan bir kaç Almanın oradan taşınması ile bilinen "getolar" meydana geldi. Sayıları o kadar kalabalık olmayan diğer milletler belki sorunu aynı yoğunlukla yaşamadılar, fakat Türkiye'liler fiilen "geto" hayatı yaşamasalar bile, Alman toplumundan dışlanmış bir vaziyette kendi aralarında yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Onların "getolaşması" salt az kira ödemek istemelerinden oluşmadı. Çoğunlukla Müslüman olan Türkler kendilerine yabancı bir dine ve kültüre sahip olan diğer insanlardan çekinmeseler bile bir çok alanda kendilerini ayrı hissediyorlardı. Domuz etinin diğer etlerden daha çok satıldığı kasaplardan alışveriş etmek istemiyorlardı. Kızartılmış patates, hatta tavukların domuz yağında pişirilmiş olabileceğinden endişe duyanlar tüm yemeklerini kendileri yapmak zorundaydılar. Çoğu doğal olarak ancak İslam şartına göre kesilmiş et yiyorlar. Kendilerine yabancı olan bir çevre ile kaynaşabilmeleri her şeyden önce dil bilmelerine bağlı idi. Yabancıları getiren işverenler ücretin devam ettiği saatlerde dil kursları düzenlemek gibi bir niyetleri yoktu (o zaman Alman işçiler belki başka kurslar için paralı izin isterlerdi). Çoğunlukla alışkın olmadıkları sekiz saatlik bir çalışma gününün ardından düşük maaşlarından da para verip ilerlemiş yaşlarında yeniden öğrenci olma niyetinde olan yabancıların sayısı da çok azdı. Yakında ülkelerine döneceklerine göre akıllarında memleketlerinde tercümanlık yapmaktan çok bir köşede bakkal dükkanı açmak ya da taksicilikle geçinmek gibi projeler vardı. İşyerlerinde gerekli olan 3, 5 sözcükle idare edip bunun dışında ya el, kol hareketleriyle ya da bir tercümana para vererek sorunlarını halletmeleri mümkündü. Alman toplumundan ayrı kalmalarının nedenini salt yabancılarda aramak elbette doğru değil. Alman toplumu hiç bir zaman yabancılarla kaynaşmaya hazır değildi. Tarihte de çok görüldüğü gibi (yeni) bir azınlığa karşı ilk andan itibaren köklü bir düşmanlık vardı. Yani 1980'ten sonra sürekli konu edilen "yabancı düşmanlığı" sonradan gelişmedi, daha ilk andan itibaren vardı. Ancak her dönemde saldırı niteliğine yükselmiyordu. Zaman zaman aşırı sağın yeni bir örgütlenmesinde, seçim malzemesi bulmak için kullanılırdı, ama potansiyel olarak her zaman vardı. Günlük yaşamda, biraz dikkatli bir gözle etrafa bakanlar her an için bolca örnekler bulabilirler. 1973 yılında SULO'da çalışırken paydostan sonra soyunma odasında tanımadığım bir Alman yanıma gelerek çok doğal bir şekilde "sen bu 'Kanacken'lerle alaşabiliyor musun?" diye sordu. "Kanacken" dediği kimseler de Türklerden başka kimse değildi. Bu sözcüğün tam Türkçe karşılığı yok, fakat en yakın çeviri her halde "yamyam" olur, çünkü adi, kültürsüz, uygarlıktan anlamayan, ilkel yaratıklar anlamında kullanılır. Bunu söyleyen, firmanın en basit işlerini yapan, sıradan, kültürsüz bir insandı. Ama bu bir gerekçe olamazdı. Bu denli kötü bir tabirin bu denli doğal kullanılması Almanların yabancılardan ne kadar uzak kaldıklarının bir göstergesidir. Arkadaşlarıma böyle bir hitap şeklinin seçilmiş olmasına o anda o kadar şaşırmıştım ki ancak "evet" diyebildim. Yabancı işçiler büyük kitleler halinde Almanya'ya gelmeden bu yüzyılın başında hemşehrim Rosa Luxemburg şunları yazmıştı: "Kitlelerin herhangi bir nedenden ötürü sıkıntıda oldukları dönemlerde, daha sonra düzenli işlerine taze bir güçle sarılmak için zaman zaman başka millete, ırka, dine, renge sahip olan kesimleri kendi hoşnutsuzluklarını dışa vurabildikleri bir günah keçisi (şamar oğlan) yapmaları modern uygarlığın bir işlevi sayılır. Günah keçisi olabilme özelliği ancak zayıf, tarihte ezilmiş ya da sosyal açıdan geri bıraktırılmış milletlerde bulunur, çünkü zayıf oldukları için ya da tarihte baskı altında tutuldukları için ceza çekmeden onlara yeni baskılar kolaylıkla uygulanır. Amerika'da zenciler, Batı Avrupa'da bazı İtalyanlar bu durumdadır." (Gesammelte Werke. Bd. IV. Toplu Yapıtlar. Cilt 4, s. 324; çeviri yazara ait). Sosyalist düşüncesinin henüz taze olduğu bir dönemde yazılmış bu satırlar çok önceden Türkiye'den Almanya'ya gelenlerin yazgısını anlatıyor sanki. Türkiye'den gelen insanlar ayrı bir gruba mensup oldukları, salt farklı din ve farklı dillerinden ötürü değil, daha ilk bakışta dış görünüşleri ile belli olmaktadır. Gelenekleri, töreleri, yemeleri, içmeleri ile Alman toplumundan ayrı oldukları hemen anlaşılır. Ayrıca sosyal açıdan Alman toplumunun en zayıf, en düşük düzeyde yaşayan kesimi sayılırlar. Daha önceki ezilmişliklerinden ötürü direniş göstermeyen bir kesim oldukları için de tam bir günah keçisi olma özelliğini taşırlar. Bu nedenlerden ötürü Almanya'daki neonazilerin basit hesap ve sloganları kolayca yandaş bulabilmektedir. Neonaziler çok basit bir slogana sarılıyorlardı. Birleşmeden önce Batı Almanya'da yuvarlak hesapla 2 milyon işsiz vardı. Gene yuvarlak bir hesapla 2 milyon çalışan yabancı olduğuna göre; onları geri gönderirsek işsizlik sorununu çözmüş oluruz. Özellikle sendikalar tarafından buna karşı getirilen "Almanlar yabancıların yaptığı pis ve ucuz işleri yapmak istemezler" argumanı da hem pek ikna edici değil hem de epey bir ırkçılık kokuyor. Pis ve kötü işlerde çalışmak yabancıların yazgısı gibi gösterilip, Alman işçiler pis işlerde çalışmakla korkutuluyor. Bugün Almanlar belki yabancıların çok düşük ücretlerle çalıştıkları işlerde (döküm, lokantacılık ve çöpçülük gibi) çalışmak istemezler. Fakat aynı zamanda işsiz öğretmenlerin (akademisyenlerin) taksicilik gibi işler yaptığını da görüyoruz. Bu nedenle yoksulluk düzeyi Almanya'da daha yükselirse çöpçülük yapacak Almanlar da bulunur elbette (yapanlar var zaten). Farklı kültürlerin eşit olarak yanyana bulunduğu bir toplumdan çok uzağız (sadece Almanya'da değil). Benim gibi, yabancıların haklarını korumaya çalışan Almanların sayısı az değil. Onların ezilmişliğini bir Alman bizzat yaşayıp dile getirmeseydi, bugün "En Alttakiler"in durumunu bilen insan sayısı çok az olacaktı. Günter Wallraff yerine Alman olmayan bir kişi başına gelenleri anlatsaydı bu kadar ilgi bulmazdı. Gene de yabancılar öncelikle kendi sorunlarına sahip çıkmalı, dertlerini kendileri anlatmalıdırlar. Bunu somut hedefler (seçimlere katılma hakkı gibi talepler) ile birleştirildiği ölçüde başarma şansları da olur. Yabancıların örgütlemelerinin önündeki büyük engel kendi belirsizlikleridir. Bugün, yarın memlekete dönüş tasarısı ile yaşayan insanların içinde bulundukları ortamın haksızlıklarına karşı çıkması pek olası değil. "Kafaları ile Türkiye'de, ayakları ile Almanya'da olanlar", başka bir deyişle gövdeleri Almanya'da olmasına karşın yürekleri ile bağlı bulundukları Türkiye'de olanlar, çevrelerindeki gelişmelere karşı kayıtsız kalmaktadırlar. Türkiye'den zaten uzak ve hiç bir müdahale şansı olmayan bu insanlar, böylece her iki toplumdan da dışlanmış bir yaşam sürdürmeye mahkum görünüyorlar.
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
- Site Haritasi - Impressum |