Alt bölümler:
Dernekçilik
Mülteciler
Önce tarım alanında uğraşan,
sonra 3 dönümlük tarlası yeterince ürün vermediği için mobilya firmasında
hayatını kazanan bir adamın çocuğu olarak üniversiteye kadar gelebilmiştim.
Benim gibi köylü vatandaşların üniversitede başarı şansı olduğuna hala
inanamıyordum. İlkokul dördüncü sınıfından sonra ilk-orta-lise diye ayrılan
öğrenim yolunda, ancak varlıklı ailelerin çocukları okur diye liseye gitmek
istememiştim. Anne ve babam dersimde bana yardımcı olamıyorlardı. Abim
ve ablam ilkokula devam ediyorlardı. Sınıf öğretmenim büyüklerimi ve beni
sıkıştırmasaydı ortaokula bile gitmiyecektim.
Ortaokulun bitiminde, en iyi
öğrencilerin lise diploması alabilmeleri için düzenlenmiş bir geçiş programına
dahil oldum. Sınıfta bulunan 27 öğrenciden 9'u daha ilk yıldan sonra okulu
terk etmek zorunda kaldılar, fakat ben "takılmadan" (Kenan Evren'in Anılarında
dediği gibi "sınıfta dönmeden") programı bitiren 12 öğrenci
arasında yer aldım. Üniversitede okuyacak ve öğretmen olma şansımı
deniyecektim. Okul tatillerinde düzenlenen çocuk kamplarında yaptığım idarecilikten
ötürü ders gördüğüm öğretmenlerden daha iyi bir eğitmen olacağımdan emindim.
Babam bu arada hastalıktan
emekli olmuştu ve başka gelirimiz de yoktu. Tarladan ancak süt verecek
ineğe ot, ekmek yapmak için buğday ve yiyeceğimiz kadar patates çıkıyordu.
Batı Almanya'da yeni yeni oluşturulan burs sistemi olmasaydı zaten okuyamazdım,
çünkü tatillerde kazandığım paralar beni bir yıl boyunca idare etmiyordu.
Kendimi yarı işçi, yarı köylü çocuğu sayıyordum ve belki bundan dolayı
kendimi Türkiye'li işçilere yakın hissediyordum. Aslında Tübingen'de fazla
işçi yoktu, şehirde öğrenciler çoğunlukta idi. Türkiye'den gelen bir kaç
işçi, şehirde bulunan 3, 4 firmanın dışında bir de 25 kilometre uzaklıkta
Böblingen kentindeki Mercedes firmasında iş bulmuşlardı. Tübingen'de kurulmuş
"Türk Kültür ve Spor Derneği"nde daha çok iyi bir işte çalışanlar (örneğin
otobüs şoförü olanlar) toplanırdı, diğer işçiler danışmak için uğrardı.
Üniversite yıllarımda doğduğum
yer Herford'la ilişkim hep devam etti. Bu şehirde mobilya işleri dışında
tekstil ve metal firmalarında çalışan bir çok Türkiye'li vardı. Ben sadece
okul tatillerinde çalıştığım işyerlerindeki Türklerle ilişki halinde değildim,
Herford'daki "Türk İşçiler Cemiyeti"nde faaliyet
gösterenleri de yakından tanıyordum.
Hem Tübingen, hem Herford'da
her zaman ufak defek tercümanlık işlerim oluyordu. Düşük ücret alan işçilerden
para kabul etmediğim için cebime ya bir paket sigara sokuyorlar, ya da
"büyük iş" hallettiğim zaman yemeğe davet ediyorlardı. Profesyonel çevirmen
değildim. Başlangıçta sadece "Tarzanca" dilini diğer Almanlardan daha iyi
anlayıp, onu düzgün bir Almanca haline getiriyordum. Önce doktorda sıra
beklerken arkadaşlık etme şeklinde gelişen "tercümanlığım" yavaş yavaş
bir hak mücadelesine dönüştü. Ailesini getirmek isteyenlere karşı bir çok
engeller çıkartılıyordu. Ev sahipleri ile çıkan sorunlarda, hatta zaman
zaman işveren ile ücret veya çalışma koşulları nedeniyle çıkan ihtilaflar
gibi bir çok konuda çevirmenlik yaptığımdan ötürü ister istemez taraf olmak
zorunda kaldım.
Kökenimde köylülük ve işçilik
yattığı için sömürülen, ezilen ve güçsüz durumda olan işçilerden yana tavır
almam sorun olmuyordu. Üniversitede '68 kuşağının bıraktığı mirasta işçilerin
sorunlarının nasıl ele alınacağına dair yeteri kadar teorik görüş de elde
etmiştim. Kapitalistlerin artı değere sahip çıkararak, işçilerin sırtından
geçindiklerini Karl Marx'tan daha basit anlatan bilim adamlarından da öğrenmek
mümkündü. Ancak ben ve başka arkadaşlar konuya daha çok pratik açıdan yaklaşıyorduk.
Örneğin sosyal konulara eğilen bir çalışma grubu ile bir taraftan Yunan
Albaylar Cuntasına karşı bir takım eylemler yaparken, aynı zamanda Almanya'daki
yabancı işçilerin sorunlarına da sahip çıkıyorduk. Bildirilerimizde bir
Alman çoban köpeğine yasa gereğince 16 metre karelik yer zorunlu gösterilirken
dışarıdan getirtilen işçi başına 12 metre karelik bir yerin yeterli gösterilmesi
gibi somut konulara yer veriyorduk.
Bu hususta yabancılarla olan
dialoğumuzu geliştirmek genellikle bana düşerdi. Ancak Türkiye'li işçilerin
kendi sorunlarına fazla sahip çıkmadıkları da bir gerçekti. Çünkü türlü
zorluklarla elde ettikleri işyerlerini kaybetmekten, baraka şeklinde inşa
edilmiş firma lojmanlarından atılmaktan korkuyorlardı.
Bu yüzden çalışmalarımızda
daha çok Türkiye'den gelen aydın kesim ile, yani öğrencilerle birlikte
olduk. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerine karşı düzenlenen
yürüyüşte öncülük yapmış Türkiye'li öğrenciler de o dönemde aralarında
bilimsel sosyalizmi tartışıyorlardı. Aynı zamanda Garbis ve benim gibi
Türk Kültür ve Spor Derneğinde işçilere bedava tercümanlık işleri yapanlar
da vardı.
Günün birinde Tübingen'in
bir köyünden iki işçi arkadaş geldiler ve dernekten yardım talebinde bulundular.
Bir önceki gün, Cuma gününde, işyerlerinde yapılan bir toplantıda sözcü
olarak kabul ettikleri bir arkadaş işten atılmıştı. Buna karşı yüksek sesle
bağıran bir başka arkadaş hemen arkasından atılmıştı. Diğerler buna seyirci
kalmak istemiyorlardı. Ne kadar olsa arkadaşları hepsini savundukları için
atılmışlardı. Küçük plastik firmasında çalışan 35 kişiden 33'ü Türkiye'den
idi ve hep birlikte olsalardı belki bir hak iddia edebilirlerdi.
Dernek temsilcileri bu duruma
pek eğilmedi. Hafta sonunda istirahat edeceklerdi belki. Belki de resmi
Alman çevrelerle karşı karşıya gelmek de istemiyorlardı. Doğal olarak "iş"
biz öğrencilere düştü. Başka hiç bir yerde görmediğimiz bir militanlıkla
işçiler süresiz greve girmeyi öneriyorlardı. Yasal mıydı, değil miydi,
bununla kimse ilgilenmiyordu. Bu durum bizi çok heyecanlandırdı. Kapitalizm
"laneti"ni yenmek için, küçük küçük haklar elde edebilmek için işçilerin
greve gitmelerinden başka çareleri yoktu. Elbette buna sınıf bilinci şarttı
ve örgütlü olmaları gerekirdi. Küçük firmada 33 kişi tek vücut haline gelmiş,
en sıkı örgüt gibi birlik halinde hareket ediyorlardı ve bize göre "zafer"
yakındı.
Firmada daha önceki gelişmelerden
haberimiz yoktu. Sendikanın yeri 50 kilometre uzaktaki Stuttgart'ta idi
ve doğru dürüst ilişki sağlıyacak kimse yoktu. Zaten işçilerin çoğu sendikaya
üye değildi. İşveren de kendi sendikasına üye değildi. Üniversitede faaliyet
gösteren bazı irili ufaklı siyasi gruplar bir kaç gün içinde konuya sahip
çıktılar. Bir sürü bildiri hazırladılar. Topluca köye gidip orada bildiri
dağıtılmaya başlanmıştı bile.
Firma küçük olmasına rağmen,
10 yıl içinde üretimini epey artırmıştı. Patron, kişi olarak köyde sevilmemesine
rağmen ödediği vergilerle köye çok faydası dokunuyordu. Bu nedenle bildiri
dağıtma eylemimiz pek başarılı olmadı. Zaten tecrübesiz işçilere sadece
bildirilerle destek göstermek yeterli değildi. Grevin daha birinci gününde
iki işçi daha işten atıldı ve sendika temsilcileri arabuluculuk yapmaya
söz verince hemen grevden vazgeçildi. Bir hafta içinde çözüm bulamayınca
işçiler bu kez işi yavaşlatma eylemine başladılar. Buna karşı patron ikinci
haftanın sonunda iki işçi daha işten attı. Stuttgart kentinden gelen sendikacılar
iki gün süren görüşmeler sonunda çalışma koşullarında yasanın öngördüğü
bazı düzeltmeler sağlıyabildiler, ama altı kişinin işe dönmelerinde başarılı
olamadılar. Patron kesinlikle hayır diyordu. Bu konu iki ay sonra iş mahkemesinde
görüldü ve ancak o zaman sendika, öğrenci ve işçiler arasında kurulan dialog
sayesinde dört kişinin işe dönmeleri sağlanabildi, diğer iki kişi tazminat
ile işten ayrılmak zorunda kaldılar.
Kendiliğinden oluşmuş bu eylemden
başarılı mı çıktık, yoksa yenildik mi pek belli değildi. Aynı zamanda dünyanın
bir çok yerinde ve hatta Almanya'nın bazı kentlerinde işçiler şanlı direnişler
gösteriyorlardı ve bizim küçük deneyimiz onun içinde sadece bir tane idi.
Fransa'da işçiler bir firmanın yönetimi ele geçirip iflas eşiğinde olan
işyerlerini patronsuz yönetiyorlardı. Almanya'da 1973 yılında Türkiye'li
işçilerin öncülüğünde Köln şehrinde ünlü Ford grevi gerçekleşiyordu.
Bu grev de sendikanın iradesi
dışında gelişti. Almanya ve kapitalist dünya yeni bir ekonomik krizin karşısında
iken sendikalar o dönemde çok ılımlı taleplerle (% 3 ya % 4 gibi küçük
zamlar şeklinde) durumu idare etmeye çalışıyorlardı. Buna karşı bazı militan
çevrelerin etkisi ile de işçiler, herkesin saat ücretine "1 mark zam" yapılması
talebi ile zaman zaman işyerinin işgali şeklinde de süren grev ile büyük
bir zafer kazandılar. Gazete ve bildirilerden öğrendiğimiz olay içinde
o zaman gözden kaçan küçük bir olay vardı. Grev liderlerinden olan Baha
Targün ve iki arkadaşı meydanda işçilere hitap ederken sendika liderleri
firmanın yönetim katındaki pencereden kitlelere seslenip, grev liderlerini
"bunlar komünist" diye karalamak isterken, kitle "komünist sizsiniz" diye
bağırmıştı.
Burada bir terslik vardı.
Marksist-Leninist doktrin ve eşitsizliği ortadan kaldıracak olan bilimsel
sosyalizm ile tarihsel materyalizme göre bilinçlenip örgütlenen işçi sınıfı
çeşitli kitlesel eylemleri ile devrim yapıp özel mülkiyete yer olmayan
sosyalizmi kuracaktı. Üretim ilişkisinde, yani altyapıda sağlanan eşitlik
ilkesi hukuk ve devlet gibi üstyapı alanlarına da yansıyıp sosyalizm döneminde
"işe göre ücret" uygulaması yerine devlet aygıtına lüzum kalmadan komünizm
aşamasında herkesin "gereksinimine göre" ortak refah dağıtılacaktı.
Köln Ford fabrikasında gücünü
gösteren binlerce işçi örgütlü hareket ettiklerine göre bilinçli olmaları
gerekirdi, fakat gösterdikleri mücadelenin nihai hedefini bilmiyormuş gibi
satılmış sendika ağalarına karşı övgü kaynağı olması gereken bir sözü hakaret
olarak kullanıyorlardı.
Aynı yıl sonbahar tatilimde
ben gene SULO firmasında çalıştım. Alman ile yabancı işçiler arasındaki
ilişkilerde herhangi bir düzelme gözlemlemek mümkün değildi. Birbirinden
ayrı durmaları dışında bu kez başka hoşnutsuzluklar da gelişmişti. Gelen
yabancılar kısa dönemde çok para kazanıp, memleketlerinde sosyal merdivende
bir kaç basamak yukarıya çıkma arzusunda oldukları için ellerine fazla
para geçecek işleri seçiyorlardı. Bu yüzden tane hesabına, yani "akort"
sistemine göre çalışmayı tercih ediyorlardı.
Normal hızla çalışıldığı zaman
saniyesiyle ölçülmüş parça sayısı % 100 olarak belirlenmişti ve normal
saat ücreti kadar para veriliyordu. Ancak daha hızlı çalışıp her saat başında
daha fazla para kazanmak mümkündü. Yabancıların bilmediği bir konu ise,
belirli bir düzeyi geçtikten sonra "akort şefi" gelip çok hızlı çalışan
birisinde saat tutup normu yükseltiyor ve sonuçta % 100 iş çıkartmak için
çok daha hızlı çalışmak gerekiyordu. Genç yabancı kadın ve erkek çok hızlı
çalıştıkları için % 100 "iş" için istenilen tane miktarı, yani "akort"
seviyesi zamanla o kadar yükseldi ki bir çoğumuz, hele yaşlılar için "akort"
ile saat ücreti kadar para kazanmak artık mümkün değildi.
Buna iyi bir örnek, kaynak
yapıldığı çöp arabaları kısmında görülüyordu. Giresun'lu ve Kayseri'li
genç işçiler arasında görülen rekabet yüzünden "akort" seviyesi öyle bir
duruma getirilmişti ki iki Alman dışında sadece Türkler orada çalışıyorlardı.
Onlar için de tam randıman çıkartmak çok zordu. Özellikle bir vardiyada
Alman ustabaşının ters davranması da buna eklenince (makinalar bozuk olup
üretim durduğu zamanı saat ücreti kayıt etmiyordu örneğin) işçilerin çalışma
koşulları dayanılmaz duruma gelmişti.
Bir sendika temsilcisine aktardığım
bu durum daha sonra bir işyeri toplantısına neden oldu ve o zamana dek
firmadan ayrılmış olmama rağmen belki anlaşma sağlıyabilir diye firma tarafından
çevirmen olarak çağırıldım. Daha önce bunca şikayetleri dile getiren işçiler,
zaman zaman greve gidebileceklerini de ifade eden arkadaşlar bu kez toplantıya
gelip dertlerini anlatmak istemediler. Herkes, ustabaşı duyar ve işlerini
daha da zorlaştırır diye endişe ediyordu. Konuşacak olanların işten çıkartılmıyacağı,
toplantıda geçen saatlerin ücret olarak ödeneceği konusunda firmanın söz
vermesine karşın ancak 2 arkadaş gelme cesaretini gösterebildi. İşçilerin
direnişi sıfır olduğunu gören yönetim, sonuçta sadece ustabaşı ile konuşmaya
karar verdi, fakat bozulmuş "akort" sisteminin düzeltilmesinde herhangi
bir adım atılmadı.
Bu toplantı, benim doğrudan
müdahale ettiğim son firma ihtilafı olacaktı. Daha sonra ancak işten atılmış
kişilerin davalarında mahkeme tercümanı olarak bulunacaktım, çünkü bir
işçi olarak doğrudan sendikal mücadeleye katılmam olanaksızdı. İşyeri temelinde
1973'ten sonra ister Alman işçileri ister yabancı işçiler tarafından kayda
değer herhangi bir direnişe rastlamadım. Ancak 1 Mayıs Emek Bayram'ında
çeşitli kentlerde yapılan yürüyüşlerde Türkiye'lilerin her yıl en önde
yürüdüklerini görmek mümkün. Bu, her halde 1 Mayıs'ın Türkiye'de yasak
olmasından ve sürekli olaylara yol açmasından kaynaklanıyor olsa gerek.
DERNEKÇİLİK
Almanya'nın en küçük yerleşim
merkezine kadar Türkiye'liler cemiyet, dernek, ocak ve bir sürü başka isimler
altında örgütlenmiş durumdadırlar. Dini duygulardan hareketle, hemşehrilik
bağlarını muhafaza etme arzusuyla ya da spor faaliyetleri temelinde kurulan
bu derneklerde bazı ortak nitelikler gözlemlemek mümkündür.
Hepsi şu ya da bu ölçüde vatandaşların
günlük dertleri ile uğraşırlar. Genellikle danışmanlık ya da tercümanlık
gibi hizmetleri vardır. Bu, taraftar ve üye kazanmak için yapılıyorsa da
aslında belli bir dayanışma gösterisidir de, çünkü hizmetler ucuz ya da
bedava verilmektedir. Dernek lokalleri, uğrayanların aralarında deneyim
alışverişinde bulundukları yerlerdir. Biraz fazla bilgi sahibi olanlar
diğerlerine yardım ederler. Bunun dışında vatandaşlara başka hizmetler
de sunulur. Örneğin berber, araba tamircisi gibi "uzman"lar burada geçinecek
kadar iş her zaman bulabilirler.
Birbirinden çok farklı temellerde
kurulmuş derneklerin bir başka ortak yanı da aşiret yapısına benzer bir
modele göre örgütlenmiş olmalarıdır. Bir nevi, İstanbul'da kurulmuş olan
"Konyalılar Yardımlaşma Derneği"ne benzerler. Genellikle Almanya'da tek
bir ilden gelenler dernek kurup ona göre isim konulmamakla beraber hemen
hemen hepsi dar bir hemşehri grubuna dayanırlar. Seçimlerde ne kadar hemşehri
varsa geniş bir bölgeden "dolmuşlarla" getirilir. Bir gün için dahi olsa
üye yapılır ve ona göre başkan belirlenir. Çoğu zaman bu şekilde seçim
kaybedenler (örneğin Karadenizlilerin Doğululara karşı) ayrı bir dernek
kurdukları da olmaktadır.
Bu tür derneklerde aslında
benim gibi "gavurlara" pek yer yoktur. Almanlar ancak büyük eğlencelerde
ya da resmi toplantılarda özel konuk olarak görülürler. Alman makamlarından
dernek kurulmasına izin alınacaksa ya da başka türlü maddi ve manevi destek
gerekiyorsa belediye başkanı, hatta yabancılar polisinin başkanı gibi kişiler
çağırılır, benim gibi sade vatandaşlara ise ancak tercümanlık işi düşer.
Biraz Türkçe bildiğimden ötürü
fabrikalarda ya da barakalarda tanıştığım Türk arkadaşlar kendi dünyalarını
bana daha yakından gösterebilmek amacıyla derneklerine götürüyorlardı.
Burada beni tanıştırabilecekleri başka arkadaşları da vardı. Gerçi ben
tavla ustası değildim, konken ve kağıt oyunlarını da ancak zamanla iyi
kötü öğrenebildim, fakat derneklerde oyunlar dışında da faaliyetler vardı.
Özellikle Herford'da ilk andan
itibaren bana danışmanlık gibi bir görev yüklendi. Dernek yöneticileri
de dahil olmak üzere Alman Dernekler Yasası'nı bilen pek yoktu, hatta toplantılar
nasıl yönetilir diye zaman zaman yoğun tartışmalar yapılırdı. Herford'a
gelmiş Türkiye'liler genellikle köy kökenli idi. Çok az kimsenin dernekçilik
tecrübesi vardı. Benim de böyle bir deneyim yoktu, ama Alman yasalarını
okuyup hemen anlıyabildiğim için belki diğerlerden daha çabuk kavrama olanağım
vardı. Bilmediğim konular için bir Alman avukata danışabilirdim.
Öncelikle salt bilgi sağlama
temelinde gelişen işler daha sonra başka boyutlara ulaştı. Ben yönetime
girmek isteyenler arasında mevcut iktidar savaşından habersizdim. Ama verdiğim
bilgiler doğrultusunda mutlaka birinin kazanması ile sonuçlanan bir tablo
ile karşılaşıyordum. Dolayısıyla seçimlerden sonra bir taraf için mutlaka
"kötü" oluyordum. Bir kaç seçim kavga, gürültü arasında geçtikten sonra
ben ve bazı Türk arkadaşlar dernekçilik hakkında çok şey öğrendik. İnandığımız
sosyal içerikli konulara ağırlık verebilmek için oldukça yoğun kavga vermeye
karar verdik.
1975 yılında Herford'da bazı
lise öğrencilerin yardımı ile Türk öğrenciler için başlanan "ödev yardımı"
ilk önce çok başarılı oldu. Ancak her zaman parasız yardım yapacak Alman
öğrenciler bulmakta zorluk çektik. Ayrıca veliler de çocuklarında çok değişiklik
görmeyince (her öğrenci lise seviyesine gelemezdi zaten) ilgi giderek azaldı.
1976/77 yılında üniversite bitiş sınavlarıma hazırlandığım için Herford'la
ilişkimi epey azaltmak zorunda kaldım. Gelişmeleri yakından takip edemez
oldum. Zamanla Türk İşçiler Cemiyeti'nin dışında bir Spor Külübü de kurulmuştu
ve çocuklara ödev yardımı "yabancı hemşehriler" adlı bir Alman grubu tarafından
yürütülüyordu.
Bu arada Türklerle ilgilenmekle
görevli olan bir hayır kurumu, "Arbeiterwohlfahrt"
(AWO) derneğe bir yer bulmuştu. Burası bütün Türklerin buluşma merkezi
olarak düşünülmüştü. Lokalı dernek işletmekle beraber yerin asıl sahibi
AWO idi.
Üniversite hayatıma veda edip
memleketime dönünce "buluşma merkezi"nin durumu pek içaçıcı değildi. "Yabancı
hemşehriler" grubu ortada yoktu. Sabahtan akşama kadar duman altında bira
ile sarhoş olanların kağıt oynadığı bir yerde çocuklara yer yoktu, tabii.
AWO'nun tüm Türkiye'lilerin buluşma merkezi olarak açtığı yer, cemiyetin
adını taşıyordu ve nerede ise "üye olmayanlar giremez" levhası asılacaktı.
Çocuklar gibi kadınlar da yoktu, ancak kocasını arayanlar alt kattan bağırmakla
oyundan kalkamayan erkeklerin eve dönmelerini sağlıyorlardı.
Benim gibi bir çok Türk arkadaş
da bu durumdan hoşnut değildi. Ancak en küçük eleştiri Erzurum'lu Rıfat'ın
başkanlığına bir tehdit olarak algılanıyor, kendi güdümünde olan bir avuç
"fedayinin" harekete geçmesine neden oluyordu. Zamanla sözlü saldırılar
fiili saldırılar şekline dönüştü ve bilhassa evli olan arkadaşların "namus"larına
leke sürülmeye çalışıldı.
Dernek yönetimini elinde bulundurmaktan
Rıfat'ın ne gibi çıkarı vardı bilemiyorum. Fazla para "yeme" olanağı yoktu.
Belki Türkler arasında elde ettiği ünvan ona yetiyordu. Rıfat iktidarını
bırakmamak için her türlü demokratik girişime karşı çıkıyordu. Fakat sonunda
ilerici düşünceli arkadaşların büyük özverileri ile merkezde bir "devrim"
yaptık. Sosyal faaliyetleri düzenlemek üzere bir yönetim grubu oluşturuldu.
Buna işçiler cemiyetinden 2 kişi, spor külübünden 2 kişi, yabancı hemşehriler
grubundan 2 kişi ve AWO'dan bir kişi katılıyordu.
Böylece ödev yardımı dışında
kadınlar için dikiş-nakış kursu açıldı, kütüphane kuruldu ve bir ara küçük
bir grup Türkçe gazete bile çıkartmaya başladı. Rıfat ve yandaşları tarafından
saldırılar en az iki yıl daha devam edecekti, ama bizim için yeni bir kavga
bir sosyal danışmanın gelmesi ile başka alanda başlıyacaktı. Bir hayır
kurumu olarak AWO'ya Türklerle ilgilenme görevi verilmişti. Her türlü danışma
görevini yürütmek ve gerektiğinde vatandaşlara tercümanlık yapmak için
"Türkdanış" adı altında çeşitli şehirlerde bürolar açılmıştı. Temelde AWO'ya
bağlı olan memurlar, kendi aralarında ayrı bir örgütlenmeye de gitmişlerdi.
Eskiden sadece komşu şehirde, Bielefeld'de, mevcut olan "Türkdanış" Herford'da
açılmak üzere idi ve görevli olarak Sivas'lı Halit tayin edilmişti.
İlk geldiğinde yönetim grubunun
tüm demokratik girişimlerini bir anda yok saydı. Kendisinin profesyonel
olarak geldiğini söyleyerek tüm planları tek başına yapmaya ve yönetim
grubuna sadece kendi emirlerini uygulayacak insanlar olarak bakmaya başladı.
İçerik olarak arkadaş belki bizim yapmak istediklerimizi daha iyi yapabilirdi;
içki, kumar vs. işlere kesinlikle karşı idi, ama bunca özveri ile gerçek
bir buluşma merkezi oluşturan bizlere söz hakkı tanımıyordu. Bu demokratik
bir tutumla bağdaştırılması mümkün olmayan bir tavırdı. Bize göre kendisi
ancak yönetim grubunda bir üye olabilirdi ve birlikte geliştirdiğimiz projeleri
birlikte uygulamaya koyabilirdik.
Bu kavgada kendisi Bonn'daki
Türkdanış merkezini sürekli devreye sokmaya çalıştı, ancak yönetim grubunun
kendi işvereni olan AWO ile yakın dialoğu yüzünden ve yerel AWO örgütün
kolektif çalışma anlayışımızı benimsemesi sonucu Halit arkadaş da "yola
geldi".
Bu mücadeleler bana bazı ufak
deneyimler dışında pek bir şey kazandırmadı. Sosyal düşünceli olanlarla
bencil olanları, samimi ile sahte arkadaşları ayırt edebiliyordum belki,
fakat bunca "çamur" arasında "ünlü" olmam mümkün değildi. Hak mücadelesinde
kazandığımız başarılar yüzünden (örneğin kütüphanenin kurulmasından ötürü)
beni sevip sayanlar vardı. Fakat işlerini halletmek için yeteneklerimden
faydalanmak isteyen ve bunun için bana "yağ yakanlar", çoğu kez işleri
bittiğinde arkamdan "komünist" diye akıllarınca hakaret ediyorlardı. Dernekçilik
yaparak Türkçemi geliştirebildim, bazı yasal düzenlemeler hakkında bilgi
sahibi oldum, tüzük kurallarını yorumlamak, toplantı yönetmek gibi işlerde
deneyim sahibi oldum ve açıktan yalan bile söyleyen yabancı işçilerin her
zaman haklı olmadıklarını da öğrendim. Buna rağmen güçsüzlere destek olma
azmimdan bir şey kaybetmedim.
Herford'da hemen hemen tüm
sosyal işler bugün profesyonelce yürütülüyor: birinci "Türkdanış"ın yanına
ikinci bir görevli daha geldi, ayrıca sendika ile erginlerin okulu olan
(Volkshochschule) tarafından "İş ve Yaşam" adlı bir kuruluş tarafından
bir çok seminerler düzenleniyor. 1990 yılından sonra Almanya'da sosyal
konulara ayrılan fon azaldığı için Türkdanışın olanakları azaltıldı. Artık
Herford'da tek bir görevli ile işler halledilmeye çalışılıyor. Cemiyet
ve derneklerden, sadece iki tane camii yaşatma girişimi kaldı ki birinde
mücadelemizde en ön sırada kavga eden ve eski TİP'li olan Şaban arkadaşım
uzun süre yönetimde bulundu ve iki cemiyetin birleşmesinde büyük katkısı
oldu. Onun dışında bir sürü kahve yeri açıldı. Oraya eskisine nazaran farklı
nesiller, farklı hemşehriler grupları uğrar ve şu ya da bu şekilde işlerine
görürler.
MÜLTECİLER
1960'lı yılların başında Almanya'ya
gelmeye başlayan göçmen işçileri 1970'li yıllarda ilticacılar takip etti.
Son yıllarda şüphesiz en büyük bölümünü Alman asıllı olarak kabul edilen
Polonyalılar, Macarlar ve Ruslar oluşturuyor. Ancak İran, Türkiye ve çeşitli
Afrika ülkelerinden, yani kısacası üçüncü dünya ülkelerinden gelenler de
az değil.
Bunların arasında dar anlamda
"siyasi" gerekçelerle gelenler azınlıktadır. Sonuçta mülteci statüsü kazananların
oranı ise % 5 civarındadır. "Ekonomik" nedenlerle gelenler daha çoktur.
1973 yılında Almanya'ya yurtdışından işçi alımı durdurulduktan sonra anlaşma
yapılan ülkelerden (Anwerbeländer) ancak aile birleştirmesi temelinde insanlar
gelebiliyordu. Bu olanaktan yoksun olanlar, Almanya'yı zenginlik kapısı
görenler için "iltica"ya başvurmaktan başka bir çare yoktu.
Federal Almanya'da hala anayasal
bir hak olarak tanınan mültecilik statüsü "etnik, dini ya da siyasi nedenlerden
ötürü kendi devletinde yaşamları ya da özgürlükleri somut bir tehlike"
altında bulunan kimselere verilir. Anayasal bir hak olduğu için ilk sorguda
(tek bir memurun karşısında yapılan "Anhörung") bu kıstaslara göre yeterli
görülmeyenler (reddedilenler) mahkemeye başvurma hakkına sahiptirler.
1970'li yılların başında başvuranlar
birden çoğalınca, kurulmuş sistemin yavaş işlemesinden ötürü hemen hemen
hiç bir gerekçesi olmayanlar bile işlemlerin uzun sürmesi nedeniyle 5 hatta
8 yıl Almanya'da kalabiliyorlardı. Bu zaman zarfında kaçak dahi olsa ufak
defek işler bulup bir kaç mark biriktirip, memleketlerine "zengin" olarak
dönen tek tük insanlar yüzünden yüzbinlerce kişi "şanslarını deneme" cesareti
buldu.
Yaşam ve özgürlükleri gerçekten
tehlikede olanlar da vardı. Türkiye'den gelenler arasında bunların sayısı
12 Eylül 1980 tarihinden sonra birden çoğaldı. Bunlar, sığınma talepleri
reddedilip ülkelerine geri gönderildikleri takdirde salt düşüncelerinden
ötürü cezaevlerine atılıp, işkenceden geçirilebilirler, hatta idam bile
edilebilirlerdi.
Elbette gelen mültecileri
"ekonomik" ve "siyasi" diye ayırmak pek doğru bir yöntem değil. Çünkü geçim
derdine düşmüş insanların başında yoksulluklarından sorumlu olan yönetimler
bulunuyor. Hatta zengin Batılı ülkeler üçüncü dünyanın geri bıraktırılmışlığından
sorumlu sayılırlar. Fakat Türkiye'den üç misli daha küçük olan Federal
Almanya'nın, yeryüzünde zor durumda olanları barındırması, hepsine iş ve
geçim kaynağı sağlaması pek mümkün görülmüyor. Doğu ve Batı Almanya'nın
birleşmesinden sonra birden artan işsizlik karşısında hiç bir yabancıyı
ülkeye sokmak istemeyen siyasetçiler gittikçe çoğalmaktadır.
Onlara göre davaların uzun
sürmesinden cesaret alan kimseleri teşvik etmemek için her şeyden önce
işlemleri hızlandırmak gerekiyor. Bu nedenle bir davayı 8 yılda karara
bağlayan mahkemelerin yerine "idare mahkemeler"de ihtisas heyetleri oluşturuldu
ve davaların bir ya da iki yıl içinde sonuçlandırılmasına çalışıldı. Sorun
gerçi orada bitmiyordu. "Uzman" memurların ve sonra "uzman" mahkemelerin
doğru karar verebilmeleri için çok yönlü eğitime ihtiyaçları vardı. Çoğunlukla
tek bir ülkeden gelenlerle ilgilenmiyorlardı. Zaten tek bir ülke ile ilgilenseler
bile, örneğin Türkiye hakkında gerekli olan her bir şeyi bilmek oldukça
zordu. Sosyaldemokrat olan bir vatandaş, yani CHP'ye üye olduğunu söyleyen
bir kişi Türkiye'ye geri gönderildiğinde zor duruma düşer miydi, yasadışı
bir örgüte üye olduğunu söyleyen bir başkası acaba başına gelenleri abartıyor
muydu? Tüm bunları tespit edebilmek için özel bilgiye, yeteneğe, yani uzmanlığa
gereksinim vardı.
Gelen mülteciler bu konuda
mahkemelerin görevini kolaylaştırmıyorlardı. 99 çeşit isim altında Türkiye'de
faaliyet göstermiş örgütlere mensup kişiler, cezaevlerindeki arkadaşlarını
zor durumda bırakabilecek herhangi bir bilgi vermekten kaçındılar. İşkence
altında vermemeye kararlı oldukları örgüt hakkındaki bilgileri Alman mahkemeleri
önünde gönüllü olarak anlatmayı uygun bulmuyorlardı. Bağlı bulundukları
örgütlerinden Almanya'da temsilcileri varsa da bunların büyük bir
bölümü militanların "basit" dertleri ile uğraşmadılar, yani iltica işlemi
hakkında gerekli bilgiler kimseye verilmedi. Bazılar ise gizli örgütlerde
üye kayıt fişi olmamasına rağmen para kazanmak için üye fişleri veya başka
sahte belgeler düzenleyerek her başvuru sahibine sahtekar gözü ile bakılmasına
da neden oldular.
Türkiye'den gelenler genellikle
"azül" (Asyl) sözcüğünden başka bir şey bilmiyorlardı. Bir avukata gittiklerinde
siyasi konularda bilgi sahibi olan tercüman bulmak bile sorun oluyordu.
Ben bir, iki istisna dışında "mültecilerle" ancak ilk red kararı geldikten
sonra, mahkeme aşamasında karşılaşıyordum.
Herford'dan 40 kilometre uzaklıkta
bulunan Minden İdare Mahkemesi'nde geniş bir bölgeden gelen iltica davalarına
bakıyordu. Başlangıçta 3 heyet Türkiye'den gelen davalara bakardı. Ancak
daha sonra bir heyet uzmanlaşıp, tüm davaları üzerine aldı. Çağırdıkları
tercümanlar arasında ben de vardım ve her biri ayrı bir dram olan davalarda
çok ilginç örneklerle karşılaştım.
1979/1980 yılında gelmiş olanların
arasında, şiddet uygulayan örgütlere mensup kişiler örgütlerinin adını
vermek istemezlerdi, çünkü "terörist" damgası yapıştırılıp, "adli suçlu"
olarak geri gönderilmekten çekiniyorlardı. Daha sonra verilen bazı örnek
kararlara bakılırsa aslında çok haksız oldukları da söylenemez. Ancak ilk
yıllarda böyle bir korkunun haklılığını iddia etmek pek mümkün değil.
Haziran 1979 yılında Münster
şehrine gelmiş bir genç, Devrimci Yol örgütüne yakınlık duymasına rağmen,
dilekçesinde barışçıl yöntemlerden yana olan İlerici Gençlik Derneği'ne
(İGD) üye olduğunu söylemiş. Davasını kazanmak istediği için üyeliğini
İGD dergilerini bularak kanıtlamak istedi. Mahkemeye sunduğu "İlke" dergilerinin
sonuncusu Aralık 1979 yılına aitti. Dergileri okuyup okumadığını bilmiyorum,
ama mahkeme heyeti örgüt hakkında bazı şeyler sorduğu zaman (örneğin "başkanı
kimdi"? diye) epey bocalıyordu ve örgütün politikasını daha çok ayrı bir
örgüte mensup olanın yapacağı eleştirel bir bakış ile anlatıyordu. Fakat
mahkeme heyeti bu konuya fazla önem vermedi.
Sonra heyet, dergileri nasıl
bulduğunu sordu. Genç, bu kez de "ben bunları Türkiye'den beraberimde getirdim"
demez mi? Daha önce binbir zorlukla, sahte pasaport ve bunca korkular içinde
ülkesinden kaçtığını iddia eden bir adam bu kez kendisine asıl zor durumda
bırakabilecek dergileri bu tehlikeli yolculuğunda beraberinde getirdiğini
iddia ediyordu. Daha önemlisi Türkiye'den kaçtığı zaman son dergiler basılmamıştı
bile. Elbette bunlar mahkeme heyetinin gözünden kaçmadı ve bundan sonra
arkadaş "ağzı ile kuş tutsa" bile kimseyi inandıramazdı. En iyi tercüman
bile onu kurtaramazdı ve mahkeme onun dilekçesini reddetmek zorunda kaldı.
Genç adam sonra ne yaptı, bilemiyorum. Belki başka bir ülkeye gitti, belki
doğrusunu anlatan ikinci bir dilekçe verdi, ama o gün suçunun en büyüğünü
işledi, yani yalan söylemekle tüm inanılırlığını yitirdi.
Bir kişiye inanmamak için
mahkemelerde ikinci önemli kıstas da "ilaveli anlatım" şeklinde, hukuk
dilinde "abartılı anlatım" (gesteigertes Vorbringen) olarak bilinir. Ona
bir örnek Bielefeld kentine gelmiş bir gencin davasında gördüm.
Bu arkadaş İskenderun'da Halkın
Kurtuluşu içinde faaliyet göstermiş. Üst düzey sorumlusu değil, sadece
derneklerinde çay satmış ve bazı küçük eylemlerde bulunmuştu. Adam Almanya'ya
ilk geldiği zaman Kürtler'in daha kolay mülteci statüsünü kazandıklarını
duymuş ve sadece Kürt olduğundan dolayı iltica hakkını talep etmişti. Tek
memur önünde ilk ifadesinde buna bir de Alevilik eklemiş. Bu şekilde davası
reddedilince her ikisinin yeterli olmadığını anlamış ve bir de sendikacılık
yaptığını söylemişti.
Mahkemeye geldiği zaman Demir
Çelik işletmelerinde faaliyet gösteren bir sendikaya mensup olduğu için
takip edildiğini savunuyordu. Ancak sendikal konularda bilgisi zayıf olduğu
gibi, mahkeme heyeti haklı olarak o sendikaya karşı herhangi bir davanın
açılmadığını, yani kendisi için herhangi bir tehlikenin bulunmadığını belirtti.
Bu kez davasını kaybedeceğini açık olarak hisseden genç, arka tarafta oturan
arkadaşlarına dönüp "ne yapayım?" diye baktı, avukatı duruşmaya ara verilmesini
sağladı ve ben Halkın Kurtuluşu taraftarları arasında hiddetli tartışmalara
tanık oldum. Bir kısım onun gerçek örgüt adını vermesinden yana idiler,
bir başka kısım sürekli karşı çıkıyordu.
Sonuçta genç, bağlı olduğu
örgütün adını vermeye karar verdi, ancak mahkeme heyetinin şüphelerini
dağıtamadı. Zaten ikinci büyük suç işlemiş oldu: abartılı anlatımla kendisi
inanılmaz duruma düşmüştü. Sorgunun devamında gerçi biraz daha rahat davranabildi,
kahveye yapılan baskın sırasında kendisinin pencereden nasıl kaçtığını
canlı canlı anlatabildi, ancak heyecan hala üstünde idi. Mahkeme heyeti
bu kez lokalinin adresini sorunca sokak mumarasını 2 ve kat numarasını
6 olarak verdi ve bir ara altıncı kattan atlayıp kaçtığını ciddi ciddi
savunmaya kalktı. Kat ve sokak numaraların ters sırasıyla söylediğini çok
geç hatırlıyabildi.
Doğal olarak mahkeme bir "red"
kararı daha verecekti, ancak anlayışlı bir heyet olduğu için son kararını
vermeden önce benden bir bilirkişi raporu istedi. Arkadaşı kurtaran her
halde o rapor oldu, çünkü "Alternatif Türkiye Yardımı" adlı kuruluşun arşivinde
Hatay ve İskenderun Halkın Kurtuluşu davasında gencin bahsettiği sendikanın
başkanı ve yöneticileri de vardı, yani sendikacı olarak değil yasadışı
bir örgüt mensubu olarak yargılanıyorlardı. Onlardan gencin adını veren
olduysa onun da eğer geri gönderilirse aynı şekilde işkenceli sorgudan
geçme olasılığı vardı. Ayrıca uzun yıllar cezaevinde kalması söz konusu
olabilirdi. Bu nedenle ona mülteci statüsü tanındı.
Başka bir dramı gene Halkın
Kurtuluşu'na mensup başka bir kişinin davasında yaşadım. O arkadaş daha
tecrübeli idi, ama o da başlangıçta Halkın Kurtuluşu'ndan bahsetmemişti.
Onun yerine iddia edebileceği önemli bir başka konu vardı. Öğretmen olan
arkadaş, TÖB-DER içinde bir Karadeniz şehrinde faaliyet göstermişti. Mahkemede
davasını kuvvetlendirmek için TÖB-DER başkanı Gültekin Gazioğlu'nu da tanık
olarak gösterdi.
Daha önce başka toplantılarda
karşılaştığım Gültekin Bey beni çok zor bir çevirmenlik görevi ile karşı
karşıya bıraktı. Sorguda, önce Ankara'da sadece 52 TÖB-DER'li hakkında
dava açıldığı, üst yönetiminden olmayanlar için herhangi bir tehlikenin
olmadığı hususu tartışıldıktan sonra bir ara başvuru sahibi TÖB-DER bünyesinde
başkanı ile muhalefet halinde olduğunu beyan edince Gültekin Gazioğlu'na
hangi örgütten olduğunu soruldu. Mahkemelerde deneyimli olan Gültekin Bey
TSİP'e üye olduğunu, arkadaşın ise Halkın Kurtuluşu örgütüne bağlı bulunduğunu
çekinmeden anlattı. Bu kez çok ciddi değilse bile birden mahkeme heyeti
"bu örgüt terörist bir örgüt değil mi?" diye ikinci bir soru ekledi.
O anda Gültekin Gazioğlu'nu
seyretmek gerçekten değerdi. Mahkeme salonunda olduğunu unutup, meydanlarda
konuşma yapan bir lider gibi nutuk çekmeye başladı ve Türkiye'de bu kıstasların
farklı yorumlanması gerektiğini, onbinlerce kişiyi meydanlara getirebilen
örgütlerden terörist diye bahsedilemeyeceğini vs. uzun uzun anlattı. Gerçi
bütün konuşması belki 5 dakika idi, ama böyle hararetli bir konuşmayı nasıl
çevirecektim? Kendimi konuşmadan tamamen soyutlayıp "tanık şu görüşleri
savunur" diye bir özet yapabilirdim. Ama bana göre çevirmenin görevi konuşulanları
olduğu gibi aktarmak olduğu için ben de gözümü yumup, mümkün olduğu kadar
aynı ses tonu ile benzer bir "nutuk"u Almanca olarak atmaya çalıştım. Ne
kadar başarılı olduğumu bilemem ama o arkadaşa hemen o gün mülteci statüsü
tanındı.
Onbinlerce mültecinin her
birisi buna benzer dramlar yaşamıştır ve çok azı olumlu sonuçlarla bitmiştir.
Yalnız işçiler için de geçerli olan bir olgu bunlar için fazlasıyla geçerlidir.
Türkiye'den kopuk yaşamaları, siyasi ortamın yokluğu derin bunalımlara
girmelerine yol açar ve bir çokları Avrupa'nın rahat yaşamında kişisel
bataklıklarda kaybolup gitmektedirler.