Helmut Helmut Oberdiek * 18.9.1947 — † 27.4.2016
dictionary  HH'de oturan, HF'lu olan HO'nun kütüphanesi
Kitabım Wikim Sergim Arşivim Eklerim
01 02 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14

İŞÇİLER - GÜÇLÜLER

Alt bölümler:
Dernekçilik
Mülteciler

Önce tarım alanında uğraşan, sonra 3 dönümlük tarlası yeterince ürün vermediği için mobilya firmasında hayatını kazanan bir adamın çocuğu olarak üniversiteye kadar gelebilmiştim. Benim gibi köylü vatandaşların üniversitede başarı şansı olduğuna hala inanamıyordum. İlkokul dördüncü sınıfından sonra ilk-orta-lise diye ayrılan öğrenim yolunda, ancak varlıklı ailelerin çocukları okur diye liseye gitmek istememiştim. Anne ve babam dersimde bana yardımcı olamıyorlardı. Abim ve ablam ilkokula devam ediyorlardı. Sınıf öğretmenim büyüklerimi ve beni sıkıştırmasaydı ortaokula bile gitmiyecektim.
Ortaokulun bitiminde, en iyi öğrencilerin lise diploması alabilmeleri için düzenlenmiş bir geçiş programına dahil oldum. Sınıfta bulunan 27 öğrenciden 9'u daha ilk yıldan sonra okulu terk etmek zorunda kaldılar, fakat ben "takılmadan" (Kenan Evren'in Anılarında dediği gibi "sınıfta dönmeden") programı bitiren 12 öğrenci arasında yer aldım. Üniversitede okuyacak ve öğretmen olma şansımı deniyecektim. Okul tatillerinde düzenlenen çocuk kamplarında yaptığım idarecilikten ötürü ders gördüğüm öğretmenlerden daha iyi bir eğitmen olacağımdan emindim.
Babam bu arada hastalıktan emekli olmuştu ve başka gelirimiz de yoktu. Tarladan ancak süt verecek ineğe ot, ekmek yapmak için buğday ve yiyeceğimiz kadar patates çıkıyordu. Batı Almanya'da yeni yeni oluşturulan burs sistemi olmasaydı zaten okuyamazdım, çünkü tatillerde kazandığım paralar beni bir yıl boyunca idare etmiyordu. Kendimi yarı işçi, yarı köylü çocuğu sayıyordum ve belki bundan dolayı kendimi Türkiye'li işçilere yakın hissediyordum. Aslında Tübingen'de fazla işçi yoktu, şehirde öğrenciler çoğunlukta idi. Türkiye'den gelen bir kaç işçi, şehirde bulunan 3, 4 firmanın dışında bir de 25 kilometre uzaklıkta Böblingen kentindeki Mercedes firmasında iş bulmuşlardı. Tübingen'de kurulmuş "Türk Kültür ve Spor Derneği"nde daha çok iyi bir işte çalışanlar (örneğin otobüs şoförü olanlar) toplanırdı, diğer işçiler danışmak için uğrardı.
Üniversite yıllarımda doğduğum yer Herford'la ilişkim hep devam etti. Bu şehirde mobilya işleri dışında tekstil ve metal firmalarında çalışan bir çok Türkiye'li vardı. Ben sadece okul tatillerinde çalıştığım işyerlerindeki Türklerle ilişki halinde değildim, Herford'daki "Türk İşçiler Cemiyeti"nde faaliyet gösterenleri de yakından tanıyordum.
Hem Tübingen, hem Herford'da her zaman ufak defek tercümanlık işlerim oluyordu. Düşük ücret alan işçilerden para kabul etmediğim için cebime ya bir paket sigara sokuyorlar, ya da "büyük iş" hallettiğim zaman yemeğe davet ediyorlardı. Profesyonel çevirmen değildim. Başlangıçta sadece "Tarzanca" dilini diğer Almanlardan daha iyi anlayıp, onu düzgün bir Almanca haline getiriyordum. Önce doktorda sıra beklerken arkadaşlık etme şeklinde gelişen "tercümanlığım" yavaş yavaş bir hak mücadelesine dönüştü. Ailesini getirmek isteyenlere karşı bir çok engeller çıkartılıyordu. Ev sahipleri ile çıkan sorunlarda, hatta zaman zaman işveren ile ücret veya çalışma koşulları nedeniyle çıkan ihtilaflar gibi bir çok konuda çevirmenlik yaptığımdan ötürü ister istemez taraf olmak zorunda kaldım.
Kökenimde köylülük ve işçilik yattığı için sömürülen, ezilen ve güçsüz durumda olan işçilerden yana tavır almam sorun olmuyordu. Üniversitede '68 kuşağının bıraktığı mirasta işçilerin sorunlarının nasıl ele alınacağına dair yeteri kadar teorik görüş de elde etmiştim. Kapitalistlerin artı değere sahip çıkararak, işçilerin sırtından geçindiklerini Karl Marx'tan daha basit anlatan bilim adamlarından da öğrenmek mümkündü. Ancak ben ve başka arkadaşlar konuya daha çok pratik açıdan yaklaşıyorduk. Örneğin sosyal konulara eğilen bir çalışma grubu ile bir taraftan Yunan Albaylar Cuntasına karşı bir takım eylemler yaparken, aynı zamanda Almanya'daki yabancı işçilerin sorunlarına da sahip çıkıyorduk. Bildirilerimizde bir Alman çoban köpeğine yasa gereğince 16 metre karelik yer zorunlu gösterilirken dışarıdan getirtilen işçi başına 12 metre karelik bir yerin yeterli gösterilmesi gibi somut konulara yer veriyorduk.
Bu hususta yabancılarla olan dialoğumuzu geliştirmek genellikle bana düşerdi. Ancak Türkiye'li işçilerin kendi sorunlarına fazla sahip çıkmadıkları da bir gerçekti. Çünkü türlü zorluklarla elde ettikleri işyerlerini kaybetmekten, baraka şeklinde inşa edilmiş firma lojmanlarından atılmaktan korkuyorlardı.
Bu yüzden çalışmalarımızda daha çok Türkiye'den gelen aydın kesim ile, yani öğrencilerle birlikte olduk. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerine karşı düzenlenen yürüyüşte öncülük yapmış Türkiye'li öğrenciler de o dönemde aralarında bilimsel sosyalizmi tartışıyorlardı. Aynı zamanda Garbis ve benim gibi Türk Kültür ve Spor Derneğinde işçilere bedava tercümanlık işleri yapanlar da vardı.
Günün birinde Tübingen'in bir köyünden iki işçi arkadaş geldiler ve dernekten yardım talebinde bulundular. Bir önceki gün, Cuma gününde, işyerlerinde yapılan bir toplantıda sözcü olarak kabul ettikleri bir arkadaş işten atılmıştı. Buna karşı yüksek sesle bağıran bir başka arkadaş hemen arkasından atılmıştı. Diğerler buna seyirci kalmak istemiyorlardı. Ne kadar olsa arkadaşları hepsini savundukları için atılmışlardı. Küçük plastik firmasında çalışan 35 kişiden 33'ü Türkiye'den idi ve hep birlikte olsalardı belki bir hak iddia edebilirlerdi.
Dernek temsilcileri bu duruma pek eğilmedi. Hafta sonunda istirahat edeceklerdi belki. Belki de resmi Alman çevrelerle karşı karşıya gelmek de istemiyorlardı. Doğal olarak "iş" biz öğrencilere düştü. Başka hiç bir yerde görmediğimiz bir militanlıkla işçiler süresiz greve girmeyi öneriyorlardı. Yasal mıydı, değil miydi, bununla kimse ilgilenmiyordu. Bu durum bizi çok heyecanlandırdı. Kapitalizm "laneti"ni yenmek için, küçük küçük haklar elde edebilmek için işçilerin greve gitmelerinden başka çareleri yoktu. Elbette buna sınıf bilinci şarttı ve örgütlü olmaları gerekirdi. Küçük firmada 33 kişi tek vücut haline gelmiş, en sıkı örgüt gibi birlik halinde hareket ediyorlardı ve bize göre "zafer" yakındı.
Firmada daha önceki gelişmelerden haberimiz yoktu. Sendikanın yeri 50 kilometre uzaktaki Stuttgart'ta idi ve doğru dürüst ilişki sağlıyacak kimse yoktu. Zaten işçilerin çoğu sendikaya üye değildi. İşveren de kendi sendikasına üye değildi. Üniversitede faaliyet gösteren bazı irili ufaklı siyasi gruplar bir kaç gün içinde konuya sahip çıktılar. Bir sürü bildiri hazırladılar. Topluca köye gidip orada bildiri dağıtılmaya başlanmıştı bile.
Firma küçük olmasına rağmen, 10 yıl içinde üretimini epey artırmıştı. Patron, kişi olarak köyde sevilmemesine rağmen ödediği vergilerle köye çok faydası dokunuyordu. Bu nedenle bildiri dağıtma eylemimiz pek başarılı olmadı. Zaten tecrübesiz işçilere sadece bildirilerle destek göstermek yeterli değildi. Grevin daha birinci gününde iki işçi daha işten atıldı ve sendika temsilcileri arabuluculuk yapmaya söz verince hemen grevden vazgeçildi. Bir hafta içinde çözüm bulamayınca işçiler bu kez işi yavaşlatma eylemine başladılar. Buna karşı patron ikinci haftanın sonunda iki işçi daha işten attı. Stuttgart kentinden gelen sendikacılar iki gün süren görüşmeler sonunda çalışma koşullarında yasanın öngördüğü bazı düzeltmeler sağlıyabildiler, ama altı kişinin işe dönmelerinde başarılı olamadılar. Patron kesinlikle hayır diyordu. Bu konu iki ay sonra iş mahkemesinde görüldü ve ancak o zaman sendika, öğrenci ve işçiler arasında kurulan dialog sayesinde dört kişinin işe dönmeleri sağlanabildi, diğer iki kişi tazminat ile işten ayrılmak zorunda kaldılar.
Kendiliğinden oluşmuş bu eylemden başarılı mı çıktık, yoksa yenildik mi pek belli değildi. Aynı zamanda dünyanın bir çok yerinde ve hatta Almanya'nın bazı kentlerinde işçiler şanlı direnişler gösteriyorlardı ve bizim küçük deneyimiz onun içinde sadece bir tane idi. Fransa'da işçiler bir firmanın yönetimi ele geçirip iflas eşiğinde olan işyerlerini patronsuz yönetiyorlardı. Almanya'da 1973 yılında Türkiye'li işçilerin öncülüğünde Köln şehrinde ünlü Ford grevi gerçekleşiyordu.
Bu grev de sendikanın iradesi dışında gelişti. Almanya ve kapitalist dünya yeni bir ekonomik krizin karşısında iken sendikalar o dönemde çok ılımlı taleplerle (% 3 ya % 4 gibi küçük zamlar şeklinde) durumu idare etmeye çalışıyorlardı. Buna karşı bazı militan çevrelerin etkisi ile de işçiler, herkesin saat ücretine "1 mark zam" yapılması talebi ile zaman zaman işyerinin işgali şeklinde de süren grev ile büyük bir zafer kazandılar. Gazete ve bildirilerden öğrendiğimiz olay içinde o zaman gözden kaçan küçük bir olay vardı. Grev liderlerinden olan Baha Targün ve iki arkadaşı meydanda işçilere hitap ederken sendika liderleri firmanın yönetim katındaki pencereden kitlelere seslenip, grev liderlerini "bunlar komünist" diye karalamak isterken, kitle "komünist sizsiniz" diye bağırmıştı.
Burada bir terslik vardı. Marksist-Leninist doktrin ve eşitsizliği ortadan kaldıracak olan bilimsel sosyalizm ile tarihsel materyalizme göre bilinçlenip örgütlenen işçi sınıfı çeşitli kitlesel eylemleri ile devrim yapıp özel mülkiyete yer olmayan sosyalizmi kuracaktı. Üretim ilişkisinde, yani altyapıda sağlanan eşitlik ilkesi hukuk ve devlet gibi üstyapı alanlarına da yansıyıp sosyalizm döneminde "işe göre ücret" uygulaması yerine devlet aygıtına lüzum kalmadan komünizm aşamasında herkesin "gereksinimine göre" ortak refah dağıtılacaktı.
Köln Ford fabrikasında gücünü gösteren binlerce işçi örgütlü hareket ettiklerine göre bilinçli olmaları gerekirdi, fakat gösterdikleri mücadelenin nihai hedefini bilmiyormuş gibi satılmış sendika ağalarına karşı övgü kaynağı olması gereken bir sözü hakaret olarak kullanıyorlardı.
Aynı yıl sonbahar tatilimde ben gene SULO firmasında çalıştım. Alman ile yabancı işçiler arasındaki ilişkilerde herhangi bir düzelme gözlemlemek mümkün değildi. Birbirinden ayrı durmaları dışında bu kez başka hoşnutsuzluklar da gelişmişti. Gelen yabancılar kısa dönemde çok para kazanıp, memleketlerinde sosyal merdivende bir kaç basamak yukarıya çıkma arzusunda oldukları için ellerine fazla para geçecek işleri seçiyorlardı. Bu yüzden tane hesabına, yani "akort" sistemine göre çalışmayı tercih ediyorlardı.
Normal hızla çalışıldığı zaman saniyesiyle ölçülmüş parça sayısı % 100 olarak belirlenmişti ve normal saat ücreti kadar para veriliyordu. Ancak daha hızlı çalışıp her saat başında daha fazla para kazanmak mümkündü. Yabancıların bilmediği bir konu ise, belirli bir düzeyi geçtikten sonra "akort şefi" gelip çok hızlı çalışan birisinde saat tutup normu yükseltiyor ve sonuçta % 100 iş çıkartmak için çok daha hızlı çalışmak gerekiyordu. Genç yabancı kadın ve erkek çok hızlı çalıştıkları için % 100 "iş" için istenilen tane miktarı, yani "akort" seviyesi zamanla o kadar yükseldi ki bir çoğumuz, hele yaşlılar için "akort" ile saat ücreti kadar para kazanmak artık mümkün değildi.
Buna iyi bir örnek, kaynak yapıldığı çöp arabaları kısmında görülüyordu. Giresun'lu ve Kayseri'li genç işçiler arasında görülen rekabet yüzünden "akort" seviyesi öyle bir duruma getirilmişti ki iki Alman dışında sadece Türkler orada çalışıyorlardı. Onlar için de tam randıman çıkartmak çok zordu. Özellikle bir vardiyada Alman ustabaşının ters davranması da buna eklenince (makinalar bozuk olup üretim durduğu zamanı saat ücreti kayıt etmiyordu örneğin) işçilerin çalışma koşulları dayanılmaz duruma gelmişti.
Bir sendika temsilcisine aktardığım bu durum daha sonra bir işyeri toplantısına neden oldu ve o zamana dek firmadan ayrılmış olmama rağmen belki anlaşma sağlıyabilir diye firma tarafından çevirmen olarak çağırıldım. Daha önce bunca şikayetleri dile getiren işçiler, zaman zaman greve gidebileceklerini de ifade eden arkadaşlar bu kez toplantıya gelip dertlerini anlatmak istemediler. Herkes, ustabaşı duyar ve işlerini daha da zorlaştırır diye endişe ediyordu. Konuşacak olanların işten çıkartılmıyacağı, toplantıda geçen saatlerin ücret olarak ödeneceği konusunda firmanın söz vermesine karşın ancak 2 arkadaş gelme cesaretini gösterebildi. İşçilerin direnişi sıfır olduğunu gören yönetim, sonuçta sadece ustabaşı ile konuşmaya karar verdi, fakat bozulmuş "akort" sisteminin düzeltilmesinde herhangi bir adım atılmadı.
Bu toplantı, benim doğrudan müdahale ettiğim son firma ihtilafı olacaktı. Daha sonra ancak işten atılmış kişilerin davalarında mahkeme tercümanı olarak bulunacaktım, çünkü bir işçi olarak doğrudan sendikal mücadeleye katılmam olanaksızdı. İşyeri temelinde 1973'ten sonra ister Alman işçileri ister yabancı işçiler tarafından kayda değer herhangi bir direnişe rastlamadım. Ancak 1 Mayıs Emek Bayram'ında çeşitli kentlerde yapılan yürüyüşlerde Türkiye'lilerin her yıl en önde yürüdüklerini görmek mümkün. Bu, her halde 1 Mayıs'ın Türkiye'de yasak olmasından ve sürekli olaylara yol açmasından kaynaklanıyor olsa gerek.

DERNEKÇİLİK

Almanya'nın en küçük yerleşim merkezine kadar Türkiye'liler cemiyet, dernek, ocak ve bir sürü başka isimler altında örgütlenmiş durumdadırlar. Dini duygulardan hareketle, hemşehrilik bağlarını muhafaza etme arzusuyla ya da spor faaliyetleri temelinde kurulan bu derneklerde bazı ortak nitelikler gözlemlemek mümkündür.
Hepsi şu ya da bu ölçüde vatandaşların günlük dertleri ile uğraşırlar. Genellikle danışmanlık ya da tercümanlık gibi hizmetleri vardır. Bu, taraftar ve üye kazanmak için yapılıyorsa da aslında belli bir dayanışma gösterisidir de, çünkü hizmetler ucuz ya da bedava verilmektedir. Dernek lokalleri, uğrayanların aralarında deneyim alışverişinde bulundukları yerlerdir. Biraz fazla bilgi sahibi olanlar diğerlerine yardım ederler. Bunun dışında vatandaşlara başka hizmetler de sunulur. Örneğin berber, araba tamircisi gibi "uzman"lar burada geçinecek kadar iş her zaman bulabilirler.
Birbirinden çok farklı temellerde kurulmuş derneklerin bir başka ortak yanı da aşiret yapısına benzer bir modele göre örgütlenmiş olmalarıdır. Bir nevi, İstanbul'da kurulmuş olan "Konyalılar Yardımlaşma Derneği"ne benzerler. Genellikle Almanya'da tek bir ilden gelenler dernek kurup ona göre isim konulmamakla beraber hemen hemen hepsi dar bir hemşehri grubuna dayanırlar. Seçimlerde ne kadar hemşehri varsa geniş bir bölgeden "dolmuşlarla" getirilir. Bir gün için dahi olsa üye yapılır ve ona göre başkan belirlenir. Çoğu zaman bu şekilde seçim kaybedenler (örneğin Karadenizlilerin Doğululara karşı) ayrı bir dernek kurdukları da olmaktadır.
Bu tür derneklerde aslında benim gibi "gavurlara" pek yer yoktur. Almanlar ancak büyük eğlencelerde ya da resmi toplantılarda özel konuk olarak görülürler. Alman makamlarından dernek kurulmasına izin alınacaksa ya da başka türlü maddi ve manevi destek gerekiyorsa belediye başkanı, hatta yabancılar polisinin başkanı gibi kişiler çağırılır, benim gibi sade vatandaşlara ise ancak tercümanlık işi düşer.
Biraz Türkçe bildiğimden ötürü fabrikalarda ya da barakalarda tanıştığım Türk arkadaşlar kendi dünyalarını bana daha yakından gösterebilmek amacıyla derneklerine götürüyorlardı. Burada beni tanıştırabilecekleri başka arkadaşları da vardı. Gerçi ben tavla ustası değildim, konken ve kağıt oyunlarını da ancak zamanla iyi kötü öğrenebildim, fakat derneklerde oyunlar dışında da faaliyetler vardı.
Özellikle Herford'da ilk andan itibaren bana danışmanlık gibi bir görev yüklendi. Dernek yöneticileri de dahil olmak üzere Alman Dernekler Yasası'nı bilen pek yoktu, hatta toplantılar nasıl yönetilir diye zaman zaman yoğun tartışmalar yapılırdı. Herford'a gelmiş Türkiye'liler genellikle köy kökenli idi. Çok az kimsenin dernekçilik tecrübesi vardı. Benim de böyle bir deneyim yoktu, ama Alman yasalarını okuyup hemen anlıyabildiğim için belki diğerlerden daha çabuk kavrama olanağım vardı. Bilmediğim konular için bir Alman avukata danışabilirdim.
Öncelikle salt bilgi sağlama temelinde gelişen işler daha sonra başka boyutlara ulaştı. Ben yönetime girmek isteyenler arasında mevcut iktidar savaşından habersizdim. Ama verdiğim bilgiler doğrultusunda mutlaka birinin kazanması ile sonuçlanan bir tablo ile karşılaşıyordum. Dolayısıyla seçimlerden sonra bir taraf için mutlaka "kötü" oluyordum. Bir kaç seçim kavga, gürültü arasında geçtikten sonra ben ve bazı Türk arkadaşlar dernekçilik hakkında çok şey öğrendik. İnandığımız sosyal içerikli konulara ağırlık verebilmek için oldukça yoğun kavga vermeye karar verdik.
1975 yılında Herford'da bazı lise öğrencilerin yardımı ile Türk öğrenciler için başlanan "ödev yardımı" ilk önce çok başarılı oldu. Ancak her zaman parasız yardım yapacak Alman öğrenciler bulmakta zorluk çektik. Ayrıca veliler de çocuklarında çok değişiklik görmeyince (her öğrenci lise seviyesine gelemezdi zaten) ilgi giderek azaldı. 1976/77 yılında üniversite bitiş sınavlarıma hazırlandığım için Herford'la ilişkimi epey azaltmak zorunda kaldım. Gelişmeleri yakından takip edemez oldum. Zamanla Türk İşçiler Cemiyeti'nin dışında bir Spor Külübü de kurulmuştu ve çocuklara ödev yardımı "yabancı hemşehriler" adlı bir Alman grubu tarafından yürütülüyordu.
Bu arada Türklerle ilgilenmekle görevli olan bir hayır kurumu, "Arbeiterwohlfahrt" (AWO) derneğe bir yer bulmuştu. Burası bütün Türklerin buluşma merkezi olarak düşünülmüştü. Lokalı dernek işletmekle beraber yerin asıl sahibi AWO idi.
Üniversite hayatıma veda edip memleketime dönünce "buluşma merkezi"nin durumu pek içaçıcı değildi. "Yabancı hemşehriler" grubu ortada yoktu. Sabahtan akşama kadar duman altında bira ile sarhoş olanların kağıt oynadığı bir yerde çocuklara yer yoktu, tabii. AWO'nun tüm Türkiye'lilerin buluşma merkezi olarak açtığı yer, cemiyetin adını taşıyordu ve nerede ise "üye olmayanlar giremez" levhası asılacaktı. Çocuklar gibi kadınlar da yoktu, ancak kocasını arayanlar alt kattan bağırmakla oyundan kalkamayan erkeklerin eve dönmelerini sağlıyorlardı.
Benim gibi bir çok Türk arkadaş da bu durumdan hoşnut değildi. Ancak en küçük eleştiri Erzurum'lu Rıfat'ın başkanlığına bir tehdit olarak algılanıyor, kendi güdümünde olan bir avuç "fedayinin" harekete geçmesine neden oluyordu. Zamanla sözlü saldırılar fiili saldırılar şekline dönüştü ve bilhassa evli olan arkadaşların "namus"larına leke sürülmeye çalışıldı.
Dernek yönetimini elinde bulundurmaktan Rıfat'ın ne gibi çıkarı vardı bilemiyorum. Fazla para "yeme" olanağı yoktu. Belki Türkler arasında elde ettiği ünvan ona yetiyordu. Rıfat iktidarını bırakmamak için her türlü demokratik girişime karşı çıkıyordu. Fakat sonunda ilerici düşünceli arkadaşların büyük özverileri ile merkezde bir "devrim" yaptık. Sosyal faaliyetleri düzenlemek üzere bir yönetim grubu oluşturuldu. Buna işçiler cemiyetinden 2 kişi, spor külübünden 2 kişi, yabancı hemşehriler grubundan 2 kişi ve AWO'dan bir kişi katılıyordu.
Böylece ödev yardımı dışında kadınlar için dikiş-nakış kursu açıldı, kütüphane kuruldu ve bir ara küçük bir grup Türkçe gazete bile çıkartmaya başladı. Rıfat ve yandaşları tarafından saldırılar en az iki yıl daha devam edecekti, ama bizim için yeni bir kavga bir sosyal danışmanın gelmesi ile başka alanda başlıyacaktı. Bir hayır kurumu olarak AWO'ya Türklerle ilgilenme görevi verilmişti. Her türlü danışma görevini yürütmek ve gerektiğinde vatandaşlara tercümanlık yapmak için "Türkdanış" adı altında çeşitli şehirlerde bürolar açılmıştı. Temelde AWO'ya bağlı olan memurlar, kendi aralarında ayrı bir örgütlenmeye de gitmişlerdi. Eskiden sadece komşu şehirde, Bielefeld'de, mevcut olan "Türkdanış" Herford'da açılmak üzere idi ve görevli olarak Sivas'lı Halit tayin edilmişti.
İlk geldiğinde yönetim grubunun tüm demokratik girişimlerini bir anda yok saydı. Kendisinin profesyonel olarak geldiğini söyleyerek tüm planları tek başına yapmaya ve yönetim grubuna sadece kendi emirlerini uygulayacak insanlar olarak bakmaya başladı. İçerik olarak arkadaş belki bizim yapmak istediklerimizi daha iyi yapabilirdi; içki, kumar vs. işlere kesinlikle karşı idi, ama bunca özveri ile gerçek bir buluşma merkezi oluşturan bizlere söz hakkı tanımıyordu. Bu demokratik bir tutumla bağdaştırılması mümkün olmayan bir tavırdı. Bize göre kendisi ancak yönetim grubunda bir üye olabilirdi ve birlikte geliştirdiğimiz projeleri birlikte uygulamaya koyabilirdik.
Bu kavgada kendisi Bonn'daki Türkdanış merkezini sürekli devreye sokmaya çalıştı, ancak yönetim grubunun kendi işvereni olan AWO ile yakın dialoğu yüzünden ve yerel AWO örgütün kolektif çalışma anlayışımızı benimsemesi sonucu Halit arkadaş da "yola geldi".
Bu mücadeleler bana bazı ufak deneyimler dışında pek bir şey kazandırmadı. Sosyal düşünceli olanlarla bencil olanları, samimi ile sahte arkadaşları ayırt edebiliyordum belki, fakat bunca "çamur" arasında "ünlü" olmam mümkün değildi. Hak mücadelesinde kazandığımız başarılar yüzünden (örneğin kütüphanenin kurulmasından ötürü) beni sevip sayanlar vardı. Fakat işlerini halletmek için yeteneklerimden faydalanmak isteyen ve bunun için bana "yağ yakanlar", çoğu kez işleri bittiğinde arkamdan "komünist" diye akıllarınca hakaret ediyorlardı. Dernekçilik yaparak Türkçemi geliştirebildim, bazı yasal düzenlemeler hakkında bilgi sahibi oldum, tüzük kurallarını yorumlamak, toplantı yönetmek gibi işlerde deneyim sahibi oldum ve açıktan yalan bile söyleyen yabancı işçilerin her zaman haklı olmadıklarını da öğrendim. Buna rağmen güçsüzlere destek olma azmimdan bir şey kaybetmedim.
Herford'da hemen hemen tüm sosyal işler bugün profesyonelce yürütülüyor: birinci "Türkdanış"ın yanına ikinci bir görevli daha geldi, ayrıca sendika ile erginlerin okulu olan (Volkshochschule) tarafından "İş ve Yaşam" adlı bir kuruluş tarafından bir çok seminerler düzenleniyor. 1990 yılından sonra Almanya'da sosyal konulara ayrılan fon azaldığı için Türkdanışın olanakları azaltıldı. Artık Herford'da tek bir görevli ile işler halledilmeye çalışılıyor. Cemiyet ve derneklerden, sadece iki tane camii yaşatma girişimi kaldı ki birinde mücadelemizde en ön sırada kavga eden ve eski TİP'li olan Şaban arkadaşım uzun süre yönetimde bulundu ve iki cemiyetin birleşmesinde büyük katkısı oldu. Onun dışında bir sürü kahve yeri açıldı. Oraya eskisine nazaran farklı nesiller, farklı hemşehriler grupları uğrar ve şu ya da bu şekilde işlerine görürler.

MÜLTECİLER

1960'lı yılların başında Almanya'ya gelmeye başlayan göçmen işçileri 1970'li yıllarda ilticacılar takip etti. Son yıllarda şüphesiz en büyük bölümünü Alman asıllı olarak kabul edilen Polonyalılar, Macarlar ve Ruslar oluşturuyor. Ancak İran, Türkiye ve çeşitli Afrika ülkelerinden, yani kısacası üçüncü dünya ülkelerinden gelenler de az değil.
Bunların arasında dar anlamda "siyasi" gerekçelerle gelenler azınlıktadır. Sonuçta mülteci statüsü kazananların oranı ise % 5 civarındadır. "Ekonomik" nedenlerle gelenler daha çoktur. 1973 yılında Almanya'ya yurtdışından işçi alımı durdurulduktan sonra anlaşma yapılan ülkelerden (Anwerbeländer) ancak aile birleştirmesi temelinde insanlar gelebiliyordu. Bu olanaktan yoksun olanlar, Almanya'yı zenginlik kapısı görenler için "iltica"ya başvurmaktan başka bir çare yoktu.
Federal Almanya'da hala anayasal bir hak olarak tanınan mültecilik statüsü "etnik, dini ya da siyasi nedenlerden ötürü kendi devletinde yaşamları ya da özgürlükleri somut bir tehlike" altında bulunan kimselere verilir. Anayasal bir hak olduğu için ilk sorguda (tek bir memurun karşısında yapılan "Anhörung") bu kıstaslara göre yeterli görülmeyenler (reddedilenler) mahkemeye başvurma hakkına sahiptirler.
1970'li yılların başında başvuranlar birden çoğalınca, kurulmuş sistemin yavaş işlemesinden ötürü hemen hemen hiç bir gerekçesi olmayanlar bile işlemlerin uzun sürmesi nedeniyle 5 hatta 8 yıl Almanya'da kalabiliyorlardı. Bu zaman zarfında kaçak dahi olsa ufak defek işler bulup bir kaç mark biriktirip, memleketlerine "zengin" olarak dönen tek tük insanlar yüzünden yüzbinlerce kişi "şanslarını deneme" cesareti buldu.
Yaşam ve özgürlükleri gerçekten tehlikede olanlar da vardı. Türkiye'den gelenler arasında bunların sayısı 12 Eylül 1980 tarihinden sonra birden çoğaldı. Bunlar, sığınma talepleri reddedilip ülkelerine geri gönderildikleri takdirde salt düşüncelerinden ötürü cezaevlerine atılıp, işkenceden geçirilebilirler, hatta idam bile edilebilirlerdi.
Elbette gelen mültecileri "ekonomik" ve "siyasi" diye ayırmak pek doğru bir yöntem değil. Çünkü geçim derdine düşmüş insanların başında yoksulluklarından sorumlu olan yönetimler bulunuyor. Hatta zengin Batılı ülkeler üçüncü dünyanın geri bıraktırılmışlığından sorumlu sayılırlar. Fakat Türkiye'den üç misli daha küçük olan Federal Almanya'nın, yeryüzünde zor durumda olanları barındırması, hepsine iş ve geçim kaynağı sağlaması pek mümkün görülmüyor. Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmesinden sonra birden artan işsizlik karşısında hiç bir yabancıyı ülkeye sokmak istemeyen siyasetçiler gittikçe çoğalmaktadır.
Onlara göre davaların uzun sürmesinden cesaret alan kimseleri teşvik etmemek için her şeyden önce işlemleri hızlandırmak gerekiyor. Bu nedenle bir davayı 8 yılda karara bağlayan mahkemelerin yerine "idare mahkemeler"de ihtisas heyetleri oluşturuldu ve davaların bir ya da iki yıl içinde sonuçlandırılmasına çalışıldı. Sorun gerçi orada bitmiyordu. "Uzman" memurların ve sonra "uzman" mahkemelerin doğru karar verebilmeleri için çok yönlü eğitime ihtiyaçları vardı. Çoğunlukla tek bir ülkeden gelenlerle ilgilenmiyorlardı. Zaten tek bir ülke ile ilgilenseler bile, örneğin Türkiye hakkında gerekli olan her bir şeyi bilmek oldukça zordu. Sosyaldemokrat olan bir vatandaş, yani CHP'ye üye olduğunu söyleyen bir kişi Türkiye'ye geri gönderildiğinde zor duruma düşer miydi, yasadışı bir örgüte üye olduğunu söyleyen bir başkası acaba başına gelenleri abartıyor muydu? Tüm bunları tespit edebilmek için özel bilgiye, yeteneğe, yani uzmanlığa gereksinim vardı.
Gelen mülteciler bu konuda mahkemelerin görevini kolaylaştırmıyorlardı. 99 çeşit isim altında Türkiye'de faaliyet göstermiş örgütlere mensup kişiler, cezaevlerindeki  arkadaşlarını zor durumda bırakabilecek herhangi bir bilgi vermekten kaçındılar. İşkence altında vermemeye kararlı oldukları örgüt hakkındaki bilgileri Alman mahkemeleri önünde gönüllü olarak anlatmayı uygun bulmuyorlardı. Bağlı bulundukları örgütlerinden Almanya'da  temsilcileri varsa da bunların büyük bir bölümü militanların "basit" dertleri ile uğraşmadılar, yani iltica işlemi hakkında gerekli bilgiler kimseye verilmedi. Bazılar ise gizli örgütlerde üye kayıt fişi olmamasına rağmen para kazanmak için üye fişleri veya başka sahte belgeler düzenleyerek her başvuru sahibine sahtekar gözü ile bakılmasına da neden oldular.
Türkiye'den gelenler genellikle "azül" (Asyl) sözcüğünden başka bir şey bilmiyorlardı. Bir avukata gittiklerinde siyasi konularda bilgi sahibi olan tercüman bulmak bile sorun oluyordu. Ben bir, iki istisna dışında "mültecilerle" ancak ilk red kararı geldikten sonra, mahkeme aşamasında karşılaşıyordum.
Herford'dan 40 kilometre uzaklıkta bulunan Minden İdare Mahkemesi'nde geniş bir bölgeden gelen iltica davalarına bakıyordu. Başlangıçta 3 heyet Türkiye'den gelen davalara bakardı. Ancak daha sonra bir heyet uzmanlaşıp, tüm davaları üzerine aldı. Çağırdıkları tercümanlar arasında ben de vardım ve her biri ayrı bir dram olan davalarda çok ilginç örneklerle karşılaştım.
1979/1980 yılında gelmiş olanların arasında, şiddet uygulayan örgütlere mensup kişiler örgütlerinin adını vermek istemezlerdi, çünkü "terörist" damgası yapıştırılıp, "adli suçlu" olarak geri gönderilmekten çekiniyorlardı. Daha sonra verilen bazı örnek kararlara bakılırsa aslında çok haksız oldukları da söylenemez. Ancak ilk yıllarda böyle bir korkunun haklılığını iddia etmek pek mümkün değil.
Haziran 1979 yılında Münster şehrine gelmiş bir genç, Devrimci Yol örgütüne yakınlık duymasına rağmen, dilekçesinde barışçıl yöntemlerden yana olan İlerici Gençlik Derneği'ne (İGD) üye olduğunu söylemiş. Davasını kazanmak istediği için üyeliğini İGD dergilerini bularak kanıtlamak istedi. Mahkemeye sunduğu "İlke" dergilerinin sonuncusu Aralık 1979 yılına aitti. Dergileri okuyup okumadığını bilmiyorum, ama mahkeme heyeti örgüt hakkında bazı şeyler sorduğu zaman (örneğin "başkanı kimdi"? diye) epey bocalıyordu ve örgütün politikasını daha çok ayrı bir örgüte mensup olanın yapacağı eleştirel bir bakış ile anlatıyordu. Fakat mahkeme heyeti bu konuya fazla önem vermedi.
Sonra heyet, dergileri nasıl bulduğunu sordu. Genç, bu kez de "ben bunları Türkiye'den beraberimde getirdim" demez mi? Daha önce binbir zorlukla, sahte pasaport ve bunca korkular içinde ülkesinden kaçtığını iddia eden bir adam bu kez kendisine asıl zor durumda bırakabilecek dergileri bu tehlikeli yolculuğunda beraberinde getirdiğini iddia ediyordu. Daha önemlisi Türkiye'den kaçtığı zaman son dergiler basılmamıştı bile. Elbette bunlar mahkeme heyetinin gözünden kaçmadı ve bundan sonra arkadaş "ağzı ile kuş tutsa" bile kimseyi inandıramazdı. En iyi tercüman bile onu kurtaramazdı ve mahkeme onun dilekçesini reddetmek zorunda kaldı. Genç adam sonra ne yaptı, bilemiyorum. Belki başka bir ülkeye gitti, belki doğrusunu anlatan ikinci bir dilekçe verdi, ama o gün suçunun en büyüğünü işledi, yani yalan söylemekle tüm inanılırlığını yitirdi.
Bir kişiye inanmamak için mahkemelerde ikinci önemli kıstas da "ilaveli anlatım" şeklinde, hukuk dilinde "abartılı anlatım" (gesteigertes Vorbringen) olarak bilinir. Ona bir örnek Bielefeld kentine gelmiş bir gencin davasında gördüm.
Bu arkadaş İskenderun'da Halkın Kurtuluşu içinde faaliyet göstermiş. Üst düzey sorumlusu değil, sadece derneklerinde çay satmış ve bazı küçük eylemlerde bulunmuştu. Adam Almanya'ya ilk geldiği zaman Kürtler'in daha kolay mülteci statüsünü kazandıklarını duymuş ve sadece Kürt olduğundan dolayı iltica hakkını talep etmişti. Tek memur önünde ilk ifadesinde buna bir de Alevilik eklemiş. Bu şekilde davası reddedilince her ikisinin yeterli olmadığını anlamış ve bir de sendikacılık yaptığını söylemişti.
Mahkemeye geldiği zaman Demir Çelik işletmelerinde faaliyet gösteren bir sendikaya mensup olduğu için takip edildiğini savunuyordu. Ancak sendikal konularda bilgisi zayıf olduğu gibi, mahkeme heyeti haklı olarak o sendikaya karşı herhangi bir davanın açılmadığını, yani kendisi için herhangi bir tehlikenin bulunmadığını belirtti. Bu kez davasını kaybedeceğini açık olarak hisseden genç, arka tarafta oturan arkadaşlarına dönüp "ne yapayım?" diye baktı, avukatı duruşmaya ara verilmesini sağladı ve ben Halkın Kurtuluşu taraftarları arasında hiddetli tartışmalara tanık oldum. Bir kısım onun gerçek örgüt adını vermesinden yana idiler, bir başka kısım sürekli karşı çıkıyordu.
Sonuçta genç, bağlı olduğu örgütün adını vermeye karar verdi, ancak mahkeme heyetinin şüphelerini dağıtamadı. Zaten ikinci büyük suç işlemiş oldu: abartılı anlatımla kendisi inanılmaz duruma düşmüştü. Sorgunun devamında gerçi biraz daha rahat davranabildi, kahveye yapılan baskın sırasında kendisinin pencereden nasıl kaçtığını canlı canlı anlatabildi, ancak heyecan hala üstünde idi. Mahkeme heyeti bu kez lokalinin adresini sorunca sokak mumarasını 2 ve kat numarasını 6 olarak verdi ve bir ara altıncı kattan atlayıp kaçtığını ciddi ciddi savunmaya kalktı. Kat ve sokak numaraların ters sırasıyla söylediğini çok geç hatırlıyabildi.
Doğal olarak mahkeme bir "red" kararı daha verecekti, ancak anlayışlı bir heyet olduğu için son kararını vermeden önce benden bir bilirkişi raporu istedi. Arkadaşı kurtaran her halde o rapor oldu, çünkü "Alternatif Türkiye Yardımı" adlı kuruluşun arşivinde Hatay ve İskenderun Halkın Kurtuluşu davasında gencin bahsettiği sendikanın başkanı ve yöneticileri de vardı, yani sendikacı olarak değil yasadışı bir örgüt mensubu olarak yargılanıyorlardı. Onlardan gencin adını veren olduysa onun da eğer geri gönderilirse aynı şekilde işkenceli sorgudan geçme olasılığı vardı. Ayrıca uzun yıllar cezaevinde kalması söz konusu olabilirdi. Bu nedenle ona mülteci statüsü tanındı.
Başka bir dramı gene Halkın Kurtuluşu'na mensup başka bir kişinin davasında yaşadım. O arkadaş daha tecrübeli idi, ama o da başlangıçta Halkın Kurtuluşu'ndan bahsetmemişti. Onun yerine iddia edebileceği önemli bir başka konu vardı. Öğretmen olan arkadaş, TÖB-DER içinde bir Karadeniz şehrinde faaliyet göstermişti. Mahkemede davasını kuvvetlendirmek için TÖB-DER başkanı Gültekin Gazioğlu'nu da tanık olarak gösterdi.
Daha önce başka toplantılarda karşılaştığım Gültekin Bey beni çok zor bir çevirmenlik görevi ile karşı karşıya bıraktı. Sorguda, önce Ankara'da sadece 52 TÖB-DER'li hakkında dava açıldığı, üst yönetiminden olmayanlar için herhangi bir tehlikenin olmadığı hususu tartışıldıktan sonra bir ara başvuru sahibi TÖB-DER bünyesinde başkanı ile muhalefet halinde olduğunu beyan edince Gültekin Gazioğlu'na hangi örgütten olduğunu soruldu. Mahkemelerde deneyimli olan Gültekin Bey TSİP'e üye olduğunu, arkadaşın ise Halkın Kurtuluşu örgütüne bağlı bulunduğunu çekinmeden anlattı. Bu kez çok ciddi değilse bile birden mahkeme heyeti "bu örgüt terörist bir örgüt değil mi?" diye ikinci bir soru ekledi.
O anda Gültekin Gazioğlu'nu seyretmek gerçekten değerdi. Mahkeme salonunda olduğunu unutup, meydanlarda konuşma yapan bir lider gibi nutuk çekmeye başladı ve Türkiye'de bu kıstasların farklı yorumlanması gerektiğini, onbinlerce kişiyi meydanlara getirebilen örgütlerden terörist diye bahsedilemeyeceğini vs. uzun uzun anlattı. Gerçi bütün konuşması belki 5 dakika idi, ama böyle hararetli bir konuşmayı nasıl çevirecektim? Kendimi konuşmadan tamamen soyutlayıp "tanık şu görüşleri savunur" diye bir özet yapabilirdim. Ama bana göre çevirmenin görevi konuşulanları olduğu gibi aktarmak olduğu için ben de gözümü yumup, mümkün olduğu kadar aynı ses tonu ile benzer bir "nutuk"u Almanca olarak atmaya çalıştım. Ne kadar başarılı olduğumu bilemem ama o arkadaşa hemen o gün mülteci statüsü tanındı.
Onbinlerce mültecinin her birisi buna benzer dramlar yaşamıştır ve çok azı olumlu sonuçlarla bitmiştir. Yalnız işçiler için de geçerli olan bir olgu bunlar için fazlasıyla geçerlidir. Türkiye'den kopuk yaşamaları, siyasi ortamın yokluğu derin bunalımlara girmelerine yol açar ve bir çokları Avrupa'nın rahat yaşamında kişisel bataklıklarda kaybolup gitmektedirler.

Geri
İçindekiler
İleri
- Site Haritasi - Impressum