Alternatif Türkiye Yardımı
12 Eylül askeri darbesinin
NATO müteffiklerinin onayı ile, hatta ABD'nin güdümünde yapıldığından fazla
şüphe duymaya gerek yoktur. Türkiye uzmanı Paul Henze, tiyatro izleyen
ABD başkanına darbe haberini "our boys have done it" (delikanlılarımız
"işi" bitirdiler) şeklinde vermesi ve Bavyera radyosunda darbenin haberi
TRT'den önce yayınlanması bu konuda ufak da olsa, anlamlı ipuçları vermektedir.
NATO'nun güneydoğu kanadı
olan Türkiye, Batılı ülkeler için büyük bir öneme sahiptir. İran Şah'ının
devrilmesinden sonra Orta Doğu'da önemli bir müteffiğini kaybeden ABD,
Sovyetler Birliği'ni "gözetleyebilmek için" Türkiye'deki üsleri kullanmak
zorunda idi. Bunlar aynı zaman petrol kaynaklarının bulunduğu Arap ülkelerine
karşı olası bir askeri müdahalede bulunacak "NATO'nun Çevik Kuvveti"ne
köprü görevini görecekti.
Körfez Savaşı'nın başlamasından
10 yıl önce NATO'da Türkiye'yi temsil eden General İhsan Gürkhan'ın sözleri
1991 yılına işaret eder gibiydi:
"NATO'nun güney kanadı bir
taraftan Batı Avrupa ile diğer taraftan Afrika ile ortak sınırları olan
Orta Doğu ile yakın ilişki halindedir. Tüm dünya için önemli olabilecek
'emek sepetleri' olarak Orta Doğu ile Afrika, NATO için en önemli enerji
ve hammadde kaynaklarıdır. Orta Doğu ülkeleri ve Afrika'nın Akdeniz ülkeleri
dünyaya en fazla petrol satan ülkelerdir. Türkiye sadece Doğu ile Batı
arasında değil, aynı zamanda lüks içinde yaşayan Kuzey ile geliştirilmesi
gereken Güney arasında da köprü görevini görmektedir. Daha da önemlisi,
bilinen en büyük petrol yatakları hemen sınırların ötesindedir."(Alternative
Türkeihilfe [ATH]. Militärs an der Macht (Askerler İktidarda). Herford
Ağustos 1983, s. 2. Jürgen Roth'un makalesinden)
Böylesi bir öneme sahip olan
bir ülkede, gelişmiş sanayi (kapitalist) ülkeleri zayıf bir yönetim ya
da istikrarsız bir ortam görmek istemezler. Bu yüzden Türkiye'ye, NATO'ya
girmeden önce de büyük çapta yardımlar yapılmıştır. Askeri baskı rejimleri
ve demokratik muhalefeti tanımayan yönetimler Batılılarca desteklenmişti.
1980'li yılların başında Hamburg Üniversitesi'nde Barış ve Koruma Politikaları
Araştırma Enstitüsünde "Türkiye ve NATO" hakkında yaptığı bir incelemede
Volker Böge şu tespitlerde bulunuyordu:
"Türkiye'nin mevcut siyasi
gelişmesini şu anda yönlendiren elitler rakipsiz olarak ülkeyi idare ettikleri
müddetçe askeri birliğin içinde bulunan Kuzey-Güney çelişkisine rağmen
Türkiye-NATO ilişkisi kopma noktasına gelmez, çünkü sadece ve birincil
olarak Sovyetler Birliği'nin tehdidinden ötürü değil, özellikle iç politikadaki
egemenliklerini korumak ve sadece Batı ile yakın işbirliği halinde gerçekleşecek
olan ülkenin ekonomik ve toplumsal gelişmesi hakkında tasarladıkları projelerin
hayata geçirilmesi için monopolların Türkiye'deki köprü taşları olarak
NATO üyeliği ve Batıya entegrasyonundan [elitlerin] de çıkarları vardır.
Bu elitler, kendiler tarafından yönetilen bir Türkiye, metropolların desteği
ile ve onlara bağlı olarak bölgede siyasi ve gerektiğinde askeri bir düzen
sağlama işlevini üstlenecek bir alt metropol haline gelebileceğini açıkça
hesaplamaktadırlar." (ATH. a.g.e., s. 3)
ABD tarafından en fazla askeri
yardım alan İsrail ve Mısır'dan sonra (onlar da Orta Doğu'da NATO için
vazgeçilmez üsler durumunda) Türkiye üçüncü sırada yer almakta idi. Federal
Almanya, ABD kadar destek vermemekle birlikte, NATO içinde Türkiye'nin
en önemli müteffiği sayılır. "Sam amca" uzaktan sağlayamadığı denetimi
"Hans abi"ye devretmiş gibidir.
1970'li yılların sonunda Türkiye'de
görülen derin ekonomik kriz Batı'da gene "Boğaz'daki hasta adam"dan bahsedilmesine
yol açtı ve başta NATO müteffikleri olmak üzere, Batı hemen Türkiye'nin
yardımına koştu. OECD (Organisation for Economic Corporation and Development
- Ekonomik İşbirliği ve Geliştirme Örgütü) çerçevesinde Türkiye'ye yapılacak
yardımlar için Federal Almanya'nın girişimci işlevinden ötürü Bonn hükümeti
oldukça gurur duyuyordu (bk. Bundestagsdrucksache 9/2213, s. 7). Dört yıla
yakın bir zaman içinde (1979-1982) OECD ülkeleri tarafından Türkiye'ye
4 milyar dolara yakın yardım yapıldı. Bunun 855 milyon doları, yani yaklaşık
beşte biri "Hans abi" tarafından sağlandı.
1978 yılında yardımların koordinatörlüğünü
CDU'lu Leisler-Kiep üstlendi. Ondan sonra iki yıl SPD'li Matthöfer Alman
hükümeti adına dünya turuna çıkıp yardımları toplamaya çalıştı. Bir kez,
1980 yılında, ABD ile Almanya'nın yaptığı yardım miktarları tamamen eşitti
(295 milyon dolar). Yıllara göre (mark olarak) Almanya'nın yaptığı ekonomik
yardımlar şunlar:
1979 500
milyon
1980 560
milyon
1981 460
milyon
1982 413,5
milyon
TOPLAM 1,873.4
milyon mark.
Aynı dönemde küçük yardımlar
da yapıldı. Örneğin demiryollarının modernizasyonu için 68 milyon mark
verildi. Stuttgart Üniversitesi, Türkiye'de Almanca öğrenimini geliştirmek
için 10 milyon mark verdi. 1983 yılında yeniden gündeme gelen 130 milyon
marklık proje yardımı da eklenirse 5 yılda Almanya tarafından 2 milyar
marktan fazla ekonomik yardım verilmiş oldu.
Verilen yardımların ayrıntılı
olarak nasıl kullanıldığına dair elimde çok net veriler yok. Proje yardımı
denilen 130 milyon marklık miktarı ile enerji sektörünün desteklendiğine
dair resmi açıklamalar mevcut. Fakat bu paraların genellikle Türkiye'deki
döviz açığının kapatılması için kullanıldığı bilinmektedir. Başka bir deyişle
Türkiye dışından parça ya da makina gereksinimi olan büyük şirketlere bu
para ile döviz sağlanıp "yardımı" yapan ülkelerden alışveriş yapma olanağı
verildi.
1964 yılından itibaren Almanya
tarafından Türkiye'ye her 18 ayda bir askeri yardım da yapılmaktadır. 1979
yılına kadar 10 kez 100er milyon mark, toplam 1 milyar mark askeri yardım
verilmiştir. 18 ayda bir yapılan muntazam yardım, daha sonra 130 milyon
marka yükseltilmiştir. 1980 yılında özel olarak 600 milyon marklık bir
askeri yardım, 1980 yılında 130 milyon, 1981 yılında 150 milyon, 1982 ve
1983 yılında 160'ar milyon mark olarak verilmiştir. Bu para ile Alman ordusundan
"eskimiş" malzemeler satın alındığı söylenmektedir. Ancak bu tam doğru
değildir. 1980'li yılların başında Almanya'dan Türkiye'ye "satılan" askeri
malzemeler arasında 100'den fazla F 104 savaş uçağı (Starfighter), 77 "Leopar"
tankı, 6 helikopter ve 4 "Meko" fregatayn olduğunu gazete haberlerinden
okumak mümkün.
Toplam olarak 1964 ile 1990
yılları arasında yapılan askeri yardımın miktarı 2,5 milyar marktır. Yardımların
genel toplamı 4,5 milyar mark olarak yüksek görülebilir, ancak Körfez Savaşı'na
Federal Almanya ABD'ye bir kaç haftada bu rakımın dört katı katkıda bulunmuştur
(18 milyar mark). Fakat ister askeri alanda, ister ekonomik alanda yapılmış
olsun, yardımlardan Türkiye'de yaşayanlar fayda görmüyordu. Olsa olsa OYAK
gibi şirketlerle general ve subayların faydalandığını tahmin etmek mümkün.
Bu tür düşüncelerden hareketle
1979 yılın sonunda Almanya'da bazı sosyaldemokrat milletvekilleri ile tanınmış
gazeteci ve yazarlar bir araya gelerek Türkiye'de halkın doğrudan faydalanabileceği
"alternatif bir yardım" toplamak gerektiğine karar verdiler ve 1980 yılı
başında Alternative Türkeihilfe (Türkiye'ye Alternatif
Yardım örgütü) kuruldu. İlk yardım çağrısında şu görüşlere yer veriliyordu:
"Yardım etmek, büyük holdingleri
ve askeri aygıtı desteklemek demek değildir. Federal Almanya'nın geniş
demokratik kamuoyunun bu görüşünü ortaya koyabilmek için "alternative Türkeihilfe"
kuruldu.
"Her gün 10 insanın siyasi
teröre kurban gittiği, onbinlerce insanın cezaevinde olup, işkencelerden
geçirildiği, grevde olan işçilerin tanklarla denetlenip bir kuruş grev
yardımının alınamadığı, meclis dışı sol muhalefetin düşünce özgürlüğünden
yaralanamadığı bu ülkenin kahrını çekenlere doğrudan yardım yapmak gerekmektedir.
"Alternative Türkeihilfe ancak
belirli projelere parasal yardım yapacaktır:
- örneğin gecekondularda
oturanlara ya da iç savaş sırasında yaralananlar için ilaç yardımı yapabilir;
- öldürülen muhaliflerin
ailelerine mali destek verebilir;
- cezaevine konulmuş
muhaliflerin ve yakınlarının yaşamsal gereksinimleri için mali yardım yapabilir
ve
- grevde olan işçileri
destekliyebilir."
Darbeden sonra ATH programını
şu şekilde değiştirdi:
"NATO'nun güneydoğu kanadının
koruyucusu olarak ve Orta Doğu'da petrol çıkartan ülkelerle Batı arasında
bir köprü taşı oluşturan Türkiye, Batı için jeo-stratejik özel bir öneme
sahiptir. 'İstikrar' sloganı ile milyarlara varan sözde ekonomik ve askeri
yardımlar ile özellikle baskı rejimleri desteklenmektedir. Güney Amerika
ve Polonya'nın askeri darbeleri kınanmakta, ancak 12 Eylül 1980 tarihinde
darbe yapan Ankara'daki cunta, demokrasi dostu olarak övülmektedir.
"Halbuki [Türk] devletinin
yeniden örgütlenmesi sadece zorba rejiminin süreklileştirilmesini hedeflemektedir.
Demokratikleştirme ya da demokrasiye geçiş olarak adlandırılan ve Batı'nın
yüksek askeri ve ekonomik çıkarları için kabul edilen generallerin programı,
sık sık sözü edilen demokrasinin susturulmasından başka bir şey değildir.
Nereye bakılırsa bakılsın, ister yeni Partiler Yasası, ister yeni Sendikalar
Yasası, her yerde uzun bir dönem için yerleşmek isteyen bir askeri diktatörlüğün
karekteri görülüyor; üzerine sivil bir palto örterek tabii.
"İnsan hakları Türkiye'de
ayak altına alınmaya devam ediyor. Siyasi sanıkların sorgusu her zaman
işkence altında yapılmaktadır. İşkence altında ölen insan sayısı çoğalmaktadır.
Belirli kesimlere yönelik idam infazları ile askeri cunta genç insanların
hayatını yok etmeye devam ediyor. Hukuka saygınlığı açısından yoğun şüpheleri
uyandıran sayısız kitlesel davalarda sayısız idam cezaları verildi ve verilmektedir.
"İnsanların yaşam koşulları
gittikçe kötüleşmektedir. Halkın büyük bir kesimi fakir ve yoksulluk çekmektedir.
Asgari geçim seviyesi altında yaşamak zorunda olan geniş bir kesimden söz
etmek gerekir.
"Alternative Türkeihilfe adlı
kuruluş, ancak iktidarda olan rejimi destekleyen ve halkı gittikçe yoksullaştıran
bir politikaya hizmet eden 'yardımlara' karşı çıkıyor. Biz doğrudan insanlara
yarayacak ve yaşam ortamını iyileştirecek yardım yaparız. İşyerleri hakkında
çalışanların karar verdiği alternatif ekonomik projelere mali destek sağlamaya
devam ediyoruz.
"Çalışmamızın bir başka ağırlık
noktası, resmi görüşten farklı bilgiler içeren yayınların çıkartılmasıdır.
Batı'da yayın organlar susmayı tercih ettikleri için kamuoyuna gerçek durum
hakkında doğru bir tablo sergileyebilmek amacıyla Türkiye'nin gerçekliğinden,
özellikle insan haklarının çiğnenmesi hakkında haber vermek gerekir. Bunu
yaparken Türkiye'ye verilen yardımlar hakkında karar verenlere bu tür önlemlerin
bir haklılık zemini olmadığını göstermek ve Türkiye ile dayanışma hareketinin
direnişine güç vermek istiyoruz.
"Alternative Türkeihilfe ideolojik
olarak sabit bir siyasi yapılanma değildir. Tek tek kişilerin bir araya
gelmesiyle şu şahıslar tarafından kurulmuştur:
Manfred Coppik, Klaus Kirschner,
Klaus Thüsing, Renate Schmidt, Heidemarie Wieczorek-Zeul, Jürgen Roth,
Günter Wallraff, Gerhard Zwerenz, Christine Huth, Bernhard Hoffmann, Kamil
Taylan, Helmut Oberdiek."
ATH içinde baştan beri
işimiz çoktu. Çıkarttığımız broşürler geniş bir ilgi görüyordu. Örneğin
Demirel dönemini kapsayan "Türkiye'de İşkence" adlı broşürümüz 15 bin sattı.
Onun haricinde ayrıntılı bilgi isteyen çok kişi vardı. İlk zaman yazışma
ve koordinatörlük işleri Frankfurt'tan yürütülüyordu, fakat oradaki arkadaşların
fazla zamanı olmadığı için sonra arşiv ve diğer işler Bielefeld ve Herford'a
alındı.
Lise öğretmeni olarak görevime
yeni başladığım için yoğun ders hazırlamam gerekiyordu. Onun için başta
fazla zaman bulamadım. Zaten boş kalan zamanımı Herford'da işçi arkadaşlarımın
dertlerini çözmek için harcıyordum. Yan işlerim çok olduğu için okulda
verdiğim dersler çok iyi gitmiyordu. Eskiden hazırladığım ders programları
olmadığı için dersler arasında yaptığım hazırlık yetmiyordu. Bir karar
vermek zorundaydım: ya öğretmenliğe devam edip diğer işlerimi azaltacaktım,
ya da öğretmenliği bırakıp salt diğer işlerle uğraşacaktım. Ancak bu tür
işler fahri olduğu için geçimimi nasıl temin edecektim?
Hemen hemen 10 yıl yüksek
tahsil yaparak zarzor öğretmen olmuştum. Mesleğimi de seviyordum. Okul
çağımda kötü öğretmenlerim yüzünden öğretmen olmuştum ve her şeyi onlardan
daha iyi yapma hevesinde idim. Ancak bu gidişle, onlardan daha kötü öğretmen
olmam kaçınılmazdı. Bir yandan öğretmenlik Almanya'da çok sağlam bir meslekti.
Memur olarak dolgun bir maaş kazanıyordum ve işyerimi kaybetme korkum da
yoktu. Büyük suç işleyenler hariç Almanya'da öğretmenler görevden uzaklaştırılamıyordu.
Türkiye'de her hükümet değişikliğinde
bir çok memurun işten el çektirildiğini biliyordum. Böyle bir durumum yoktu,
üstelik çok dolgun bir emeklilik maaşı, bol bol tatil ve başka olumlu yönleri
de vardı bu işin. Öte yanda tercümanlık yapmak, sıcak sıcak siyaset tartışıldığı
toplantılara katılmak, bir süre ilginç insanlarla karşılaşmak, hiç olmazsa
tekdüze okul hayatından daha heyecanlı gözüküyordu. Her gün farklı, farklı
görevler ile karşılaşmak, bir müdüre bağlı olmamak, serbest mesleğin diğer
olumlu yönleri sayılırdı. Öğretmen maaşı kadar değilse bile kendimi geçindirecek
parayı tercümanlıkla da kazanabilirdim belki.
İltica işlerine bakan Minden
İdare Mahkemesi, okulda görevli olduğuma bakmadan o günlerde beni olur
olmaz saatlerde tercümanlığa çağırıyordu zaten. Onun dışında sadece polisiye
dizilerinde gördüğüm eroin davalarında, hem polis sorgularında hem de mahkeme
duruşmalarında tercüman olarak bir Almana daha çok güveniliyordu. Ama bu
tür işler her zaman olmayabilirdi ve yeteri kadar bir para sağlayacağımdan
emin değildim. Öğretmenlikten ayrılmak bir riziko idi ve karar vermem kolay
değildi. Çözümü, sınıfımdaki öğrencilere sormakta buldum.
Sorumlu olduğum sekizinci
sınıfta okuyanlar 14- 15 yaşında olan gençlerdi. Onlara doğrudan "görevimden
ayrılmak istiyorum, ne diyorsunuz?" diye soramazdım. Gene de "öğretmenliğimi
nasıl buluyorsunuz?" diye açık bir soru yönelttim. Bir çok öğrenci bu denli
samimi bir soruya yanıt vermek istemediler. Okulun her tarafında, evlerinde
mutlaka her gün geçen bu konu, bir büyüğe karşı doğrudan dile getirmek
ne de olsa "ayıptı". Sınıfın en zeki ve aynı zaman benim kadar boyu olan
bir öğrenci, "siz kötü bir eğitmensiniz, ama iyi bir arkadaşsınız" deyince
başka öğrenciler şok olmuşçasına hemen "böyle bir şey denilmez" diye karşı
çıktılar. Ama ben açık soruma, açık ve bana göre doğru cevabı bulmuştum.
4 aylık kadrolu öğretmenken
istifamı verdim ve 6 aylık memurluktan sonra Şubat 1981 tarihinde işimi
bırakarak işsiz bir başka öğretmene çalışma olanağını verdim. Türkiye açısından
bakıldığında "gönüllü 1402'lik" oldum. Türkiye'de bir çok demokratik öğretim
görevlisinin 1402 sayılı sıkıyönetim yasası gereğince sıkıyönetim komutanlarınca
işten atılacaklarını bilseydim, belki bir basın toplantısı düzenleyip kararımı
Türkiye'de haksızlığa uğrayan meslektaşlarımla dayanışma gösterisi olarak
sunardım.