Helmut Helmut Oberdiek * 18.9.1947 — † 27.4.2016
dictionary  HH'de oturan, HF'lu olan HO'nun kütüphanesi
Kitabım Wikim Sergim Arşivim Eklerim
01 02 03 04 05 06 07 08 09 10 11 12 13 14

ALMANYA'DAKİ DAYANIŞMA HAREKETİ

Türkiye'de 1977 yılından sonraki gelişmeler genel olarak iç savaşa doğru giden yol olarak yorumlanmakla birlikte, özellikle bazı sol çevreler, aynı dönemde Türkiye'deki faaliyetlerini bir "kurtuluş savaşı" olarak algılıyorlardı. Faşist saldırılardan kaçan bazı gençler, Türkiye'de yetişip Almanya'ya okumaya gelmiş öğrenciler ve Türkiye ile yakın temas halinde olan bazı işçi arkadaşlar olayları bize böyle tanıtıyorlardı. Ortaya attıkları görüşler doğrultusunda kaçınılmaz olarak Türkiye'deki devrimci mücadele ile belirli bir dayanışma hareketini örgütlemek gerekiyordu.
Ancak darbeye kadar bu tür dayanışma çalışmaları bazı büyük kentlerde rastlanılmakla beraber geniş bir destekten yoksun, hemen hemen salt Türkiye'liler arasında değişik devrim teorilerinin tartışıldığı dernekler şeklinde kaldı. Darbe ile birlikte faşist saldırılardan daha büyük saldırılarla karşılaşan Türkiye solu ile dayanışma halinde olan bir hareket ancak darbeden sonra canlanabildi.
Oluşturulan komiteler, Frankfurt, Hamburg, Berlin, Nürnberg, Braunschweig ve Tübingen'den gelen arkadaşlar ile ilk toplantılarını darbeden 9 gün sonra, 21 Eylül 1980 tarihinde, Frankfurt'ta yaptılar ve hazırladıkları bir metin doğrultusunda daha geniş çevrelerin katılması için çağrıda bulundular. Kararlaştırılan ilkeler arasında "askeri cuntayı teşhir etmek, faşist karekterini açığa çıkartmak, her türlü ekonomik ve askeri yardımı kınamak" vardı. Onun dışında Türkiye'deki diktatörlüğün iç savaşı körükleyeceği ve ona karşı direnişin yükseleceği gibi yanlış tahminler de yürütülüyordu. Almanya'da resmi ideolojiye karşı bir kamuoyunun oluşturulması ve askeri cuntaya karşı direnenlere mali yardım yapılabilmesi konusunda "Alternative Türkeihilfe"ye güveniyorlardı. Son bir nokta olarak da Almanya'daki sorunları gözardı etmemek amacıyla kurulacak olan dayanışma komitelerinin "yabancı düşmanlığına ve mülteci hakkının kısıtlanmasına karşı uğraş vermesi" de kararlaştırılıyordu.
Zamanla Almanya'nın 20'den fazla kentinde bu tür komiteler oluşturuldu ve farklı başarılar ile bazen iki, bazen 5 ve bazen daha uzun yıllar çalıştılar. Türkiye'de askeri yönetime karşı düzenlenen bir çok merkezi yürüyüşte, özellikle bir çok yerel eylemde zaman zaman etkili faaliyetler yürüttüler.
Herford'a 15 kilometre uzaklıkta bulunan büyük kent Bielefeld'de öğretmenliğime devam ederken "dayanışma hareketi" ilk büyük sınavından geçiyordu. 20 Aralık 1980 tarihinde Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde Behçet Dinlerer adında bir sanığın işkence altında yaşamını yitirdiğine dair gelen haberden sonra 23 Aralık 1980 tarihinde Almanya'nın 11 şehrinde ve sonra Paris, Strasburg ve Liege (Belçika'da) dahil olmak üzere 20 şehirde 45 gün sürecek olan ve 150'den fazla insanın katıldığı bir açlık grevine başlandı.
Almanya'daki açlık grevi 21 Ocak 1981 tarihinde merkezi olarak Bonn'a taşındı. Devam eden 121 kişi arasında 5 Alman vardı. Grevcilerin sorunları (basın, konut, sağlık gibi) ile ilgilenen 30 kişi arasında başka Almanlar da bulunuyordu. Açlık grevinin taleplerine gelince: gözaltında ve yoğun işkence altında bulunan, isimleri belirlenen 4 kişi hakkında somut bilgi isteniyordu (Türk yetkililer bu insanların gözaltında olduklarını bile kabul etmiyordu). Alman hükümetinden diplomatik girişimlerle ya da başka kanallardan bilgi alması isteniyordu. Ayrıca Türkiye'de insan haklarını araştırmak için bağımsız bir heyetin gönderilmesi isteniyordu.
18 Ocak 1981 tarihinde Federal Alman meclisinde (Bundestag'ta) bulunan 3 partiden oluşan bir heyetin Türkiye'ye gönderilmesine dair alınan karar 20 Ocak tarihinde kamuoyuna açıklandı. Aynı günlerde, 16 Ocak 1981 tarihinde, Bonn Türkiye Büyükelçiliği tarafından yapılan bir açıklamaya göre Türkiye'de sanıkların sorgularında planlı ve sistemli bir işkence uygulamasından söz edilemezdi. İşkence altında öldüğü iddia edilen Behçet Dinlerer'in ölümüne gelince, 30 Kasım gününde hastalanan sanığın o gün hastaneye götürüldüğü, 15 Aralık günü de zatürree hastalığından vefat ettiği bildiriliyordu.
Bu gelişmeler açlık grevine yanıt niteliğini taşıyordu, ancak talepleri tam karşılamıyordu. Onun için grev, bir süre daha devam etti. 10 Şubat 1981 tarihinde grevciler adına yapılan bir açıklama ile eyleme son verildi. Basın bildirisinde açlık grevinin Alman ve Avrupa kamuoyunda çok geniş yankılar bulduğu, tüm taleplerin yerine getirilmemesine rağmen büyük ölçüde amacına ulaştığı vurgulanıyordu. Bundestag tarafından gönderilecek heyetin bağımsız olmadığından ötürü istenilen nitelik taşımadığı için grevciler tarafından kabul edilmediği de belirtiliyordu.
CDU'lu Alois Mertens'in başkanlığında, SPD'den Carsten Voigt ve FDP'den Helga Schuchardt'ın parti sorumlusu olarak katıldıkları heyet 2 ile 7 Mart 1981 tarihleri arasında Türkiye'ye gitti. Türkiye'ye gitmeden önce Alois Mertens niyetlerini şöyle belirtiyordu:
"Geleneksel Türk-Alman dostluğu, her iki ülkenin ortak savunma çıkarı ve ekonomik alanda Almanya'nın son yıllarda Türkiye'ye destek oluşu somut bir dialoğun temelini oluşturur. Batı'nın Türkiye'ye yaptığı yardımlar çok önemli ve bunların devam edilmesi demokrasiye dönüş koşuluna bağlanmamalı." (Milliyet 3 Mart 1981)
Türkiye'de heyet MGK Başkanı Kenan Evren, vekili Necat Öztorun ve Başbakan Yardımcısı Turgut Özal'dan başka Demirel ve Ecevit ile görüşmüştü. Dönüşlerinde ayrıca kahvelerde halktan insanlarla, taksi şoförleri ve (her halde hükümetin belirlediği) bir kaç avukat ile görüştüklerini övünerek belirten heyetin demeçleri Türkiye'de askeri iktidarın sözlerini tekrar etmekten başka bir şey değildi:
"Türkiye'deki insan hakları konusunda Batı'nın duyduğu endişelerini dile getirdik. Bugünkü Türk hükümetinin, Anayasa ve Türk Ceza Yasası'nın hükümlerini titizlikle uyguladığını bize söylendi. Bunun anlamı, işkence kesinlikle yasaktır ve en ağır şekilde cezalar altına alınmıştır. Adalet Bakanı olan sayın Menteş her iddianın, her delilin titizlikle soruşturulduğunu bildirdi." (Cumhuriyet 5 Mart 1981)
Bu tür demeçlerle açlık grevi yapanların iddiaları yalanlanmış gibi oldu. Türkiye'de askeri cuntaya Alman heyet tarafından peşinen vaadedilmiş destek sağlanmıştı. Ekonomik ve askeri çıkarlar insan haklarından daha önemli idi. Bazı heyet üyelerinin sonradan fikrini değiştirmeleri, baskı rejimine karşı çıkmaları pek önemli değildi; bir kez demeç verdikten sonra tekrar onları dinleyen pek yoktu. 10 yıl sonra, Behçet Dinlerer'i işkence ile öldürdükleri iddiası ile yargılanan polis memurlarının davaları hala devam ettiğini kaç kişi bilecekti?
Somut hedefleri açısından açlık grevi amacına ulaşmamıştı, ama olumlu sonuçları da vardı. İlk kez Alman kamuoyunda Türkiye'de askeri yönetimin işkence demek olduğunu çok somut duymuştu. Arkadaşlarına yapılan işkenceyi protesto etmek için 150'yi aşkın insanın aç kalmaları, bir çokları için Alman heyetin sözlerinden daha ikna edici oldu. Ayrıca Türkiye'li ve Almanya'lı demokratlar açlık grevi sırasında önceden pek görülmeyen ortak bir deneyim de kazandılar.
Bir çok şehirde ancak bu eylemden sonra "dayanışma komiteleri" oluşturulabildi. Açlık grevi sırasıda Türkiye'deki işkence uygulamalarına örnek gösterilen kişilerin "Devrimci Yol" hareketinin liderleri olmaları yüzünden bir çok yerde, komitelerin başlangıçtan itibaren o siyasetin ağırlığı ile gelişmesine yol açtı. Farklı siyasetler "Devrimci Yolcu"lar için yapılan bir eylem ile başlayan etkinliklere katılmak istemediler, ya da benzer isimleri altında ayrı bir örgütlenme ile bu girişimin kopyasını çekmeyi tercih ettiler.
Oturduğum yere en yakın komite, Bielefeld kentinde oluşmuştu. Arkadaşım Mayk baştan beri içinde idi, hatta açlık grevi yapanlar Bonn'a taşınınca onlara yardımcı olmak için bir süre orada kalmıştı. "Bielefeld Dayanışma Komitesi" belki diğerlerden farklı olarak hiç bir zaman "Devrimci Yol" güdümünde olmadı. Üyelerin çoğunluğu Almanlar'dan oluşuyordu. Onlar da genellikle belirli siyasetlere bağlı değillerdi ("Yeşiller" hariç). Ayrıca komitede Türkiye'liler arasında örgütsüz kalmış bir kaç "eski tüfek" arkadaşın da bulunması komitenin bağımsızlığını koruyabilmesi için önemli bir nedeniydi. Bielefeld'de bulunan Türkiye'li işçi ve öğrenciler arasında en güçlü örgüt "Halkın Kurtuluşu" idi ve örneğin Erdal Eren'in idamını protesto etmek için benim de katıldığım etkili toplantılar yapmışlardı.
Dayanışma komitelerinin etkili çalışmaları askeri yönetim, iktidarını beğendiği sivillere bırakıncaya kadar, yani 1983 yılının sonuna kadar devam etti. Başlangıçta "Graue Wölfe" (bozkurt, ülkücü, sivil faşistler)e karşı mücadele temelinde örgütlenen komitelerin farklı girişimleri arasında genellikle "siyasi tutuklulara özgürlük", "işkenceye son", "idam cezalarının kaldırılması", "vatandaşlıktan atılanlara destek" ve "Türkiye'ye yapılan yardımların eleştirilmesi" gibi konular vardı. Yurtdışında bulunan göçmen işçilerin hakları için mücadele her zaman ikinci planda kaldı. Tüm iyi niyetlerine rağmen komitelerin istenilen etkinliğe kavuştukları söylenemez. Benden daha iyi bir tahlil yeteneğine sahip olanlar bunun nedenleri hakkında çok kafa yordular, hatta zaman zaman komiteler içinde bu soruyu enine boynuna tartıştığımız da oldu, ancak çok net bir sonuca ulaşılmadı. Belirli bir süre komiteler içinde bulunmuş bir kişi olarak (uyruğum bana göre önemli değil) başarısızlıkların nedenleri konusunda kişisel görüşlerimi aktarmamda fayda var sanırım.
1968'den bu yana Alman ve Avrupa'lı solcular arasında canlı bir enternasyonalizm anlayışı tespit etmek mümkündür. İlk etapta ABD emperyalizminin Vietnam Savaşı'na karşı gelişen bu hareket, daha sonra Şili, Nicaragua, El Salvador ve Yunan Albaylar Cuntası'na karşı dayanışma hareketlerinde görüldü. Bu ülkelerin çoğu Türkiye'den daha uzakta idi. Ayrıca oradalarda sanki tek vücut haline gelmiş bir direniş ya da bağımsızlık savaşından söz ediliyordu. Aslında oranın solu Türkiye'den pek farklı değildi; binbir türlü fraksyonlara bölünmüş ve birbiriyle sürekli kavga halinde idi. Fakat oradan gelen bir göçmenler topluluğu Avrupa'da bulunmadığı için bölünmüşlükleri dayanışma hareketlerine fazla yansımıyordu. Bu yüzden Berlin'de yayınlanan Tageszeitung adlı gazete 1980'li yılların başında kısa bir sürede "El Salvador'a Silah" sloganı ile 2 milyon mark toplayabildi; biz "Alternative Türkeihilfe" ile aynı dönemde "Türkiye'de işkence kurbanlarına" 2 bin markı zor topluyabildik.
Bu olgu, Federal Almanya'da devrimci bir mücadale ortamı kalmadığından, iktidara geçmek üzere olan ya da iktidara gelmiş, fakat emperyalist bir tehdidi altında bulunan bir sosyalist harekete destek vermekle "devrimci vicdanlarını" rahatlatmak isteyen solcuların varlığı ile açıklanabilir. Kazananlarla dayanışma halinde olmak her zaman daha kolaydır, kaybedenlerin yanında daha çok "acıma" dürtüsüyle hareket edenler görülür.
Fakat Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde askeri yönetime karşı güçlü bir muhalefetin gelişmesine engel olan başka faktörler de vardır. Bir kez Türkiye'de 12 Eylül darbesi geniş bir halk desteği gördü. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde çalışanlar arasında generallere alkış tutanlar çoktu. Ülkeyi bir iç savaş uçurumundan kurtaranlara karşı başka türlü bir davranış pek düşünülmezdi.
Buna bir de resmi çevrelerin NATO müteffiğine verdikleri destek ile hareketle askeri yönetimin de sürekli "demokrasiye döneceğiz" vaatleri, hatta bunun somut adımlarının atılması (sivillerin de içinde bulunduğu bir hükümetin var olması, danışma meclisin kurulması, 90 güne uzatılan gözaltı süresinin azaltılması) gibi olgular, Avrupa'lılar için klasik bir askeri diktatörlüğün, bir "zorba rejimi"nin işbaşında olmadığı anlamına geliyordu.
En önemli engeli bizzat Türkiye'deki örgütlerine bağlı olan militanlar oluşturuyorlardı. Dayanışma kampanyalarına destek vermek isteyen Alman kişi ve kuruluşlar her gün farklı farklı programlar ile karşılaşmalarından başka, açıkça birbiri ile rekabet halinde, hatta zaman zaman diğer siyasetlerin girişimlerini baltalayan Türkiye'li devrimciler ile karşılaşınca neleri destekleyeceklerini bilemez duruma geldiler. Ayrıca; bir çok arkadaş sadece gereksinim olduğu zamanlarda kendilerine başvurulduğu için "kullanıldıkları"na dair bir duygu gelişti ve zamanla çoğu dayanışma girişimlerden vazgeçtiler.
Yandaş ya da kardeş örgütü bulunan siyasetler için bu belki o denli önemli değildi (TKP'nin DKP örgütü ile dayanışması gibi), ancak bu konuda bile zorluklar vardı (örneğin Arnavutluk modeline yakın siyaset güden örgütler çoktu). Ayrıca değişik kültürler ile yetişmiş insanlar arasında bir çok toplantıda temel farklar görülüyordu. Almanlar hoparlör bulmak gibi, yapılacak eylemin teknik işlerini örgütlemeye düşünürken, Türkiye'liler daha çok hangi sloganlar etrafında yürüyeceklerini tartışmak isterlerdi örneğin.
Ancak derinde yatan ve çoğu zaman farkedilmeyen engeller Türkiye'li örgütlerin siyaset anlayışında yatardı. "Tek doğruya sahip" örgütler, yarattıkları teorilerin herkesçe tam olarak kabul edilmesini istiyorlardı. Arada sırada somut talepler etrafında gerçekleştirilen eylem birliklerine rağmen farklı yaklaşımlar her zaman ağır basıyordu. 12 Eylül yenilgisini kabul etmek istemeyen örgüt militanları, uzun bir süre önlerine koydukları Türkiye'de iktidarı ele geçirme programından vazgeçmediler. Türkiye'de mücadele zeminleri kalmadığından ötürü "dışarıda" kalanlar, yakalanmayan gerçek ve sahte liderler yurtdışına kaçtıktan sonra buldukları özgür ortamda birbiriyle eylemcilik konusunda militanlık yarışına giriştiler.
Sayısız örgütlerin büyük çoğunluğu bir kaç insandan oluştuğu için ancak merkezi olarak örgütlenmiş eylemlerde varlığını gösterebiliyorlardı. Bu nedenle yerel olarak kurulmuş komitelere pek güvenmiyorlardı. Sonuçta her siyaset kendi dayanışma yapısını oluşturmaya çalıştı ve destek istedikleri "yabancılar" bir daha kimin neci olduğunu anlamadan, bilmem kime özgürlük, şunu koruma ya da bunlarla dayanışma adı altında ortaya çıkan bir çok isim karşısında dayanışmayı nasıl göstereceklerine şaşırıp kaldılar.
Türkiye'den gelmiş örgüt militanları eleştiren Alman dostlara yanıtlar hemen hazırdı. "Sizin örgütlülüğünüz yok. Hepinizle tek tek muhatap olamayız. Siz sabah, akşam birahanede kafa çekip keyfinize göre ancak eylemlere katılıyorsunuz. Yürüyüşlere katılmakla vicdanınızı rahatlatıyorsunuz. Bizim arkadaşlarımız ise Türkiye'de çatışmada ölür, işkencede sakat kalır ya da darağacına çekilirken, sizler kalabalığın içinde bile kız erkek sevişmekten başka bir şey düşünmüyorsunuz."
Bu tür eleştirilerde abartı payı olsa da, Almanya koşullarında biraz garip kaçıyorsa da haklılık payı vardır. Almanya'da da 1970'lerde sol bölünmüştü. Sol, daha çok halk hareketi sayılabilecek ve orta sınıfın başını çektiği çevre ve barış hareketleri içinde mevcuttur. 1970'lerden sonra ayakta kalan radikal sol örgütlerin, girişilen dayanışma eylemleri için fazla kişi seferber etme olanakları yoktu. Türkiye'de siyasi tutuklularla dayanışma gösterebilecek kişiler daha çok birey olarak katılıyorlardı ve bir kalabalık oluşturamıyorlardı. Eylemler de hep "yığınsal" olarak düşünüldüğünden ve kilit durumunda olan kurum ve kişileri harekete geçirmek gibi önemli görevler gözardı edildiğinden Alman dostlar bazen gerçekten "zayıf" ve genel çalışma içinde belki "lüzumsuz" kalıyorlardı.
Türkçe bilen bir Alman olarak kalabalık oluşturmaktan başka görevler beni bekliyordu. Öğretmenlikten ayrıldıktan sonra Bielefeld'deki dayanışma komitesinin toplantılarına sürekli değilse de genellikle katılıyordum. 40-50 kişilik geniş bir komite olduğu için çalışmalarımızı daha çok alt komiteler şeklinde yürütüyorduk. Dökümantasyon komitesi daha önce başlattığımız Alternative Türkeihilfe arşivinde çalışıyordu. Bazen de olağanüstü görevler düşerdi bana. Bunlardan birisi 12 Eylül'ün birinci yıldönümünde Almanya çapında gerçekleştirilecek protesto yürüyüşü öncesi gerekli eylem birliği tartışmaları için yapılan bir toplantıyı yönetmekti. Dayanışma hareketinin zorluklarına ışık tutabildiği için toplantının bazı özelliklerini buraya aktarmakta fayda var.
1 Ağustos 1981 tarihinde Köln'de yapılan toplantıdan önce 25 Temmuz tarihinde bir toplantı yapılmıştı. O gün bir çok konuda anlaşma sağlanamamasının bir nedeni "tarafsız" bir divan heyetinin olmayışından kaynaklanmış ve arkadaşların yoğun ısrarlarına karşın "bir sefere mahsus" bu görevi üstlenmeyi kabul ettim. Toplantıdan sonra zaten bana para da verselerdi bir daha yapmayacak kadar kötü bir deneyim sahibi olmuştum.
Sabah saat 9'da başlayan toplantı için tutulan salon küçüktü. Temsil edilen örgüt sayısı belki 30'u geçmiyordu, fakat en az 180 kişi arasında sadece 25 kadar Alman vardı. Komitelerde yer alan Almanlardan başka küçük, ama radikallikleri ile Türkiye'li örgütlere daha yakın grupları temsil eden 4-5 kişi de vardı. Türkiye'liler ise kısa bir süre öncesine kadar Türkiye'de birbiriyle amansız bir mücadele içinde, hatta yer yer birbirini "vuran" ekiplerden oluşuyordu.
Darbeden sonra ilk kez birbirine düşman olan kuruluşlar arasında birlik sağlamaya çalışılacaktı. Üstelik üst düzey yöneticiler değil, çoğunlukla "kin dolu" militanlar bu eylem birliğini sağlayacaktı. 25 Temmuz tarihinde yapılan toplantıda, örgüt temsilcileri yürüyüşte birbirine saldırmıyacaklarını kabul etmişlerdi. Fakat saldırmazlık paktı, yapılacak toplantı için geçerli olacak mıydı? Almanların bulunmasından ötürü fiili saldırı olmasa dahi, sözlü saldırı yapılmıyacağına dair henüz kimse kimseye söz vermemişti.
Toplantıda ilk önce yürüyüşün "ana" konuları belirlenmeye çalışıldı. Yürüyüşün hedefleyeceği dört konu tartışmaya açıldı:
1. Türkiye'de askeri diktaya karşı mücadele!
Toplantıda bulunan örgütlerin çoğu cuntaya "faşist" denilmesinde ısrar ediyordu.
2. Cuntaya karşı direnişin güçlendirilmesi!
Beş örgütün temsilcisi bu konuyu yetersiz buluyordu.
3. Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkı!
Bu konuda farklı talepler gündeme gelmemekle birlikte özellikle Kürt örgütleri için daha geniş bir ifade ile gündemin birinci maddesi olması gerektiğine dair isteklerin var olduğu anlaşılıyordu.
4. Federal Almanya hükümetinin askeri cuntaya verdiği mali, askeri ve siyasi yardımlara hayır!
Alman örgütleri için bu konu aslında birinci gündem maddesini oluşturuyordu.
Saatlerce süren tartışma sonunda "asgari talepler" olarak bu konulara herkes evet diyebildi, ancak hemen arkasında yürüyüş salt bu talepleri ile yoksa daha farklı sloganlar altında mı yapılsın diye bir konu açıldı. "Ajitasyon ve propaganda özgürlüğü" adı altında süren bu tartışmada iki temel görüş vardı. Birinci görüşe göre eylem birliği ancak ortak sloganlar ile anlamlı olurdu (bunu daha çok FİDEF -TKP- ile Komkar -Özgürlük Yolu- savunuyordu); ikinci görüşe göre ise herkese tam bir serbestlik tanınmalı idi (bu görüş daha çok aralarında ayrı bir blok oluşturmuş sosyalfaşizm teorisini savunan örgütlerce ileri sürülüyordu). Böylece dünya görüşlerine göre en önemli olarak kabul ettikleri konuları pankartlarına yazabilecek ve gerektiğinde yürüyüşe katılan diğer gruplara karşı sözlü ve yazılı saldırı yapabileceklerdi.
Sonuçta "ılımlı" grupların bastırılmaları sonucu ve belki de Devrimci Yol hareketinin çok güçlü görünmesi nedeniyle "orta bir yol" bulundu ve fiili saldırılar dışında sözlü saldırıların da yapılmayacağına dair söz alındı. Tüm örgütlerin yoğunlukla ana talepler etrafında slogan üretmekte serbest oldukları ilkesinden hareketle anlaşma sağlandı.
O zamana kadar 8 saatlik iş günü bitmişti, ancak toplantı yönticiliği görevimi başka birine bırakma olanağım yoktu. Ayrıca toplantıda çevirmenlik yapan kişi çok yetenekli olmasına rağmen  Halkın Kurtuluşu taraftarıydı ve salt bu yüzden yoğun itirazlara uğruyordu. Bu nedenle toplantının tercümanı da olmuştum. İlerleyen saatler ve sinirli hava içinde sigara ve çaydan başka "gıda" maddesi almama da vakit yoktu.
Toplantının üç gündem maddesi daha vardı. Bunların ikisi pek sorun yaratmadı. Çağrının dayanışma komitelerince yapılması, orada bulunan Almanların belirli bir örgüte bağlı olmamaları yüzünden, hemen hemen hiç itiraz olmadan kabul edildi. Teknik konular (tertip komitesi, emniyeti sağlamak gibi) gene Almanlara düştüğünden fazla tartışmaya yol açmadı.
Son olarak en hafife aldığım konuya geçtiğimizde çoktan karanlık olmuştu. Yürüyüş ilkeleri belirlenmişti, bütün teknik konular halledilmişti ve hayretler içerisinde düşman örgütler arasında anlaşma sağlanmıştı. Bana göre en küçük "teknik" bir soru açıkta kalmıştı: yürüyüşte örgütler hangi sıra ile yürüyecekti? "Tertip edenler başa" deyip dayanışma komitelerine ve diğer Alman kuruluşlara ilk sırayı vermekle Türkiye'li örgütler epey "cömertlik" gösterdiler. Ancak kavga ikinci sırada kimin yürüyüceği konusunda başladı.
Düşmanlıklarını birden hatırlayan örgütler bu kez öteki örgütlerin arkasına düşmemek için sanki "canları pahasına" akıl erdiremediğim bir rekabete giriştiler. "Bizde örgüt çoktur" deyip sosyalfaşist tezini savunan blok oraya talip çıkınca daha çok insan harekete geçirebilen ve daha eski bir geleneğe sahip olduklarını iddia eden gruplar hemen "böyle bir yürüyüşte yokuz" tehdidi savurdular. "Tampon" görevini üstlenen örgüt sayısı az değildi, ancak sorun onunla da çözülemezdi, çünkü asıl sorun yürüyüş sırasında birbiri ile kavga etmeleri olasılığı değildi (ona dair kesin sözler verilmişti). Asıl sorun birbirlerinin arkasında yürümeyi onurlarına yedirememeleriydi. Çözüm maksadı ile ortaya atılan iki görüş uzun uzun tartışıldı.
Birinci görüşe göre alfabetik sıra ile yürünecekti. Böyle bir uygulama belki gazetelere ilan verildiğinde anlamlı olabilirdi, ama farklı koşullara göre haftada bir komite veyahut dernek olarak isim değiştiren gruplar arasında böyle bir uygulamaya geçilseydi şüphesiz tüm örgütler ertesi gün adlarını -a harfi ile başlıyacak şekilde değiştirirlerdi. En son çözüm olarak kura çekmek kaldı ve baştan birlikte yürümek istemeyenler belli oldu. Bir kısım örgütler kura çekmeye karşı çıkmamakla beraber sonucun kendileri açısından bağlayıcı olmadığını ileri sürerek salt yürüdükleri yere göre yapılan bir protestonun anlamlı olduğunu ifade ettiler. Başkalar bundan sonra toplantıya sadece gözlemci olarak katılacaklarını beyan ederek bundan önce vardıkları anlaşmadan pişman olmuş bir vaziyette iyice kenara çekildiler.
Başka çare kalmayınca kura çekme yöntemiyle yürüyüş sırası tespit edildi. "Blok" olan gruplar kurada üçüncü sıraya düşmelerine rağmen daha önce kenara çekilmiş olan Komkar ve FİDEF tekrar katılmadı. Toplantı aralıksız 14 saat sürmüştü ve sonradan bu kuruluşları tekrar eylem birliğine dahil etme çabalarına katılmadım. 1 Ağustos toplantısı arifesinde farklı yerlerde yürüyüş için izin başvurularını zaten yapmışlardı ve açık söylememelerine rağmen ancak kendi öncülüklerinde yapılacak bir yürüyüşe katılma niyetinde idiler. Ayrıca FİDEF bir "Türk" kuruluşu olarak ve Komkar bir "Kürt" kuruluşu olarak anlaşamadılar ve sonuçta 12 Eylül'ün birinci yıldönümünde Almanya'nın 3 kentinde farklı yürüyüşler tertip edildi.
12 Eylül'den 10 yıl sonra Almanya ve Avrupa'da dayanışma adı altında çeşitli girişimler devam ediyor. Bazı kesimler Avrupa'da çalışan ve okuyan göçmenlerin sorunları ile daha çok ilgileniyorlar. Bazıları Almanya'da bulunan siyasi gruplara girdiler (otonomlar ya da yeşiller gibi). Fakat gene bir çok siyaset, bazen iki, üç kez bölünmüş olarak radikal görüşleri için yandaş bulma çabasına devam ediyorlar. Türkiye'de yeniden kendi örgütleri tarafından bir hareketin oluşturulmasını beklemek ya da tüm rizikoları göze alarak dönüp orada "zorla" bu tür hareketlere başlamaktan başka çareleri olmayan bu örgütlerin geniş bir Alman çevresi etkileyecek durumları yoktur.
Çok az bir kesim "dayanışma işleri"nin memleketlerinde "iktidarı ele geçirme çabaları" ile bir tutulamayacağını kavrıyarak farklı örgütlenmelere (eski örgütlerden ayrılmış deneyimli kadroların başı çektiği TÜDAY gibi) girdiler, ya da hemen hemen salt Almanlardan oluşan girişimlerde bulunyorlar (Demokratik Forum Türkiye gibi). Bu tür örgütlenmeler Türkiye'de 1986 yılında kurulmuş İnsan Hakları Derneği gibi kuruluşlarla çok somut dayanışma yapmaktadırlar.
Geri
İçindekiler
İleri
- Site Haritasi - Impressum