Alt bölümler:
Demirel'in darbe denemesi
Darbenin ayak sesleri
Mayıs 1980'de beşinci kez Türkiye'ye
"izine" gidiyordum. Ancak bu kez farklı bir gezi olacaktı. Bir araba ile
beraber gittiğim iki Alman öğretmen Türkiye'deki siyasi gelişmeleri merak
ediyorlardı. Sürekli onlara rehberlik etmiyecektim, ama şüphesiz onlarla
da bazı olayları tartışacaktık. Ayrıca eskiden olduğu gibi göçmen işçi
arkadaşlarım henüz yıllık izinlerini Türkiye'de geçirmek üzere gelmemişlerdi.
Bu nedenle, bu seferki gezim salt onlara uğrayarak geçmiyecekti. Turistik
olmayan bir gezi beni bekliyordu. Kısa bir süre önce, Şubat 1980'de, sıkıyönetim
20 ili kapsıyacak şekilde genişletilmişti.
1971 yılında ikinci gezim
sırasında sıkıyönetim vardı, ancak ben bir şey olmamış gibi gezmiştim.
Örneğin Uşak ile İzmir arasında "otostop" yaparken bir polis arabasına
bile binmiştim. Dört kişi olan ekip yanımda durduğu zaman önce kontrol
var diye tereddüt etmiştim, ama bindikten sonra polis memurlarının Almanya'ya
gitme olanaklarını öğrenmekten başka dertleri olmadığını anlayınca rahatlamıştım.
İzmir'den ayrıldığımda gece karanlığında askerler yolu kesmişlerdi. "Yeni
Asır" gazetesinin dağıtımı için kullanılan minibüste benden başka yolcular
da vardı. "Kimlik" denildiği zaman öğrenci pasomu gösterdim. Yabancıya
"pasaport" nasıl denildiğini bilmeyen polis, avcunun içini göstererek bir
kağıt parçası gösterir gibi yaptı. Ben "pasaport mu istiyorsunuz?" deyince
kontroldan da vazgeçti. Benden sadece Türkiye'nin nasıl olduğunu, tatilimden
memnun kalıp kalmadığımı sordu.
Bu biçimde sıkıyönetimin ne
demek olduğunu fark etmem zor olurdu tabii. Daha sonraki yıllarda, biraz
gelişmiş Türkçemle bazı olayları daha net görebiliyordum, ama Türkiye'nin
dışında olduğum zaman olayları aynı yakınlıkta izlemem elbette mümkün değildi.
1975 yılında üç öğrenci arkadaşımla birlikte yaptığım dört haftalık tatilde,
bana bazı arkadaşlarla yaptığımız siyasi tartışmalarda salt tercümanlık
görevi düşüyordu. O dönemde dördüncü enternasyonale yakınlık duyan arkadaşlarım,
öğretmenlikten atılmış bir kişi ile kooperatif fikrini tartışmaya çalışıyorlardı.
Bu tartışmada benim asıl merak konum ise bu kişinin nasıl geçindiği sorusunda
düğümleniyordu. Bir başka yerde eski bir öğrenci lideri ile Stalin mi,
yoksa Troçki mi hain diye tartışırlarken, onun evinde dolaşan fareler arkadaşlarımın
dikkatini bile çekmedi.
Siyasi olayları en yakından
izleyebildiğim tatili 1977 yılında yapmıştım. O yıl tatili Herford'dan
Mayk arkadaş ile birlikte yapıyorduk. 1 Mayıs katliamından hemen sonraki
günlerde gelmiştik ve İstanbul'da Halkın Yolu taraftarı olan öğrencilerle
olay hakkında oldukça uzun tartışmalara girdik. Haziran ayının başında
gene İstanbul'da idik ve Ecevit, Mustafa Timisi ile yer değiştirerek 3
Haziran tarihinde Taksim alanında son seçim konuşmasını yapacaktı. Dönemin
başbakanı Süleyman Demirel bilinen uyarısını yaparak muhalefet lideri Bülent
Ecevit'e o gün bir otel penceresinden uzun namlulu bir silahla suikast
düzenleneceğini söylemişti.
Mayk ile ben genç yaşın verdiği
cesaretle mutlaka oraya gitmeyi kararlaştırdık, çünkü coşkulu bir kalabalıkta
o zamana kadar hiç bulunmamıştık. Taksim alanına geldiğimizde her tarafın
dolduğunu gördük. Sular İdare Binasından 1 Mayıs'ta ateş edildiğini bildiğimiz
halde en iyi oradan görülür diye oraya çıktık. Daha doğrusu 2 metre boyunda
olan Mayk binanın çıkıntılı bir yerine çıkmama yardımcı oldu. Ben de fotograf
makinamızı alarak bir saat geç gelen Ecevit'in otobüsün üstünde alana girişini
görüntülemeye kalktım. Ancak objektifte koruyucuların bana doğrultulmuş
silahlarını görünce korktum ve birden vazgeçtim. Her halde onlar fotograf
makinamı silah sanmışlardı.
Mayıs 1980'de sıkıyönetim
henüz tüm illerde ilan edilmemişti, ama hava her yerde gergin idi. İstanbul'da
bir akşam araba ile tek olarak Küçükyalı'dan Sarıyer'e giderken otoyola
girmeden askerler tarafından durduruldum. Kontrol eden asker turist olduğumu
hemen anlaması gerekirdi, çünkü dış görünüşümden başka Türkiye'de hiç kullanılmayan
Renault 4, yani Almanya'da fakir öğrencilerin arabasını kullanıyordum.
Ehliyetimi görmek isteyebilirdi, arabanın sigortası var mı diye kontrol
edebilirdi. Ancak adamın böyle bir niyeti yoktu. Arabanın arka koltuğunda
gümrüksüz aldığımız Marlboro kutusunu görmüştü. Ondan tek bir sigara değil,
iki paketi birden istiyordu. Devletin verdiği yetkisine güvenerek beş parmağını
gözünün önüne getirerek beni doğrudan hapse atmakla tehdit ediyordu. Fakat
benim yüzsüz bir adama haraç verme niyetim yoktu. Kurtuluşu Türkçe bilmemekte
buldum.
Askerin söylediği her şey
anlıyabiliyordum ve isteseydim ona Türkçe yanıt verebilirdim. Ancak o zaman
benden iyice şüphelenirdi, çünkü telaffuzumun hala biraz bozuk olmasına
karşın konuşmamdan benim turist numarasına yatan bir Türk, ya da kim bilir
belki bir "terörist" olduğumu zannedebilirdi. Adamın söylediğine yanıt
veriyordum, ama Almanca olarak. "Bana iki paket vereceksin!" "Ich denke
gar nicht daran." "Vermezsen, vallahi hapise atarım seni!" "Das werden
wir ja sehen." Konuşma uzadıkça arkamda kuyruk da uzadı. Amiri uzaktan
"ne oluyor?" diye bağırınca asker "turistten sigara alacaktım, vermiyor"
diye karşılık verince amirden gelen "boşver, gitsin" buyruğu ile kurtuldum.
İstanbul'da kaldığım süre
içerisinde bir kaç kez Demokrat gazetesine uğradım. Dış haberlerde çalışanlar
benimle epey ilgilendiler. Onlar benden Avrupa'dan bilgi almaya çalışırken
ben onlardan Türkiye hakkında bilgi elde etmeye çalışıyordum. Sanırım ben
onlardan daha başarılı çıktım. Arkadaşların verdikleri bilgiler nedeniyle
değil, özellikle günlük yaşamda elde ettiklerimden ötürü Türkiye'nin bana
bu kez çok farklı geldiğini söylemeliyim.
Eskiden Alman olduğumu öğrenen
herkes beni sorgusuz sualsız davet ederdi, en azından bir çay içmek için
beni bir kahveye götürürdü. Bu kez baktım ki benimle konuşmak isteyen olmadığı
gibi birbirini çok iyi tanımayan iki kişi dahi birbiriyle pek sohbet etmiyordu.
Olumsuz bir değişiklik olarak yorumladığım bu durumdan ötürü ben de oldukça
dikkatli davranmaya çalıştım. Akşam eve giderken yanımda Cumhuriyet, Aydınlık
ya da Demokrat gazetesi olduğunda bunları iyice saklamaya çalışıyordum.
Her an için karşıma bir çete çıkıp, kimlik için çantamı ararlarsa acaba
nasıl yanıt vereceğim diye kara kara düşünüyordum, çünkü bu şekilde bir
çok solcunun öldürüldüğünü okumuştum ve duymuştum.
Böyle bir anda Alman olmak
beni kurtarmazdı. Gazete okuyabildiğime göre Türkçe konuşmak zorunda kalırdım
ve karşı görüşlü kişilerle karşılaştığımda en azından bir ton dayak yerdim.
İstanbul dışında durum belki o kadar gergin değildi, ama oralarda da gezmem
kolay olmuyordu. İlk Türk arkadaşım Hulusi'nin kardeşleri iyice ülkücü
olmuşlardı, hatta bütün Karakuyu köyü genelinde aşırı sağ güçleri destekliyordu.
Konukseverliğini ilk kez gördüğüm köy sanki tamamen değişmişti.
Onun için bu kez köyde uzun
kalmadım. Köy kahvesinde siyaset pek konuşulmazdı. Kahveyi işleten Şenol
arkadaşı Tübingen'de çalıştığı dönemden tanıyordum. Ecevit'e oy verdiği
için köyde hemen hemen tek solcu olarak biliniyordu (öğretmen olan Adnan
Beyden başka). Darbeye dört ay kala herkesin mutlaka sağı ya da solu tutmak
zorunda olduğuna dair en güzel örneği Şenol'un 8 yaşındaki oğlunda gördüm.
Kahveye uğrayan herkesi "sağcı mısın, solcu musun?" diye karşılıyordu.
Yanıtı beklemeden hemen "çak sol elini" diyordu ve böylece gelenleri solcu
yapmış oluyordu. Kendisi asla sağ eli ile tokalaşmazdı ve birini solcu
yaptığı zaman bunu büyük zafer olarak kutluyordu.
Tarafsız kalmak artık mümkün
değildi. Salt sağcı ya da solcu olmak bile yetmiyordu, öğrenciler mutlaka
örgüt seçmek zorunda idiler. Her yerde siyasetin ağır basması halkın çok
yüksek bilinç düzeyinden kaynaklanmıyordu, taraf tutmak futbol takımı tutmak
gibi bir şeye dönüşmüştü. Futbolda olduğu gibi sık sık taraftarlar arasında
kavgalar da çıkıyordu. Yabancı olarak benim üzerinde baskı belki bu denli
yoğun değildi, ancak bir çok konuda benden tavır almamı bekleyenler de
az değildi.
Hulusi'nin amcasının oğlu
Kemal ile eskiden çok gezdiğim için beni arkadaş sayıyordu ve kendisi gibi
benim de ülkücü görüşleri benimsememi tatlı sert bir biçimde istiyordu.
İstanbul'da Halkın Yolu taraftarları olan Antep'li arkadaşlar TKP'lilere
sosyalfaşist dememi bekliyorlardı, DİSK'in çok kötü bir kuruluş olduğuna
dair beni ikna etmeye çalışıyorlardı. Benim bu konularda karar vermem gerçekten
gerekiyor muydu? Sorunları çok ayrıntılı olarak bilmiyordum, bu bir, ikincisi
Türkiye'de sürdürülen mücadelede bir yabancı olarak taraf tutmam kime ne
fayda sağlardı?
Ama değişik konularda benden
görüş beklendiği için istesem de istemesem de eldeki verileri analiz etmek,
bir görüş bildirmek zorunda idim. Faşizm tırmanıyor muydu, yoksa devleti
ele geçirmiş olup, yukarıdan aşağı baskı rejimini mi uyguluyordu? Bu alanda
ilginç yeni teoriler de vardı. Klasik anlamda faşizm, emperyalizm aşamasında,
son çağını yaşayan kapitalizmin derin bir krizi anında, yoksul halk kesimleri
arasında yayılarak, yükselen devrimci potansiyele karşı sermayenin son
kozu olarak geniş şiddet eylemleri temelinde bir kitle hareketi şeklinde
aşağıdan yukarıya iktidara gelir. Felsefesiyle Hitler'e çok benzeyen Alpaslan
Türkeş'in bu şekilde Türkiye'de iktidara gelme şansı yoktu.
Son seçimlerde daha çok oy
kazanmış olmasına rağmen 16 milletvekili ile mecliste dördüncü sırada geliyordu.
Darbe ile iktidara gelme şansı belki vardı, ama seçimlerle asla. Ancak
MC koalisyon hükümetlerinde Alpaslan Türkeş'e ve başbuğu olduğu MHP'ye,
aldıkları oyların üstünde bir etkinlik verilmişti. Verilen bakanlıklar
sayesinde bir iki istisna dışında tüm eğitim enstitüleri ülkücülerin elinde
idi. Oradan yetişecek öğretmenlerin etkisiyle gelecek nesil daha kolay
ırkçı düşünceleri benimseyebilirdi. Sözü edilen yeni teorilere göre MHP
o zamana kadar beklemiyecekti. Eline geçirdiği kurumlar vasıtasıyla, hükümet
ve ordu üzerinde mevcut etkinliği ile faşistler zaten ülkenin yönetimini
ellerine geçirmişti ve yeni teoriye göre böylece faşizm yukarıdan aşağı
doğru gerçekleştiriliyordu.
Hitler faşizmini yaşamadım,
ama doğal olarak, insanlara getirdiği felaketlerden ötürü karşı idim. Okulların,
üniversitelerin, hatta mahallelerin savunmasız olarak aşırı sağa teslim
edilmesinden yana değildim. Ülkücülerin uyuguladığı şiddete karşı durmak
gerekiyordu. Ancak buna karşı geliştirilen stratejilerin ne kadarı savunmaya
yönelikti, hangi eylemler provokasyon niteliğinde olup diktatörlüğe davetiye
çıkarmak anlamına geliyordu, buna pek karar veremiyordum. Temelde şiddete
karşı olduğum için misilleme hareketlerini anlamakta güçlük çekiyordum.
Şiddet eylemlerinin elbette
bir çok nedenleri vardı. İlan edilmemiş bir iç savaş yaşanıyordu. Düşmanı
geri püskürtmek için misilleme gibi hareketler kaçınılmaz diyenler olabiliyordu.
Ama bence bu tür eylemler orduyu darbeye çağırıyordu. Yaygınlaşan iç savaşa
karşı ordu seyirci kalmıyacaktı ve yapılacak darbe daha geniş özgürlükler
getirmiyecek, daha çok baskı uyguluyacaktı. Ülkücüler ve MHP sürekli orduya
bu tür çağrılar yapmıyor muydu? Tüm sol birleşseydi belki faşistlerden
üstün çıkabilirlerdi, ancak yarım milyonluk bir orduya karşı savaşamazlardı
her halde.
Olayın bu yönü açık seçik
ortada iken bir çok arkadaşın beklentilerine o zamanda da pek akıl erdiremedim.
En militan gençler, çok yakında devrim olup Sosyalist Türkiye Cumhuriyeti'nin
kurulacağını ciddi ciddi düşünüyorlardı. Savaş aleyhtarı olduğum için şiddet
konusunda Türkiye'de bir iç savaş ortamında yaşayan bir çok arkadaşımdan
elbette ayrı görüşlere sahiptim. Teorik olarak sermaye sınıfı, iktidarı
gönüllü olarak bırakmıyacağına göre sosyalizm barışçıl yöntemlerle iktidara
gelmesi düşünülemezdi. Bu tespite, 1973 yılında Şili örneğinden hareketle
"evet" diyebiliyordum. Fakat somutta arkadaşların mantığına katılmıyordum.
Taner arkadaş "Türkiye, devrime gebe olduğu için doğum sancılarını çekiyor"
derdi. Ben de ona "hiç de gebe gibi bir hali yok" diye yanıt veriyordum.
Çok haklı olmak istemezdim, ama daha sonra Türkiye'nin başka şeylere gebe
olduğunu görecektik.
Türk Silahlı Kuvvetleri uyarı
mektuplarını çoktan vermişti, ama bunca zaman içinde herhangi bir hareket
olmadığı için darbe olasılığını ciddiye alan yok gibi idi. Darbenin mutlaka
yapılacağını herkes söylüyordu. Fakat günlük olayların içinde sıkışmış
kişi ve örgütler uzun vadeli tahminler yürütemez ve sağlıklı stratejiler
üretemez duruma gelmişlerdi. Ben olayları uzaktan takip ediyordum. Tariş
ve Gültepe direnişleri zorla bastırılmıştı. Ama bu militan bir işçi sınıfın
varlığını gösteriyordu. Türk-İş'e karşı DİSK günden güne güç kazanıyordu.
Bir çok yerde olumlu gelişmeler de vardı.
Demokrat ve Cumhuriyet gazetelerinde
Fatsa
Şenliği ile ilgili haberleri okumuştum. Bağımsız aday Fikri
Sönmez belediye başkanı olduktan sonra bir çok iş halkın geniş desteği
ile gerçekleştiriliyordu. Sağ basının "kurtarılmış" bölge olarak bahsettiği
20,000 nüfuslu Karadeniz kasabası gerçekten ilgi çekici idi ve Giresun'da
bir arkadaşın ziyaretine giderken Fatsa'ya uğramaya karar verdim. Yolculuk
otobüsle daha ucuz olduğu için öğretmen arkadaşım Elfie ile birlikte, arabamızı
İstanbul'da bırakarak İstanbul'dan Ankara'ya, ertesi gece de Ankara'dan
Fatsa'ya gitmeye karar verdik.
O dönemde Ankara'da hemen
hemen hiç kimseyi tanımıyordum. Bir işçi arkadaşımın sigorta meselesi dışında
Ankara'da yapacağım hiç bir şey yoktu. 1978 yılında Duisburg kentinde karşılaştığım
Uğur Mumcu'yu Cumhuriyet gazetesinde görmeye gittik. Beni hatırlıyacağını
pek ihtimal vermiyordum, çünkü yüzlerce kişi arasında benimle belki 5 dakika
kadar konuşmuştu. Biz geldiğimizde işi de çoktu. Sağ ve sol terör hakkında
yazdığı yazılarından ötürü yaşamı tehlikede idi üstelik. Uğur Bey beni
derhal hatırladığı gibi bunca işinin arasında bizimle görüşmeyi de hemen
kabul etti.
O gün anlattığı bir serüveni
hala unutmuş değilim. Öldürme olasılığına karşın Uğur Bey koruma polisi
istememişti. Bir sabah tek başına arabasında işe giderken birden başka
bir arabanın çok hızlı yaklaşmasından endişeye kapılmış, ancak sıkışık
trafik yüzünden kaçamamış. Saldırıya uğrarsa elinde tek bir tabanca ile
kendine zor savunurdu. Öteki arabadan hemen bir kişi fırlamış, Uğur Beyin
arabasında açık kalan camdan elini uzatıp bir gün önce yazdığı yazıdan
ötürü kendisini tebrik etmiş. Uğur Mumcu da bu arada tebrik edilmek için
bir süre soğuk ter dökmüştü.
Uğur Beye Elfie ile beraber
Fatsa'ya gideceğimizi söyleyince garip bir gülümseme ile "öyle mi?" demekle
yetindi. İfadesinden "orası başka bir şey"i sezinlemek mümkündü. Günün
geri kalan zamanında bir kaç turistik yer gezdikten sonra akşam üzere Ankara
otobüs terminaline gittik. Bugüne kadar değişmeyen bir biçimde "reklamcılar"
hemen "İstanbul", "İzmir", "Pamukkale" diye yaklaşan turistlere, yani bize
saldırıyorlardı. Pek aldırış etmeden gidilecek yerler arasında "Fatsa"
yazılanlara baktık ve kısa sürede "Öz Fatsalılar" isimli bir şirketten
saat 22.30 için iki bilet aldık.
1980 yılın ortasında, yaygın
bir korku havası içinde daha önce yoğun olarak karşılaştığım konukseverlik
kaybolmuş gibi idi. Turistlere bile ancak bir şeyler satmak isteyenler
yaklaşıyordu. Ancak "Fatsalılar" farklı idi. Şirketin şoförü bize hemen
ilk sıradaki koltukları ayırdı. Durduğumuz her yerde bize bir şeyler ısmarlamakta
o kadar ısrar etti ki o gece doğru dürüst uyku uyumadık ve en az üç kez
yemek yemek zorunda kaldık. Tüm yaşamım boyunca bir gecede bu kadar yemek
yediğimi hatırlamıyorum.
Adam karşılık da beklemiyordu.
"Beni Almanya'ya götürün" bile demedi. Bizi sağselim Fatsa'ya kadar götürdükten
sonra sabah saat 6'ta bizi bir kahveye bıraktı, arkadaşlarına ne istediğimizi
anlattı ve kendisi istirahata çekildi. Saat 9 civarında kahveden kalkıp
belediye başkanı olan terzi Fikri'yi bulmayı ümit ediyorduk.
Belediye o saatte harıl harıl
çalışıyordu. Fikri Sönmez içeride bir kaç arkadaşı ile tartışıyordu ve
toplantıyı bozmamak için bir müddet dışarıda bekledik. Fakat Fikri yabancıların
geldiğini duyunca bizi hemen içeriye çağırarak "burada gizli saklı bir
şey yok, siz de görüşmemize katılabilirsiniz" deyip bizi odasında oturmaya
davet etti.
Terzi Fikri'nin tüm müdürler
gibi arkası çok yüksek deriden yapılmış ve mutlaka eski belediye başkanından
kalma bir koltukta oturuyordu, ama onun dışında başka belediye başkanlarına
benzemiyordu. Makam odasının kapısı nerede ise sürekli açıktı. Derdi olan
vatandaş bir süre ön odadan geçip iki büklüm vaziyette yanına gelmiyordu.
Bir ara okuryazar olmayan yaşlı bir kadına belediyede görevli diğer arkadaşlar
pek yardımcı olamayınca Fikri onu hemen yanına çağırdı, bir kaç soru ile
derdini öğrendi ve diğer arkadaşların nasıl yardımcı olabileceklerine dair
talimat verdi.
Elfie ile ben aynı gün Giresun'a
devam etmek istediğimizden Fikri'nin yanında fazla oyalanmadık. Fakat Fikri
bize yemeğe götürmeden bırakmadı. İki genç koruma görevlisi ile beraber
deniz kenarında bulunan lokantaya gittik. Uzmanların "6 ayda zor biter"
dedikleri bataklıktan geçen yoldan geçtik. Fatsa halkı, komşu köy ve kasabaların
yardımı ile davul zurna çalarak, yani eğlence düzenleyerek, bu yolu bir
hafta içinde bitirmişlerdi.
Yemek sırasında terzi Fikri
biraz kendinden bahsetti, terzilik yaptığı dönemde halkın içinde özellikle
devrimcilerle olan ilişkilerini anlattı. Son zamanlarda Fatsa üzerindeki
baskıların çoğaldığını, ekonomik ambargonun dışında her an için doğrudan
bir saldırının da mümkün olduğunu aktardı. Karadeniz ürünlerini yurt çapında
kolay satamadıklarını ve bu yüzden yurtdışı ile ilişki kurmak için Ekim
ayında Almanya'ya geleceğini de sözlerine ekledi.
Gerçekten halktan olan belediye
başkanına biz de sıradan bir vatandaş olarak çabuk ısındık, ancak Ekim
ayında yapacağı gezi için yardımcı olamadık. Eylül İmparatorluğu darbe
provasını 2 ay sonra Fatsa'da yapacaktı, Fikri ve yüzlerce Fatsa'lı işkenceli
sorgudan geçip uzun yıllar cezaevlerinde çürüyeceklerdi ve bir kaç saat
içinde arkadaş olduğumuz Fikri, 1985 yılında bir daha özgürlüğü görmeden
hapisanede ölecekti.
DEMİREL'İN
DARBE DENEMESİ
12 Eylül'den sonra askeri iktidara
karşı sivil yönetimi savunmada rakipsiz şampiyon olan Süleyman Demirel,
Elfie ve ben Fatsa'ya uğradıktan iki ay sonra, 5 generalin darbesiyle devrilmesinden
iki ay önce, onlarla temelde paylaştığı polis devleti anlayışı içerisinde
darbenin son provasını Fatsa'da gerçekleştirdi. Aralık 1978'de meydana
gelen Kahramanmaraş olaylarına benzer bir şekilde Çorum kentinde dinsel
ayrılıklar temelinde girişilen katliam teşebbüsü, barikat kuran halkın
direnişi karşısında nispeten "ucuz" atlatılmıştı. 4 Temmuz 1980 günü başlayan
olaylar sonucunda resmi ölü sayısı 31 olarak veriliyordu. Çorum olaylarını
kimlerin kışkırttığına dair henüz sağlıklı bilgiler ortada yokken anlaşılmaz
bir biçimde Demirel yeni bir hedef gösteriyordu. "Çorum'u bırak, Fatsa'ya
bak" demekle Çorum'da faşistlerin cinayetlerini örtbas etmek isteyen bir
tavır takındı.
Bu konuda çeşitli sorular
akla gelebilir. 31 kişinin öldüğü Çorum olayları önemsiz miydi, yoksa sorunlar
çözülmüş müydü de Fatsa'ya neden bakılacaktı? Aşırı sağın saldırısı ve
militan solun savunması şeklinde gelişen olaylar ile Fatsa'daki durum arasında
bir benzerlik var mıydı? Çorum'da olayların durdurulması için güvenlik
kuvvetleri müdahale etmek zorunda kalmışlardı. Fatsa'da benzer olaylar
var mıydı ki müdahaleye gerek duyuluyordu?
Fatsa'da farklı bir yerel
yönetim vardı. Sağ basın onu Devrimci Yol siyasetinin egemenliğinde "kurtarılmış
bölge" olarak tanıtıyordu. Bu ne kadar doğru bir tespit idi? Terzi Fikri
Sönmez Devrimci Yol taraftarı olmuş olabilir, seçimde ona yardım edenler
Devrimci Yol militanları da olmuş olabilirler. Amasya'da askeri mahkemede
12 Eylül sonrasında görülen Fatsa davasının bir numaralı itirafçı sanığı
Yusuf Atasoy'un Yeni Forum Yayınları'na buna ilişkin söyledikleri de doğru
olabilir: "Dev-Yol örgütlenmesi ve çalışmaları sonucu, halk arasında birçok
sorunun çözümünü bulan mercii haline gelmişti." (Çılgınlıktan Sağduyuya.
Ankara Kasım 1987. s. 185)
Ancak bundan "Fatsa'da sol
terörü uygulanıyordu" diye bir sonuç çıkmaz. Yine itirafçı Yusuf Atasoy'dan
dinleyelim: "Fatsa'nın diğer yerlerine tersine sakin ve sessiz oluşu, Fatsa'ya
Dev-Yol'un dışında bazı çevrelerin de sempati ile bakmasına neden oluyordu...Nokta
operasyonu zamanla Devrimci Yol'un şehir içindeki hakimiyetine son verdi,
ancak bu sefer aşırı sağcı bir grup hakim oldu. Bu grup güvenlik güçlerinin
çok sıkı denetimine rağmen şehir içinde terör estirebildi." (a.g.e., s.
187)
Fatsa'da yarım gün kaldığım
için oradaki uygulamaların çoğunu inceleme olanağım olmadı. Mahallelerde
kurulmuş komitelerde gerçek söz sahibi halk mıydı, yoksa belirli bir merkezden
talimat alan Devrimci Yol militanları üstün bir retorikle tüm diğer görüşleri
baskı altında mı tutuyorlardı, bilemem. Ancak gazete haberlerine göre ülkücüler
hariç şehirde tüm siyasetler mevcuttu.
Sonradan Devrimci Yol'un,
Fatsa'ya diğer sol örgütlerin girmesini yasakladığını orada çalışanların
ifadelerinden öğrendim. Gerekçe olarak sol örgütleri arasında şiddet olaylarının
başka türlü durdurulamadığını gösterdiler.
Gerçekten Nokta operasyonuna
kadar Fatsa'da, benzer illeri ile karşılaştırıldığında az öldürme olayı
yaşanmıştı. Fatsa'da yerel yönetim şiddet olaylarına izin vermezken, çevre
ilçe ve köylerde siyasi amaçlı cinayetlere ortam hazırlanıyordu. ABD'de
bir yıl eğitim görmüş Reşat Akkaya Ordu'ya vali olarak atanmadan önceki
3 yıl içerisinde yörede 34 öldürme olayı meydana gelmişti. 20 Nisan 1980
tarihinde göreve başlamasından sonraki 5 yıl içinde (ki o zaman ülke çapında
terörü durduran Milli Güvenlik Konseyi yönetime el koymuştu) öldürmeler
dört mislisine çıktı (toplam 130; Kaynak: Pertev Aksakal. Bir Yerel Yönetim
Deneyi. Simge Yayınları, s. 150)
Fatsa'da belki tabanın egemen
olduğu demokrasi anlayışı tam anlamıyla gerçekleşmemişti, ama Fatsa'nın
belli bir sol siyasi anlayışının propaganda modeli olma yolunda olduğundan
şüphe yoktu. Onun için orası bir "anarşistler yuvası" olarak tanıtıldı
ve yok edilmesine karar verildi. Aynı zamanda güvenlik kuvvetleri de militan
sola karşı darbeden sonra ülke çapında nasıl savaşacaklarını öğreneceklerdi.
67 ilde birden yapılacak harekattan önce gücün 20 bin nüfuslu bir kasabada
denenmesinde fayda vardı.
İzmir, Erzurum, Konya ve Bolu'dan
gelen askeri birlikler barikatlar arkasında bol cephane ile saklanmış sol
militanlar ile savaşacaklarını düşünürlerken kentte doğru dürüst silah
bile bulamadılar. 17'si ruhsatsız, topu topu 33 tabanca bulundu ki o dönemde
bu kadar silah Türkiye'nin her köyünden çıkardı. Maskeli olarak dolaşıp
solcuları hedef gösteren 10 kişinin 4'ü daha önce giriştikleri şiddet eylemlerinden
ötürü aranan ülkücüler olması dönemin başbakanı Demirel'i pek rahatsız
etmiyordu: "ayıbını saklayanlar ayıp etmiş,"ti, hepsi o kadar. İlk operasyonda
evlerinden toplanan 390 kişi arasından ancak 6'sı hakkında tutuklama gerekçeleri
uydurulabildi. Fakat cuntanın ruhu artık ilçeye girmişti ve daha sonraki
aylarda alışkanlık haline gelen operasyonlarda halkın yüzde 10'u gözaltına
alınıp işkenceli sorgudan geçecekti.
Dağlarda "ölü olarak ele geçen",
işkencehanelerde yaşamlarını yitirmiş bunca Fatsa'lı hariç 759 sanıklı
ilk Fatsa davasına 12 Ocak 1983 tarihinde başlandı. Amasya Sıkıyönetim
Askeri Mahkemesi'nde 5 yıldan fazla sürecek olan davada askeri savcı başlangıçta
268 sanık için idam istiyordu.
Fatsa davası 12 Eylül sonrası
açılan sayısız yığınsal davalardan sadece bir tanesidir. Büyük kentlerden
uzak, Amasya'da yürütüldüğü için başka davalar kadar ilgi görmedi. Gerçi
oraya da yabancı heyetler geldi, fakat ister Türkiye basını, ister uluslararası
kamuoyu açısından hiç bir zaman Barış Derneği ya da DİSK davası kadar ilgi
toplayamadı. Ancak bu dava, 12 Eylül'ün hukuk anlayışını gösterme açısından
diğer davalar için de örnek teşkil eder.
İşkence altında gerçek olan
ve olmayan bir çok "suç" kabule zorlanmış, askeri cezaevinde disiplin sağlamak
amacıyla rutin dayaktan geçirilen sanıklar doğru dürüst savunma hazırlama
olanağından yoksun bırakılmışlardı. Davanın açılmasından kısa zaman sonra
yargıçlar sanıkları gruplar halinde mahkemeye getirmeye karar verince birbiriyle
görüşme ortamını tamamen kaybeden tutuklular bir müddet için sorgu vermeme
yöntemini denediler. Ancak ifade vermeyenlerin tahliye edilmeleri söz konusu
olmadığından kolektif karara uyup önemli bir "suç"la yargılanmayan sanıklar
bu kez gereğinden fazla "yatmak" zorunda kalıyorlardı. Buna cezaevi yönetimin
itirafa yönelik zorlanmalar ve imtiyaz sahibi olabilme vaadleri de eklenince
toplu savunma fikrinden cayıp itirafçı olanların sayısı 74'e çıktı.
Örgüt lideri durumunda olan
bir numaralı sanık Yusuf Atasoy'un itirafçı olması başkaların itirafçı
olması için bir neden olmuş olabilir. Ayrıca sıradan bir çok vatandaşın
örgüt militanı olmadıkları halde, gerçekdışı bir suçlama ile karşı karşıya
kalmış olmaları başka bir neden olabilir. Nitekim Yusuf Atasoy bu konuda
şöyle konuşuyor: "Şubat 1985 tarihinde itiraf edecek bir şeyleri olmayanlar
bile safları terk ettiler." (Çılgınlıktan Sağduyuya, s. 194) Pişmanlık
yasası olarak bilinen 3216 sayılı yasadan faydalanmak için itirafta bulunan
bir çok kişi sonradan itirafçı olmaktan pişmanlık duydular. Fatsa davasının
470 numaralı sanığı Kadir Özbayraklı bunlardan birisidir. 15 Haziran 1988
tarihinde mahkemeye verdiği dilekçesiyle itiraflarından vazgeçiyor ve itirafçıların
"tavla oynayarak kime ne suç yükleyeceklerini tespit ettikleri"ni anlatıyor.
Sonuçta şöyle bir değerlendirme yapıyordu: "Onların [itirafçıların] arasında
uzunca bir süre yaşayan biri olarak ne doğru konuşanı gördüm, ne de pişman
olanı." (Halil Nebiler. Pişman İtirafçılar. İstanbul Kasım 1990, s. 85)
İtirafçıların ortaya attıkları
suçlamalar temelinde görülen dava, beraat, koğuşturmaya yer yok, ya da
davanın düşmesi gibi kararları ile sonuçlandı. İstenilen "suç" yaratılamadı
yani.
Fatsa davasında da bir çok
başka davada olduğu gibi, tanıklara dahi işkence yapılmıştır. Gördükleri
işkenceleri mahkeme önünde anlatanlar da oldu. 25 Ekim 1983 tarihli duruşmada
dört tanık bu doğrultuda ifade verdiler. 7 Aralık 1983 tarihli duruşmada
Kılıçlı köyü muhtarı Remzi Duran polis ifadesinin işkence altında alındığını
belirtti.
Davada 300'den fazla sanık
gözaltı sürelerinde yoğun işkenceden geçirildikleri için suç duyurusunda
bulundular. Bunlardan 68'nin ellerinde işkence iddialarını delillendiren
doktor raporları da vardı. Askeri savcı hiç bir soruşturma yürütmeden bütün
şikayetler hakkında koğuşturmaya gerek olmadığına karar verdi, çünkü "polis
sadece devletin çıkarına uygun hareket etmişti."
Ağustos 1988'de sanık sayısının
811'e yükseldiği davada mahkeme heyeti 8 kişiyi idama, 14'ünü ömürboyu
hapis cezasına çarptırdı. Beraat eden ya da kısa süreli hapis cezasına
çarptırılan sanıklar arasında 100 kişi 1 ile 6 yıl arasında fazla yatmış
oldular. Dava süresince terzi Fikri de dahil olmak üzere 15 kişi değişik
nedenlerle ölmüştü.
Milli Güvenlik Konseyi Başkanı
Kenan Evren anılarında halk çocuğu olan terzi Fikri için sadece şunları
söyleyebildi: "...ufacık bir ilçede belediye başkanının komünist ülkelerdeki
idare şekline benzer bir idare kurmuş...mahkemesi sonunda...ağır hapis
cezası ile cezalandırılmıştır." (Kenan Evren'in Anıları. Cilt I. Milliyet
Yayınları. İstanbul Kasım 1990, s. 464) Fikri Sönmez'in cezaevinde ölmesini
her halde uygun bir ceza olarak görüyordu.
DARBENİN
AYAK SESLERİ
Darbenin nedenleri arasında
şiddet olayları ilk sırada yer alıyor. Tüm diğer nedenler buna bağlı olarak
yorumlanabilir. Suçlanan her kesim buna karşı etkisiz kalmaktan sorumlu
olduğu ölçüde darbeye neden olmuş sayılabilir. Bir başka deyişle askeri
diktatörlüğe geçebilmek üzere hükümeti alaşağı edebilmek, kısır çekişmeler
ile demokrasiyi tehlikeye atan partilere siyaset yasağını koyabilmek, 24
Ocak kararlarına karşı direnen sendikaları etkisiz hale getirebilmek ve
tüm demokratik kuruluş ve örgütlere dur diyebilmek için günde ortalama
20 vatandaşın ölmesi gerekiyordu.
Sıralanacak diğer nedenler
bunun yanında gerçekten hafif kalır. Güçlü bir muhalefete karşı 24 Ocak
kararlarını hayata geçiremeyen iktidar, 100'den fazla oylamada Cumhurbaşkanı
seçimini gerçekleştiremeyen partiler, kısaca toplumun her seviyesinde istikrarsızlığın
egemen olması belki NATO müteffikleri için darbenin haklılığı açısından
daha anlamlı olabilir. Yani ABD ve Federal Almanya için, ölenler sadece
istikrarsızlığın bir belirtisi sayılabilir. Ancak Türkiye'de yaşayanlar
için korkusuz işe gidebilmek, uykusuz gecelerde eş dostlardan birinin öldürüldüğüne
dair haber alma endişesinden kurtulmak en önemli nedendi.
Şiddet olayları neden bu boyuta
ulaştı, aklı başında bunca demokratik güç ve kuruluş niçin bu olayların
karşısına çıkıp durduramadılar diye bir soru akla gelebilir. MİT raporlarına
bakıldığında şiddet olaylarının % 70'i sol görüşlü çevrelerden kaynaklanıyordu,
aşırı sağ ancak % 30'undan sorumlu idi (M. Ali Birand. 12 Eylül. Saat 04.00.
İstanbul 1984, s. 76). Genelkurmay istatistikleri de solu daha fazla sorumlu
tutuyordu. 26 Aralık 1978 ile 16 Kasım 1979 tarihleri arasındaki dönemi
kapsayan bir rapora göre eylemci sağ olayların % 8'inden sorumlu olarak
gösterilirken, eylemci sol % 43'ünden sorumlu ilan ediliyordu. Aşiret kavgalarının
yoğun yaşadığı Güneydoğu bölgesindeki "bölücü" grupların eylemleri cinayetler
arasında % 3 olarak gösteriliyordu. Ancak 4000'den fazla olayın failleri
belirlenemişti, dolaysıyla cinayetlerin % 46'sının kimin tarafından işlendiği
belli değildi (Cüneyt Arcayürek. 12 Eylül'e Doğru Koşar Adım (9). İstanbul
1986, s. 154).
4 Aralık 1979 tarihinde Genelkurmay
ile hükümetin ortaklaşa yaptıkları sıkıyönetim koordinasyon toplantısında
Orgeneral Necdet Üruğ konuşmasında "eylemcilerden büyük miktarı, aşırı
sol kesime mensuptur" dedikten sonra sözlerine şöyle devam ediyordu: "...ideolojik
ve örgütsel nitelik taşıyan olaylara karıştığı saptanan 35 sol, 6-7 sağ
örgüt vardır...eylemci sağ ise; ideolojik hedeflerini, ülkeyi komünistlerden
temizlemek ve ülkenin komünist olmasını önlemek olarak belirlemektedir."
(Kenan Evren'in Anıları. İstanbul 1990, s. 311 - 319).
Orgeneral Necdet Üruğ'nun
kesin olarak 35 sol örgüt tespit edebilmesi, fakat sağda daha az olmasına
rağmen belirli bir rakam (ya 6 ya 7 olur) koyamamasından başka tüm sol
örgütlere "TKP ve ona bağlı THKO/C"nın güdümünde göstermesi gibi yanlışlar
yaptığı için cinayetlerin failleri hakkında da yanılgılara düşmüş olma
olasılığını kuvvetlendirir. Farklı hesaplarla çok değişik sonuçlara ulaşmak
pek zor değil zaten.
Ankara Sıkıyönetim Askeri
Mahkemesi'nde ana Devrimci Yol davasında yargılanan sanıklar böyle bir
hesap yaptılar ve ölenlerin siyasi görüşlerinden hareketle darbeden önce
işlenen 5,388 cinayetin kurbanları arasında 1,296 sağ görüşlü 2,109 ise
sol görüşlü olduğunu tespit ettiler. Ölenler arasında ayrıca güvenlik kuvvetlerine
mensup 281 kişi tespit edildi. Gerçi bu hesapta da belirlenemeyen olay
sayısı oldukça kabarıktı. Ancak gizli bir plan şeklinde gelişen olayların
başlangıcına bakıldığında daha net bir tablo ortaya çıkmaktadır: "1975
yılına gelinceye kadar ölen tek bir sağ görüşlü vardır. Ülkü Ocakları üyesi...kendi
arkadaşları tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür." (Devrimci Yol Savunması.
Ankara Ocak 1989, s. 118-119) Benzer rakamları Uğur Mumcu vermektedir.
"1975 yılında 23'ü sol, 7'si sağ olmak üzere 31 yurttaş öldürüldü. 1976'da
ölü sayısı 87'ye sıçradı; öldürülen bu 87 kişinin 60'ı sol görüşlü, 27'si
sağ görüşlüydü." (Cumhuriyet 14 Eylül 1990)
Bu ve benzer hesaplara bakıldığında
resmi verilere ters düşecek biçimde şiddet eylemlerinin (ve bunların arasında
en önemlisi siyasi cinayetler) büyük bir kesiminin aşırı sağ tarafından
gerçekleştirildiği kolayca anlaşılmaktadır. Ancak bu, şiddet uygulayan
sol örgütleri sorumluluktan kurtarmaz. Misilleme olarak, militan sağ örgütlerin
yaptığı gibi, ülkücülerin devam ettiği kahveleri tarama eylemlerine girişen
örgütler olduğu gibi "silahlı propaganda" anlayışı ile hareket edip "bakın
ünlüleri öldürebilecek kadar güçlüyüz" demek için bireysel terör eylemlerine
başvuran gruplar da vardı.
Bazı sol çevrelere göre faşistlerin
saldırı ve işgallerine karşı şiddete başvurmamak gerekirdi; aksi takdirde
sağ terörün provokasyonuna gelinmiş ve darbeye gerekçe hazırlanmış olunuyordu.
Bütün sol bu şekilde hareket etseydi, darbe yapılmıyacak mıydı bilemem.
Ancak darbeye giden yolda sol örgütlerin iradesi dışında kararlaştırılmış
planlar uygulanıyordu sanki. Varlığı artık pek tartışılmayan "kontrgerilla"
gibi kuruluşların yaktıkları ateşlere bazı sol siyasetlerin mazot döktüğü
söylenebilir, ancak darbenin açık faşist mantıkla hazırlandığı da bir gerçek:
bir taraftan şiddet olayların yükselmesi gerekli idi, öte yanda buna karşı
demokratik yolların tükendiği açık bir şekilde gösterilebilmeliydi: "Müdahalemizin
en son çare olduğu, başka hiç bir çare kalmadığı iyice anlaşılmalı." (Birand.
a.g.e., s. 134)
Bu sözleri söyleyen dönemin
Genelkurmay Başkanı ve darbenin liderliğini yapan Orgeneral Kenan Evren
"Anıları"nı sanki bu iddiaya karşı yazmış gibidir. Yani iddiayı çok ciddiye
almış olacak ki 555 sayfa tutan anılarının birinci cildini hemen hemen
salt bu görüşü boşa çıkartmak için hazırladı.
Darbeden önce yapılan tespitler
arasında tek ilginç gelebilecek olgu, istihbaratın zayıf oluşudur. Bundan
sadece sivil hükümetler değil, Genelkurmay bile şikayetçi idi. Cüneyt Arcayürek'in
"Darbeler ve Gizli Servisler" yapıtında ortaya koyduğu gibi burada sanki
MİT, darbenin gerçekleşmesi için kendi taktiklerini uyguluyordu. Nitekim
Kenan Evren kendi "Anıları"nda bile istemeyerek böyle bir gücün varlığına
işaret ediyordu. 5 Mayıs 1980 tarihinde başbakan Süleyman Demirel ile yaptığı
bir toplantıdan bahsederken konu Özel Harp Dairesi'ne geldiğinde aralarında
şöyle bir konuşma geçti:
"[Demirel] Özel Harp Dairesindeki
personeli teröristerle mücadelede kullanmamızı ve onlarla çete savaşı yapmak
suretiyle öldürülmelerini, vaktiyle de bu teşkilatın böyle kullanıldığını
söyledi...Bu hal tarzına şiddetli karşı çıktım...bu teşkilatın vaktiyle
yanlış kullanıldığını... tekrar kontrgerilla söylentilerinin ortaya atılmasına
müsaade edemeyeceğimi...belirttim." (Anılar, s. 431/432)
Sürekli fazla yetki isteyen
Genelkurmay, sıkıyönetimin genişletilmesinden yana bazı kararlar aldırabildi.
Aralık 1978 Kahramanmaraş olaylarından sonra Eylül 1980, darbenin yapıldığı
tarihe kadar sıkıyönetim altında olan il sayısı 13'ten 20'ye çıkartılmış
oldu. Sadece MHP lideri Türkeş değil, Ecevit bile sıkıyönetimin geniş tutulmasından
yana idi:
"Başbakan Ecevit, 12 ilde
sıkıyönetim ilan edilmesi kararına varılırken, 'Hilal içindeki illerde
Yozgat, Tokat, Çorum gibi ülkücülerin kümelendiği illerde de bu uygulamanın
yaygınlaştırılmasını' istedi... Genelkurmay Başkanı Kenan Evren bu isteğe
'bu kadar kuvvetimiz yok' diye karşı çıktı." (Cüneyt Arcayürek. Müdahalenin
Ayak Sesleri (8). İstanbul 1985, s. 14)
Bu sözler, ordu "devlete destek
olan" sağ teröristlere göz yummaktadır diye yorumlanabilir ve böylece darbe
denemesinin neden Türkeş'in 5000 silahlı militanının bulunduğu Yozgat'ta
değil de, 33 tabancanın bulunduğu Fatsa'da yapıldığını da izah eder.
12 Eylül'de 67 ile birden
egemen olabilen ve kısa sürede şiddet olaylarında % 90 gibi bir azalma
ortamını sağlayabilen Genelkurmay Başkanı ondan iki yıl önce üç ilin sıkıyönetimle
idare edilmesini çok görüyordu. Aynı tarihlerde Evren silahlı kuvvetlerin
sıkıyönetim uygulamasında ortaya çıkan sorunlarını şöyle dile getiriyordu:
"...sıkıyönetim komutanlıklarının
çok yumuşak bir tutum izledikleri, ve henüz anarşinin kökenine inemedikleri
idddiasını ileri sürenlerin amacı, bu komutanlıkları gayrı kanuni yollara
sürerek, sanık ve hükümlülere işkence yapmayı, zamanlı zamansız aramalarla
vatandaşı huzursuz etmeyi telkin ise, aldanmaktadırlar... Anarşik olayların
kökenine iki ay kısa bir sürede hiç bir gücün inemeyeceği gerçeğini ulusumuzun
ve basınımızın takdirine bırakıyorum." (Arcayürek (8), s. 82)
Ne varki 2 ay yetmediği gibi
21 ayda bile "terörün kökenine inilemeyecekti". Bu konuşmasında çok demokratik
görülen Genelkurmay Başkanı işkence ile "teröristleri" konuşturma yöntemine
karşı çıkıyordu. Oysa darbeden hemen sonra güvenlik kuvvetlerine tanıdığı
yetkiler arasında gözaltı süresini 90 güne çıkartarak işkenceye yeşil ışık
yakıyordu. Burada, bir zamanlar karşı olduğu izlenimini verdiği işkence
yöntemlerini sonradan benimsemiş midir diye bir soru akla gelebilir (idam
konusunda farklı görüşler ifade ettiği gibi). Yeri gelmişken şunu da belirtmek
gerekir. Darbeden sonra ilk kez işkence iddialarını araştıran bir yönetim
olmakla övünen MGK, eski şikayetleri unutmuş gibiydi. Orgenerel Necdet
Üruğ İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olarak 4 Aralık 1979 tarihinde yapılan
sıkıyönetim koordinasyon toplantısında "suçluyu konuşturmak için...yapılan
en küçük bir müdahale işkence avazelerine sebep olmaktadır...[ve] işkence
avazeleri karşısında derhal polis aleyhine soruşturma açılmaktadır" diye
polisin "rahat" çalışamamasından şikayetçi idi. (Kenan Evren'in Anıları,
s. 318)
Yetkisizlik iddialarını genel
bir stratejinin parçası olarak görmek mümkündür. Nihai hedefi demokratik
yasalardan vazgeçmek olan plana göre mevcut sorunların yürürlükte bulunan
yasalarla çözülmediğini göstermek gerekiyordu. Bu arada aşırı sağ ve sola
karşı uygulanacak taktikler geliştirebilirdi, yani örgütlere daha çabuk
darbe indirebilmek için istihbarat toplayıp, darbeden sonra en hızlı biçimde
sessiz bir ortamın gerçekleştirilmesi için hazırlıklar yapılabilirdi. İstenseydi
12 Eylül öncesi de teröre karşı başarılı bir savaşım verilebileceğinden
şüphem yok.
Bir kez siyasi cinayetlerin
çoğunluğu sıkıyönetim altında bulunan illerde işleniyordu, diğer illerde
hemen hemen yoktu. Sorunun boyutunu göstermek için Ecevit'in bir başka
konuşmasına bakmakta fayda var. 24 Temmuz 1980 tarihinde şöyle diyordu
Ecevit: "Türkiye'de bir baştan bir başa kasıp kavuran anarşi yedi (7) ilde
azgın. Bu yedi ilde işlenen cinayetler, Türkiye genelinde yüzde 90 ölçüde."
(Aracayürek (9), s. 26)
Gerçek rakamlara bakıldığında
yüzdelik tam olarak 91,93'tür, çünkü 26 Aralık 1978 ile 22 Temmuz 1980
tarihleri arasında 2070 kişi arasında 1903'ü sıkıyönetim altında bulunan
7 ilde öldürülmüştü. Diktatörlüğe yol açacak terörün yaygınlaşması için
yola çıkmış faşist vurucu güçler ile demokratik çözüm yollarının tükendiğini
geniş halk kesimlere gösteren Genelkurmay, birbirini tamamlayan iki güçtü.
Darbenin baş aktörleri bunlardı denilebilinir; "faşist mantık" ve "darbeci
ruhu" ile hareket eden, diktatörlük heveslileri olarak da adlandırabileceğimiz
demokrasi düşmanı sivil ve askeri güçler darbeye gerekçe hazırladılar ve
tek tip insan yaratma planlarını yürürlüğe koydular.