|
||||||||||||||
| ||||||||||||||
AMNESTY INTERNATIONAL (Aİ)Bu sayfanın alt başlıkları şöyle:
Uluslararası Af Örgütü nedir? Türkiye ile ilgili çalışma Yerinde yapılan incelemeler Yetkililerle görüşme Kampanya Mayıs 1984'te gerçekleşen 10 günlük araştırma gezisi çevirmen olarak katıldığım son heyet oldu. Türkiye'ye sivil bir hükümetin gelmesi köklü değişikliklere yol açmamıştı. Cuntaya yakınlığı ile övülen adaylara halk oy vermemişti, ancak "daha sivil" görünümlü olan Turgut Özal "umut Ecevit"e benzemiyordu. 12 Mart döneminden sonra askeri iktidara karşı gösterilen "red" anlayışı yerine askeri diktatörlüğünün mirasına sahip çıkan bir anlayış egemendi. İnsan hakları hala çiğneniyordu, binlerce kişiye uygulanan işkencede hala insanlar ölüyordu, sivil hükümetin işbaşına gelmesinden sonra iki genç daha asıldı, siyasi davalarda yargılanan insan sayısı onbinlerce olarak ifade ediliyordu, ancak eleştirilere hedef olan yönetim askeri bir diktatörlük değildi. Avrupa'ya sığınmak zorunda kalmış ya da yurtdışında dayanışma faaliyetleri koordine etmek isteyen örgüt militan ve liderleri Özal hükümetine "faşist" diye nitelemeleri geniş Avrupa kamuoyunun desteğini sağlamak için yeterli değildi. Sıralanacak "olumsuzluklara" karşı (sivil faşist vurucu güçlerle işbirliği yapmış olanların hükümette bulunması, öğrenci eylemlerine izin verilmemesi, yayın organlarına karşı yürütülen yasak politikası, sendikalara karşı uygulanan susturma girişimleri, güneydoğuda başlatılan "bağımsızlık savaşı"na karşı Kürdü Kürde kırdırma uygulamaları vs.) "olumlu gelişmeleri" de sıralamak mümkündü. Türkiye dışında burjuva politikacıların desteğini bulabilecek eski siyasi akımlar (muhafazakar ve sosyaldemokrat) yeniden örgütlenebiliyordu; ün yapmış kitle davalarında (DİSK ve Barış Derneği) sanıklar pederpey tahliye oluyordu, daha az siyasi sanık yakalanıyordu; sayısal olarak işkence ve ölüm olayları azalıyordu, Kasım 1980 ile Eylül 1981 tarihleri arasında 90 güne çıkartılmış olan gözaltı süresi önce 45 güne, Mayıs 1985 tarihinde 30 güne indirildi, salt düşünceleri yüzünden cezaevinde yatanların çoğu tahliye oldu, Mart 1986 tarihinde infaz yasasında yapılan bir değişikle siyasi tutuklu ve mahkum sayısı 15 bine iniyordu ve Eylül 1987 tarihinde yapılan bir referandumla eski siyasetçiler üzerindeki yasak kaldırılıyordu. Yurtdışında bazı iyi niyetli girişimlere rağmen hiç bir zaman tek vücut haline gelememiş örgütler salt "liberal demokrat" ile "devrimci" niteliklerine göre ayrılmıyordu. Kendilerini "devrimci" olarak gören radikal sol, 12 Eylül öncesi dağınıklığı yetmiyormuş gibi şimdi daha çok bölünmelere uğruyordu. "Dayanışma" faaliyeti ise, birbiri ile militanlık konusunda hala yarışmaya devam eden örgütlerin, her girişimi hep kendi çatıları altında toplamak istemelerinden ötürü gene birbirinden kopuk eylemlerle sürdürülüyordu. Cezaevlerinde sık sık tanık olunan açlık grevleri sırasında, "içeride" sağlanan eylem birliklerine bağlı olarak yurtdışında da eylem birlikleri oluşuyordu, ama destek verecek olan Alman ve diğer Avrupa'lı kesimler gittikçe bu gelişmelere yabancı kalıyordu. Tek tip elbiseye karşı sürdürülen mücadelenin temeli kolayca anlaşabiliyordu. Ama yurtdışındaki örgütler, tutuklu ve hükümlüler tarafından ileri sürülen talepleri, siyasi iktidar mücadelesininin bir parçası olarak kabul ediyordu. Bunun için söz konusu örgütlerin görüşlerini bütün olarak benimseyip benimsemem gibi bir sorun çıkıyordu. Bu tür bir tavır da böyle bir dayanışma hareketine karşı ilginin azalması sonucunu doğuruyordu. İlginin azalması salt "yabancılar" arasında görülmedi, aynı oranla "göçmenler" arasında da yaşandı. 12 Eylül'ün ikinci yıldönümünde 25 bin yürüyüşçü arasında bin "yabancı" görüldüyse, 5'inci ve daha sonraki yıldönümlerinde Türkiye'lilerin sayısı da hemen hemen % 10'a düşüp 2,500 Türkiye'li arasında 100 Alman görülüyordu. Kürt örgütler açısından durum farklı sayılırdı. "Bağımsız Kürdistan" sloganı ile Ağustos 1984 tarihinde Eruh ve Şemdinli'de başlatılan gerilla savaşı 6 yıl içinde hızından bir şey kaybetmiş değil. Azınlık hakları temelinde böyle bir harekete gösterilen "dayanışma" salt mağdurlara acıma duygusundan kaynaklanmıyor. Aynı zamanda "nihai zaferi yakın" diye başka "kurtuluş savaşları"nda olduğu gibi haklı ve kazanacak olanlara karşı gösterilen bir destek de burada bir rol oynuyor. "İktidarı ele geçirmenin" parçası olan bu tür dayanışma hareketleri bir bakıma anlamlı sayılır. 12 Eylül ile tüm örgütlere vurulan darbeden sonra "hümanist" bir yaklaşımla insan hakları temelinde gösterilen bir tepki, örgütlerin istediği dayanışma değildi aslında. Böyle bakıldığında ben iyi bir "dayanışmacı" değildim. İster Alternative Türkeihilfe (ATH) içerisinde, ister tercüman olarak Türkiye'ye yaptığım ziyaretlerde dikkatim nerede ise salt insan hakları konusunda düğümleniyordu. Ekonomik sorunlara eskiden beri yabancı olduğum için sendikal alanda filizlenen yeni mücadele odaklarına yabancı kaldım. Üniversite hayatım çoktan bitmişti ve pek genç sayılmadığım için öğrenciler arasında oluşan yeni örgütlenmelerle de ilişkim sıfır denecek düzeyde kaldı. Konuştuğum "mağdur" ve vekilleri ile izlediğim siyasi davalardan bol bol hukuki bilgi sahibi oluyordum, yabancı heyetlerle birlikte gidip geldiğim için dış politika ile biraz ilgilenme durumum vardı ancak her birisi beni salt bir "insan hakları uzmanı" yaptı. ATH bünyesinde 15 günlük olarak yayınladığımız "türkei-infodienst" içinde yarısı (ilk 4 sayfa) insan hakları (işkence, siyasi davalar, idam) ile ilgili haberler veriyordu. O bölümden sorumlu bendim. Başka arkadaşların çevirdiği ekonomi, iç-dış haberler vs. çok ilginç gelmemiş olacak ki yavaş yavaş onlar fahri olarak yaptığımız işten uzaklaştılar ve 1985 yılına geldiğimizde bülteni hemen hemen tek başıma çıkartıyordum (çeviri, sayfa düzeni, postalama işine kadar). Derlediğimiz 4 günlük gazetenin arşivlenmesini 4 arkadaş yerine 2 kişi yapıyorduk. Aynı dönemde başka işler çoğaldı. Tercümanlık dışında kasabamda açtığım bir Türk lokantasıyla para kazanmaya çalışıyordum ve zararda olduğum için çok zaman harcamam gerekiyordu. Arşivimizde bulabildiğim yoğun malzemelerle, gezilerde kazandığım deneyimler ve Türkiye'de kurulan ilişkiler vasıtasıyla ulaşabildiğim bilgiler yüzünden, özellikle iltica konusunda, pek farkına varmadan "uzman" olarak tanınmaya başlamıştım. Hamburg ve Berlin gibi idare mahkemeler benden bilirkişi raporları istiyordu. İltica davalarına yoğun olarak giren avukat ve yargıçlar için düzenlenen seminerlere konuşmacı olarak çağrılıyordum ve ATH bürosuna yapılan müracaatlara ben yanıt veriyordum. Bu arada 12 Eylül'den sonra ister Türk basınında ister Türkiye'li arkadaşlarım arasında sık sık sözü edilen Uluslararası Af Örgütü (Amnesty İnternational-Aİ) nezdinde çalışan insanlarla ilişkilerim gelişiyordu. Federal Almanya'da Aİ grubu olarak Türkiye'den bir "düşünce suçlusu"nun davasına bakan, daha doğrusu onunla "evlat" gibi ilgilenen gruplar, ATH'de bilgi çok diye, DİSK davasından olduğu gibi başka davalar hakkında ve ilgilendikleri kişi hakkında bilgi istiyorlardı. Bir çok durumda Londra'da bulunan merkezlerinden alamadıkları bilgileri sağlayabiliyorduk da. Onun dışında bazı gruplar tarafından, hem ilgilendikleri kişi ile ilgili, fakat aynı zaman Türkiye'nin genel insan hakları konusunda kamuoyuna açık toplantılar tertiplediklerinde konuşmacı olarak çağrılıyordum. Federal Almanya'da Türkiye ile ilgilen grupların koordinatörlüğünü yapan Hamburg grubu ile telefon, mektup, hatta karşılıklı görüşme şeklinde sık sık temasım oluyordu. Arada sırada Londra'da bulunan Aİ'nin merkezi olan uluslararası sekreterliğinden Türkiye masasından bana telefon edip Türkiye'nin genel durumu ve somut olayları hakkında bilgi alıyorlardı. Bu temaslarım sırasında Aİ'nin nelerle ilgilendiğini genel olarak kavramaya başladım, ancak somut olarak ne gibi konularla ilgilendiklerini tam olarak bilmiyordum. Kuruluş hakkında bildiğim başka şeyler Türk basınından ve Türkiye ile bağlantılı olan insanlardan öğreniyordum. Aİ, yeryüzünde bulunan hemen hemen bütün hükümetler, özellikle zorba rejimleri tarafından sevilmiyordu. İnsan hakları konusunda sunduğu ağır eleştirileri ile dünya kamuoyu tarafından ciddiye alındığı için, insan hakları ihlallerinden sorumlu olan hükümetleri nerede ise "köşeye sıkıştırıyordu". Türkiye'de konuştuğum insanlar Aİ'den büyük bir saygı ile bahsediyorlardı. Resmi aldatmalara kanmayan tek kuruluş olarak gösteriliyordu ve "içeridekilerin" dediğine göre Aİ tarafından Türkiye ile ilgili bir rapor yayınlandığında gözaltında veyahut cezaevlerinde bulunanlar en az 2, 3 gün rahat edebiliyorlardı. 1986 yılın ortasına doğru Hamburg'ta bulunan koordinasyon grubundan ve Londra'daki Türkiye masasından, af örgütüne Türkiye ile ilgilenecek bir kişinin yakında işe alınacağını öğrendim. Müracaatların ne zaman başlıyacağını henüz belli değildi. Böyle bir işe ilgi duyup, Londra'da çalışmak isteyip istemediğimi, ya da başka bir deyişle o dönemde uğraştığım işlerden vazgeçip aday olup olmayacağımı sormak istediler. 35 yılı aşkın Herford ve Tübingen gibi 50 bin nüfuslu küçük kentlerde yaşamış bir insan olarak böyle "büyük" bir işe girip, dünyanın en büyük metropollerinden birisi olan Londra'da sürekli yaşamayı, ayrıca yabancı dil konuşan yabancı bir toplumda bulunmayı kolay tasarlayamıyordum. Ancak 10 yıl içinde kazandığım "uzmanlığım"ın doğal devamı olacağı kanısıyla ilke olarak müracaat etmeyi kabul ettim. Aİ'de fahri ve profesyonel olarak çalışanların "kendi ülkeleri ile uğraşamaz" ilkesine bağlı olduklarını biliyordum. Yani Türkiye ile ilgilenecek olan kişinin Türkiye'den olamayacağına göre, oradan rakip çıkamazdı, ancak Avrupa, Amerika ya da başka bir ülkede benden çok daha deneyimli kişiler bulunabilir, örgüt benden önce onlardan birine iş verebilirdi. Türkiye'de askeri ve sivil iktidara karşı göstermiş olduğum çalışmaları taraflı bulup, salt akademisyen olan bir Türkolog, bir tarihçi, hukukçu ya da başka bir bilim adamı, benim gibi pratikten yetişmiş birine tercih edilebilirdi. Yazdığım makaleler, çevirdiğim belge ve gazete haberleri ile Türkiye'nin günlük insan hakları ihlalleri ile benden daha yakından ilgilenmiş yabancı bir gazete muhabiri belki zor bulunurdu, ama farklı yeteneklerinden ötürü öncelikle işe alınabilirdi. Gelen müracaatlar sonucunda, en yakın aday olarak Londra'ya çağırılan 5 kişi arasına seçildiğim zaman, bana % 20 bir kazanma şansı doğmuştu. Diğer adayların kim olduğunu Aİ personel politikası gereğince öğrenme olanağım yoktu. Bilenleri danışsaydım bile bunu bana söylemezlerdi (Aİ nezdinde çalışan Hamburg Koordinasyon Grubuna da söylenmediği gibi). Ekim 1986'da Londra'ya "mülakat" (interview) vermek için gittiğimde, eskiden bir çok dil öğretmeninden daha iyi bildiğim İnglizcem epey "paslanmıştı". Her şeyi anlıyordum, istediğimi şu ya da bu şekilde ifade edebiliyordum gerçi, ancak bana sorulacak sorulara istedikleri uslupla yanıt verememekten çekiniyordum. Türkiye ile ilgili yoğun işler yürütülmesine rağmen Aİ araştırma bölümünde Türkçe bilen bir kişi sürekli çalışmıyordu. Türkiye (ve bu arada Yunanistan, Kıbrıs, Malta) sorumlusu olarak işe alınacak kişi en fazla Türkiye ile ilgileneceğine göre Türkçe bilmesi şart olduğu için, adayların Türkçe bilgilerini ölçmek gerekirdi. Onun için iyi bir yöntem de bulunmuştu. Yazdığı yazılardan ötürü yargılanan bir siyasi tutuklunun öyküsünü bazı Türkçe gazete haberlerinde okumak mümkündü. İçeriği Aİ sorumlularınca biliniyordu. Yapılan testte önümüze aynı yazıları koyarak, olayın özetini İngilizce olarak yazmamız ve Aİ tüzüğü ile karşılaştırarak örgütün bu konuda neler yapması gerektiğini ifade etmemiz isteniyordu. Bu şekilde salt Türkçe bilgimiz değil, yazılı İngilizce bilgimiz de kontrol edilmiş oluyordu. Aynı zamanda kuruluşun çalışma ilkelerine göstereceğimiz yaklaşımımız hakkında bilgi sahibi olabiliyorlardı. Yanıma aldığım Türk Ceza Yasası'ndan yaptığım bazı alıntılar ve olaya getirdiğim yorumlarla dolu verdiğim yazılı testten sonra bana biraz güven geldi. Her halde kimse benim kadar geniş gerekçelerle olayı irdelememişti diye düşünüyordum. Almanya'ya döndüğümde Aİ nezdinde
Türkiye sorumlusu olacağımdan hemen hemen emindim, yani kendimi tanıdığım
% 20 başarma şansı bana göre % 90'a yükselmiş oldu. Bir hafta sonra Londra'dan
gelen bir telefonla kanım doğrulandı. Bazı hazırlıklarımı tamamladıktan
sonra 10 Kasım 1986 tarihinde işbaşı yapmak üzere arkadaşım Mayk ile, kiraladığımız
bir minibüse ev eşyalarımı koyarak Holanda'dan vapur ile Büyük Britanya
(Birleşik Kırallık) adasına geçtik.
ULUSLARARASI AF ÖRGÜTÜ NEDİR?İnsan hakları kuruluşları arasında en iyi tanınan örgütün Türkiye sorumlusu olmakla bana göre Türkiye'de insan hakları alanında en büyük yabancı uzman ünvanına kavuşmuştum. Ancak çalışacağım kuruluşun iç işleyişini pek bilmiyordum. Günlük olarak yapmam gerekenleri öğrenmemden önce bazı temel bilgilere gereksinimim vardı. Kuruluşun hangi işlerle uğraştığını bir çok yerde okumak mümkündü, fakat nasıl somutlaştığını bilmek zordu. Tüzüğünde anlatılan örgütün amacına, görev bölümüne bakmam gerekirdi. Orada şunlar yazılı idi:"Uluslararası Af Örgütü (Aİ)
temel insan haklarını korumayı amaçlayan ve bunun için yeryüzünde çalışma
yürüten uluslararası bir kuruluştur. Çalışmasında hükümetler, siyasi partiler,
ideolojiler ve dini kuruluşlardan bağımsız hareket eder.
Bir kaç satır ile açık olarak ifade edilen bu görev alanı içinde hareket etmem gerekirdi. Bir denetleme mekanizması vardı elbette, fakat benden istenilen yetenekler arasında "mandate" (Aİ'nin ilgi alanı) ile ilgili sorunlar hakkında rapor yazmam da isteniyordu. Başka bir deyişle bir ülkede insan hakları ihlallerini incelerken her bir olay hakkında "ilgi alanına girer mi, girmez mi?" diye karar vermem gerekiyordu. Yanlış kararlarım denetim sırasında düzeltilebilirdi. Ancak amirlerime karşı mahçup olmak da istemezdim. Bana kalın bir "mandate" dosyası verildiğinde "işin içinden nasıl çıkarım?" diye kara kara düşünmeye başladım. Dosyada, bir kaç satırlık "amaç" bölümünde anlatılan ilkelerin yorumları vardı. İki yılda bir yapılan Aİ genel kurulunda temel konularda alınan kararlar aktarılıyordu. Örneğin savaş aleyhtarı hapse atıldığı zaman Aİ'nin kıstaslarına göre "düşünce suçlusu" sayılıp sayılmadığı konusunda yorum bulunuyordu. Hemen ilk günden beri önüme bir süre iş konuldu. Gelen mektuplara yanıt vermek gerekiyordu, haksızlıklara uğramış tek tek kişiler hakkında rapor yazmam gerekiyordu (ancak kimi haksızlıklar ilgi alanına dahil, kimi haksızlık ilgi alanı dışında idi). Onun için bir ay oturup "mandate" dosyasını inceleme zamanım olmazdı. Dosyanın sırtına "incil" yazıp rafa kaldırdım ve görevimin teorik sorunlarını pratik içinde çözmeye çalıştım. Raporlarımı yazarken emin olmadığım konularda danışacağım meslektaşlarım vardı. Yaşadığım bu öğrenim süresi Aİ çalışanları için hiç bir zaman bitmez; sürekli yeni olaylar ortaya çıkar ve eskilerine benzer yönleri ile yeni yorumlara ihtiyaç duyulur. İlgi alanının sınırında bulunan olaylar, salt uluslararası sekreterlikte değil, Aİ'nin tüm ulusal şubeleri tarafından tartışılır. Tek tek üyeler de düşüncelerini açıklayabilirler ve anlaşma sağlanamazsa, genel kurul kararı ile herkesi bağlayıcı bir "yeni yorum" getirilir. Aİ'nin profesyonel veya fahri kadrosunda çalışmamış ve "mandate" tartışmalarına katılmamış olanlar için Aİ'nin ilgi alanı zor anlaşılır. Daha basit sözler ve ters bir sıra takip ederek izah edildiğinde sorun daha kolay anlaşılabilir sanırım. Uluslararası insan hakları sözleşmelerinde bir çok temel hak ve özgürlükler hakkında ilke bulunur. Aİ bunlardan sadece bir kaç tanesi ile ilgilenir. Her şeyden önce salt "içeridekiler"le ilgilenir. Yani haksızlık, "içeriye alınma" (gözaltı, tutuklama, mahkumiyet) boyutuna ulaşmamışsa (örneğin bir soruşturma yürütülürse) Aİ bu konuda bilgi edinse de, haksızlığa karşı çıkmaz, yani doğrudan müdahelede bulunmaz. "İçeriye düşen" insanlar arasında hiç bir fark koymaksızın (siyasi, adli "suç" anlamında) her türlü işkence ve kötü muameleye karşı çıkar. Aynı şekilde suç türüne bakmaksızın idam cezasına çarptırılarak bu yolla insanların yaşamlarına son verilmesini önlemeye çalışır. Yani ister "terörist" ister "katil" veya kim olursa olsun, işkence gördüğü an veya idam edilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğu an, Aİ bunu önlemek için tüm olanaklarını kullanır. Bu iki konu dışında Aİ "içeride" olanlar arasında ayrım yapar. Uluslararası insan hakları sözleşmelerinde tutuklanan herkes için adil bir yargılama hakkını getirirken, Aİ bunu sadece siyasi tutuklular (şiddete karışmış olsun, olmasın) için savunur. Onun dışında tüzüğün ana amacını hiç bir şiddet eylemine katılmamış ve günün koşullarına göre şiddet eylemlerden yana tavır almamış (silahlı mücadele propagandası yapmamış) fakat din, dil, siyasi görüş veya etnik kökenleri yüzünden cezaya çarptırılıp "içeriye konan" insanları "düşünce suçlusu" kategorisine alıp "düşünce suç olamaz" ilkesinden hareketle bunların derhal ve koşulsuz olarak serbest bırakılmaları için uğraşır. Görüldüğü gibi "düşünce suçu" kavramı salt şiddete başvurmama koşuluna bağlı olarak yorumlanmamış, aynı zamanda şiddeti düşünsel anlamda savunmama (propagandasını yapmama) koşuluna bağlanmıştır. Farklı tanımlamalar elbette mümkündür, ancak geniş kamuoyu tarafından genel onay gören, 30 yıllık bir kuruluşu olan Aİ'nin bu tutumunu değiştirmek, farklı bir örgüt yaratmak anlamına gelir ve 1 milyon üyesi ile kurum haline gelmiş kuruluşta bu mümkün görülmüyor. Aİ'nin ilkelerini anlıyabilmek için tarihsel gelişmesine bir göz atmakta fayda var. Hükümetler dışı kuruluşlar arasında insan hakları alanında en güçlü örgüt haline gelen uluslararası af örgütünün temeli 28 Mayıs 1961 tarihinde İngiltere'nin Pazar gazetesi olan "The Observer"de Peter Benenson imzalı bir yazı ile atıldı. Avukat Peter Benenson 1950'li yıllarda Macaristan, Kıbrıs, Güney Afrika ve İspanya'da siyasi davalara hem gözlemci hem savunma avukatı olarak katılmıştı. Muhalif düşüncenin cezalandırılması hakkında çeşitli yayın organlarında çıkan makaleleri ile az da olsa tanınıyordu. Peter Benenson düşüncenin suç olmaktan çıkartılması için bir şeylerin yapılması gerektiğini düşünüyordu. 1961 yılın başında Portekiz'de bir lokantada "özgürlüğün şerefine" içmiş iki gencin 7 yıl hapis cezasına çarptırılmaları "bardağı taşıran son damla" oldu. Peter Benenson hemen Portekiz Elçiliği'ne gidip kişisel protestosunu kayıt ettirdi. Tabii iki gencin serbest bırakılmasını tek olarak sağlayamadı. Bu konuda daha etkili olabilmek için ne yapılabilir diye düşünmesinin sonucunda araştırdığı benzer 6 olayı anlattığı "The Observer"in bir sayfasında "AF ÇAĞRISI" adı altında bir kampanyaya başlama işaretini verdi. Bu kampanya bir yıl süre ile 4 konuda yoğunlaşacaktı: 1. Düşüncelerinden ötürü
cezaevinde bulunanların serbest bırakılmaları için tarafsız çalışmak.
Aynı gün Fransa'da "Le Monde" gazetesinde bu çağrı yayınlandı ve Londra'da oluşturulmuş koordinasyon bürosuna her gün sayısız destek mektupları gelmeye başladı. 6 ay içinde hep fahri çalışanlar tarafından Amnesty İnternational adı ile tanınan örgütün kuruluş çalışmaları tamamlandı. Peter Benenson tarafından ifade edilen amaçlar sonradan değiştirildi; işkence ve idam konuları dahil edildi; mülteci sorunu tali bir duruma düştü, ama baştan beri muhalifler arasında barışçıl yöntemlerle mücadele edenlerin serbest bırakılmaları Aİ'nin çalışma temelini teşkil etti. 4 yıllık görev süremde hangi olaylarda Aİ'nin müdahalesinin gerektiği ve hangilerinin ilgi alanı dışında olduğu konusunda ciddi bir sorunla karşılaşmadım, fakat defalarca bunu başvuru sahiplerine anlatmakta zorluk çektim. Her gün değilse de haftada 2 veya 3 kez doğrudan merkeze uğrayan Türkiye'liler olurdu. Çoğunlukla mültecilik gibi sorunlarla ilgili başvuranlar arasında farklı talepleri olan insanlar da gelirdi. Bir gün santraldan bana gelen telefon ile iyi İngilizce bilmeyen bir Türk kadınının geldiği bildirildi. Kendisi ile konuştuğumda 13 yaşında olan kızının İngilizce öğrenmesi için Londra'da bir kursa yazıldığı, birlikte Londra'ya kadar geldikten sonra kızının yaşı küçük olmasından ötürü öğrencilere ayrılan pansiyonda yer verilmediği için af örgütünün ona ev bulmasını istiyordu. Kadına kısaca Aİ'nin hangi konularla ilgilendiğini, ayrıca Londra'da çevrem olmadığı için kişisel olarak da yardımcı olamayacağımı izah ettim. Dışarıda taksi şoförünü bekleten, uğradığı Türk seyahat acentesinde çalışan bir genci tercüman olarak getirmiş olan kadın bununla tatmin olmadı. Aİ'nin ev temin eden, insanların her sorunu mutlaka halleden bir kuruluş olmadığını bir türlü anlamak istemedi. Hemen ilgilenmemi gerektiren bir konu da buldu. Kayıt olduğu kurs sahibinin yer bulmamasını "işkence" olarak niteledi. Buna Ai işkence demediği için, ilgilenemeyeceğimizi söyleyince, beni genel sekretere şikayet etmekle tehdit etti. Böylece amacına kavuşacağını ümit ediyordu. İki gün üst üste uğrayan kadına 5 kez aynı konuyu anlattıysam da ikna olmadı kanısındayım. "Resmi çevreler" bu kadından daha anlayışlı olsa bile bazı hususları anlatmak gerçekten güç. Aİ'nin ilkeleri arasında tartışılması gereken bir çok nokta vardır ve ben, görevli olduğum için bunları savunmam gerekiyordu. Halbuki bazı sorulara içten yanıt vermem gerçekten zordu. Lüzumsuz ölümlere karşı olan bir kuruluş "neden savaşlarda taraf olmuyor?", "iç savaş durumlarında tarafların birbirini öldürmelerini durdurmaya çalışmıyor?" gibi sorulara verilen yanıtların ne kadar doyurucu olduğunu bilemem. Aİ ilke olarak ancak belirli bir toprak ve orada yaşayan insan toplulukları üzerinde egemenlik kurmuş, fiili "hükümet" görevini üstlenmiş iktidarları muhatap alıyor. "Hükümetin" sorumlu olduğu bölgede meydana gelmiş insan hakları ihlallerinin durdurulmasını talep ediyor. Gerilla hareketlerinin işkence, idam gibi yöntemlere başvurması halinde bunu mutlaka kınıyor, ancak "kurtarılmış bölgeler"de okul, hastane gibi sosyal hizmetler de dahil olmak üzere hükümet görevini üstlenmemişse, bu tür örgütleri doğrudan muhatap alıp başvuru şeklinde uyarıda bulunmuyor. Aİ'nin amacı yeterli midir diye tartışılabilir; ancak "programı doğru mudur?" sorusundan daha fazla "nasıl bu kadar başarılı oldu?" diye bir soru bana daha anlamlı geliyor. Buna ilişkin anketler, bilimsel araştırmalar da yapılmış, fakat ben burada sadece 4 yıllık çalışmamda kazandığım izlenimlerimle sınırlı kişisel bir yanıt vermek istiyorum. Etkili olabilmek için Aİ çalışmasını dar bir alanla sınırlandırmıştır ve şüphesiz bunu büyük ölçüde başarmıştır. Fakat seçtiği konularda tam başarılı olabilseydi, varlık nedenini yok etmiş olması gerekirdi. Gündeme getirdiği konular hakkında, başta üyeleri olmak üzere bir çok insanı, politikacıyı, hatta hükümeti daha duyarlı kıldığından şüphe yok. Ancak 5 fahri görevli ile kampanyayı başlatan "Af Çağrısı" militanlarının ümit ettiği bir yıl gibi kısa zamanda yeryüzünde düşüncelerinden ötürü cezaevinde bulunan insanlar serbest bırakılmadıkları gibi, kar topu gibi büyüyen insan hakları ihlalleri karşısında Aİ kuruluşu gittikçe daha geniş, profesyonel bir kadro çalıştırmak zorunda kalmış ve 1990 yılında salt merkezinde benim gibi 250 maaşlı "memur" ile görevini zarzor yürütebilecek duruma gelmişti. 30 yıl içinde elbette bir çok "düşünce suçlusu" serbest bırakılmıştır, fakat bunların yerine başkaları "içeriye" alınmıştır. Aİ mensuplarının 30 yıl içinde tek tek ilgilendiği 20bin kadar "düşünce suçlusu"ndan bugüne dek 18 bini aşkın kişi serbest bırakılmışsa bunu salt grupların, şubelerin ve merkezin girişimlerine bağlamak doğru olmaz. Çoğunlukla bu insanlar, ceza sürelerini tamamladıkları için serbest bırakılmışlardır. Aynı şekilde farklı farklı kampanyaları ile Aİ'nin kaç kişiye adil bir yargılama sağladığını, kaç kişiyi işkence ve idamdan kurtardığını bilmek olanaksız. Yoğun kampanyalarına rağmen ABD ve İran gibi ülkeler idam infazlarından vazgeçmemiştir. 12 Eylül sonrası, Türkiye'de 50 kişi "ipten" kurtaramayan girişimlerin yanısıra, "işkence görmesin" diye müdahale ettiği kişilerin, en iyimser bir tahminle belki işkence ile öldürülmelerini engellemiş sayılabilir, ancak tek tek kişilerin işkence görmesini önleyemediği gibi işkenceyi uygulamadan kaldıramamıştır. Bu denli zor bir görevi bir tek af örgütüne bırakıp mucize beklemek de doğru değil. Fakat Aİ'nin etkisi konusunda şöyle bir kıyaslama yapabiliriz. Gözaltına alınan sanık için bir milletvekili ya da tanınmış bir insan emniyet müdürlüğünü aradığı zaman, sanığın sahipsiz olmadığını gösterirsiniz ve bu polisin dikkatli davranmasına yol açabilir. Hatta anne ve babası sürekli "yok" denilmesine rağmen her gün evlatlarını soruyorlarsa, evladın işkence ile "yok edilmesini" önlemiş olabilirler. Aİ'nin işlevi de biraz buna benziyor. Aİ'nin başarısı tek tek kişiler için sorulduğunda bir kaç istisna dışında oldukça zor gösterilir. Fakat tek tek kişiler için önemli bir başka görevi olmuştur. İlk bakışta çok basit görülen ve etkisine ilişkin bir çok soru işareti bırakan yöntem, aynı zaman Aİ'nin bu kadar çok üye kazanmasının ana nedeni sayılır. Peter Benenson'un 28 Mayıs 1961 tarihinde "The Observer" gazetesinde yazdığı makalenin başlığı "The Forgotten Prisoners" (Unutulmuş Mahkumlar) felsefesine göre daha sonra geliştirilen "mektup" yazma gibi basit bir yöntemde Aİ'nin üye kazanma konusundaki "başarı sırrı" yatar. Gruplar şeklinde örgütlenmiş Aİ üyeleri bir taraftan "evlat gibi" ilgilenmek üzere, merkezinin araştırdığı bir "düşünce suçlusu"nun dosyasında bulunan bilgiler doğrultusunda, salt söz konusu devlet yetkililerine tutuklu ya da hükümlünün serbest bırakılması için girişimlerde bulunmaz; ülkelerinde buldukları politikacı, devlet adamı, sendikacı, kilise ya da buna benzer kuruluşlardan bu konuda yardım istemekle de kalmazlar; "seni düşünenler var" diyerek içeride bulunan insanlara kart postal, mektup, hediye vb. şeyler gönderirler. Böylece coğu kez ne zaman çıkacağı belli olmayan insanlara büyük bir moral verilmiş olunur. Buna karşılık "içeride yatan" kişi onlara kendi dünyasından, eşinden, çocuklarından, dostlarından, ülkesinden vs. bahsederek dünyanın öbür ucu ile çok yakın duygusal dost bağları kurulur. Aİ mensupları, mahkum ile cezaevinde mektuplaştıklarında siyaset tartışmazlar. Bir çok ülkede cezaevinde bulunan insanlarla mektuplaşmak çok zor olduğu için gruplar "evlatları"ndan sağ olduklarına dair, iyi dileklerini ifade ettikleri mektuplarını aldıklarına dair bir haber elde edebildiklerinde "çocuk gibi" sevinirler genellikle. Değişik nedenlerden ötürü işkence mağdurları veya idamlıklar ile aynı şekilde mektuplaşmak söz konusu olamaz. Dosyaların (case-sheet) merkez-ulusal şube-koordinasyon grubu-yerel gruplara kadar uzanan yolda zaman kaybetmesi, fahri olarak bu görevi yürütenlerin ancak ayda bir toplanıp çok sık mektup yazamamaları gibi nedenlerden ötürü kısa süreli cezalara çarptırılan "düşünce suçluları" ile grupların moral yükseltecek dialoglar kurulmaları pek mümkün değil. Bu yüzden Aİ içinde sürekli paradoks bir durum yaşanıyor. Düşüncelerinden ötürü az sayıda insanın içeride olmalarına karşın Aİ üyelerinin sevinmeleri gerekirken, kendilerine "uzun yatan" bir kişinin dosyası gönderilmediği için şikayetçi olurlar ve bu durum örgüt içinde sürekli bir "case-sheet crisis" (dosya krizine) yol açar. Ortalama olarak 1,500 uzun vadeli tutuklu ve mahkum dosyası araştırmacılar tarafından Aİ kıstaslarına uygun olarak hazırlanmışken yeryüzünde faaliyet gösteren 5 bine yakın gruba bunları dağıtmak kolay olmuyor. 3 gruba aynı kişinin dosyası gönderilse dahi, her gruba bir mahkum düşmüyor bile. Halbuki tarafsızlık açısından başta her gruba dünyanın değişik bölgelerden gelen 3 dosya düşünülmüştü (biri Batı'dan, biri Doğu'dan ve biri üçüncü dünya ülkelerinden). Farklı sorunlar karşısında, gelişen teknolojiden de faydalanarak, Aİ zamanla farklı yöntemler geliştirdi. Bugün yarın idam edilecek bir kişinin kurtarılması için "dosya" hazırlayıp dünyanın bir başka ucunda bulunan bir gruba intikal ettirip aylarca süren bir işlem elbette düşünülemez. İşkence altında sorgulanan bir sanığın sağlığından endişe ediliyorsa, mümkünse ilk saatlerinde müdahale etmek gerekiyor. Bu tür durumlarda teleks ve telefaks sistemlerini kullanıp "Urgent Action" (acil işlem) yöntemi geliştirildi. Tek bir grubun bir tane mektup göndermesi yerine binlerce protesto yazılarının bir kaç hafta içinde yerine ulaşması söz konusu. Bu iki yöntem arasında ("evlatlık" ile "acil işlem") orta vade müdahale için değişik yöntemler geliştirilmiş olup hangi konuda hangi yöntemin kullanılacağını benim gibi "araştırmacıların" karar vermesi gerekiyor. Üyelerinin doğrudan katılabileceği, mümkünse uzun vadeli girişimler tercih ediliyorsa da, duruma göre sadece merkezden yapılan (genellikle genel sekreterinin imzasıyla gönderilen mektup vasıtasıyla) başvurular da düşünülebilir. Karar vermekte kullanılan en önemli kıstas, haksızlığa uğrayan kişinin yararına olma ilkesidir. Örneğin güneydoğuda yaptığım bir inceleme gezimde Şırnak'ta koyun ticaretini yapan bir köylünün Eruh Emniyet Amirliği'nde sorgulandığını öğrenmiştim. Büyük bir meblağ para ile yakalandığından abisinin ifadesine göre "teröristlerle ilişkisi var" diye işkence altında sorgulanması büyük bir olasılıktı. Durumu Londra'ya bildirip "acil işlem"e başvurmalarını isteyebilirdim. Ancak bu kez dünyanın dört bir ucundan başvurular geleceğini göre polis, adamın çok geniş uluslararası ilişkilere sahip olup, örgütsel bir "suç" işlediğinden iyice şüphelenirdi. Başka ne yapabileceğimi kara kara düşünürken yanımda bulunan Türk gazeteci ile birlikte istemeyerek aynı binada bir saatlik sorgulandıktan, daha doğrusu "hükümet emri ile çay, kahve içtikten" sonra konuyu adını öğrendiğimiz köylüye getirdik. Bu sayede ertesi gün serbest bırakılması mümkün oldu. Böyle nadir olan bir "başarı"yı Aİ kuruluşunun başvuru aygıtını hiç araya sokmadan, olsa olsa temsilcisi olduğum için adını kullanarak sağlayabildim. Tek bir grubun ya da binlerce ferdin başvurular tek tek kişiler için bu denli başarılı olduğu söylenemez. Buna rağmen ben göreve başladığımda 250 bin olarak ifade edilen üye sayısının 4 yıl içinde 4 mislisine yani 1 milyona kavuşması nasıl açıklanabilir? Gruplar şeklinde örgütlenmiş uzun vadede çalışanlar için kişisel ilişki (özgürlüğünden yoksun bırakılmış bir insanla kurulmuş dialog) çok önemli. Bir insanın serbest bırakılması gibi somut başarılar kolay olmasa bile, aynı amaçla çalışan başka grupların ortak çabaları ile uzun vadede insan hakları ihlallerine temel teşkil eden yasal düzenin değiştirilmesi umudu da hareket ettirici önemli bir motiftir. Buna rağmen bir ülkede istenilen değişiklik olursa (örneğin bir ülkede idam kaldırılıyorsa) bunu salt Aİ üyelerinin girişimlerine bağlamak elbette doğru değil. Belirli bir refah içinde olan ülkelerde yaşayan yüzbinlerce insanın, Aİ çalışmalarına katılmayıp, bankalarına verdikleri emirlerle muntazam aidat ödeyerek "vicdanlarını rahat ettirmek için" üye olduğu da bir gerçek. Federal Almanya şubesi bu tür bir örgütlenme düşüncesine sürekli karşı çıktı ve hala ancak faal olarak çalışanları üye olarak kabul ediyor. Almanya'da da bağış toplanır, fakat üye sayısı 15 bin civarında kaldı. Buna karşı ABD şubesi para veren herkesi üye sayar ve üye sayısı bir kaç 100 bin olarak ifade edilmektedir. Bir milyon üyesi bulunan bir kuruluşun etkin olması doğal gelebilir, fakat Aİ, Doğu Avrupa'dan açıktan üyesi olmadığı, üçüncü dünya ülkelerinden katılımı sıfır derecede olduğu dönemlerde bile etkili oluyordu. Zaten kamuoyunda üyelerinin mektup yazmaları bilinse de, Aİ tarafından çıkartılan ve yayın organlarında geniş yankı uyandıran raporları ile biliniyor genellikle. Yaptığı tespitleri ile kazandığı saygınlığı genellikle "tarafsız" ve "bağımsız" olmasına bağlanıyor. Her iki ilkeye uyulmasına büyük özen gösteriliyor, çünkü her türlü iktidara ağır eleştiri yönelten bir kuruluşa karşı her türlü şüpheler mevcut. Sovyetler Birliği'nin tımarhanelerinde süründürülen muhaliflerden söz edince CİA ajanı olarak, NATO müteffiği olan İspanya'nın işkence uygulamalarından bahsedince KGB adına hareket etmekle suçlanması bir yerde doğal sayılabilir. Böylesi bir önyargıdan olacak ki Aİ adına 1987 yılında Yunan hükümeti ile temaslarımız sırasında albaylar cuntası zamanında cezaevinde yatmış Yunan Komünist Partisi'ne mensup bir kişi bizimle el sıkışmak istememişti. Sovyetler tarafından Aİ yavaş yavaş kabul edilir hale geldiği o dönemde Sovyet yanlısı bir parti bize hala "düşman" gözü ile bakıyordu. "Tarafsızlık" ilkesini korumak gerçekten kolay olmuyor, çünkü bunun için sadece tüm ülkeler için aynı kıstasları uygulamak, "çifte standart"a sapmamak yetmiyor. Her yıl aynı kıstaslar uygulayarak 150 devletin ihlalleri ile ilgili yazılan raporun dışında tek tek ülkeler ile ilgili raporlar da çıkıyor ve o zaman "Türkiye hakkında çok rapor yazıyorsunuz; Bulgaristan'daki Türkler'den bahsetmiyorsunuz" gibi eleştirilere maruz kalınıyor. Aynı şekilde Yunanistan'da Türkofon azınlığa mensup iki kişinin tutuklanmasına karşı çıkarken hemen Yunanistan'dan gelen eleştirilerle, Kıbrıs'ta 1974 yılında kaybolmuş insanlarla ilgili böyle bir etkinliğe girişilmemekle suçlanıyor örgüt. "Tarafsızlık" ilkesini koruyabilmek için Aİ baştan üyelerine "kendi ülkeleri ile uğraşma yasağını" koydu. Gerçi insanın özel yaşamında hangi siyasi görüşe sahip olduğunu, buna bağlı olarak hangi siyasi örgüte gireceğini ve ne gibi faaliyetlerde bulunacağını gönüllülük temelinde kurulan bir örgüt karışamaz. Ancak Aİ üyesi olarak kendi hükümetinin insan hakları politikasını eleştiremediği gibi Londra'da bulunan merkezine ülkesinde meydana gelmiş insan hakları ihlalleri hakkında bilgi vermesi bile yasaktır. Merkezde çalışanlar için de kendi ülkeleri ile uğraşmama ilkesi geçerlidir. Örneğin Federal Almanya ile ilgili yapılacak bir girişimde benim söz hakkım yoktu. En fazla o konuda uğraşan İngiliz, Avustralya'lı vatandaşlara çeviri açısından yardımcı olabiliyordum. Fakat hepsi Almanca bildiği için buna pek lüzum kalmazdı. Böyle bir ilkenin haklılığını bir kaç kez Yunanistan şubesi ile olan ilişkilerimde gördüm. Yunanistan'da dinleri gereğince ya da bilinçlerinde taşıdıkları derin inançları yüzünden askerlik görevini yapmayan gençler cezaevlerine konulduğu zaman, Aİ tarafından "düşünce suçlusu" olarak kabul ediliyor. Aİ, "vicdani red" hakkını temel bir hak olarak kabul eder. Askerlikten daha uzun olup, cezaya dönüşmeyecek bir sivil hizmet alternatifi öngörmeyen ülkelerde, savaşa karşı çıkarak askerlik yapmayanlar cezaevine konulduğu zaman Aİ bunların serbest bırakılmaları için uğraşır. Avrupa'da iki dünya savaşında kazanılan deneyimler sonucunda bir çok ülkede böyle bir "red hakkı" tanınmıştır. Ancak Türkiye, İsviçre ve Yunanistan bu hakkı tanımaya karşı hala direniyorlar. Gerekçe olarak Yunan hükümeti özellikle Türkiye tarafından olası bir saldırıya karşı korunma gereksinimini ileri sürmektedir. Yunanistan'da Aİ'ya üye olmuş bazı kişiler, hükümetlerinin bu propagandasına kanıp Aİ programını genellikle benimsemekle beraber Yunanistan'da askerlik yapmayanlara sahip çıkılmasını istemiyorlar. Bu konuda bazı Yunan üyeleri ile özel bir toplantıda girdiğim tartışmada, hararetle beni ikna etmeye çalışanları ancak benim de savaş aleyhtarı olarak "vicdani red hakkı"nı kullandığımı söylemekle susturabildim. 1990 yılında Yunanistan'da yaşayan Türkler adına milletvekili adayı Dr. Sadık Ahmet seçim bildirisinde "Türk azınlığı"ndan bahsettiği için cezaevine konulunca Aİ doğal olarak "şiddete çağrı yapmadığı için düşünce suçlusu" muamelesi uygulayıp serbest bırakılması istediğinde iyi ki Yunan Aİ üyelerinin karışma hakkı yoktu. Yoksa milli duyguları ağır basıp kararın düzeltilmesini isteyen Yunan Aİ üyeleri az değildi. Yıllardır Aİ'e üye olanlar elbette "mandate"te yazılan ilkeleri iyi öğrenmişler ve açıktan kendi devleti ile olan konularda taraf olmazlar. Ancak bu kez Yunanistan şubesinin örneğin Kıbrıs hakkında ileri sürdüğü iddiaları ile ilgilenmek zorunda kalabiliyordum. Kıbrıs'ın bölünmüş olmasına karşı protesto olarak Yunan tarafından Türk tarafına geçen gençlerin, uluslararası alanda tanınmamış bir sınırı geçtiklerinden ötürü, Lefkoşa'da cezaevine konulduklarında onlara "düşünce suçlusu" muamelesi yapılmasını talep ederek merkez üzerinde baskı oluşturmaya çalışıyorlardı. Haklı gerekçeleri olabilir, ancak her "düşünce suçlusu"nun dosyası ince bir araştırmaya tabii tutulduğu gibi, siyasi istismara müsait bu tür olayların her zaman ciddi olarak incelenmesi gerekmektedir. Gençler sınırı geçerken şiddet kullanmışsa (örneğin taş atmışsa) ya da mala zarar vermişse (örneğin bayrak yırtmışlarsa) ve ona göre yargılanırsa, ifade ettikleri görüşlerinden ötürü değil, adli suçtan yargılanıp cezalandırılırsa, onları "düşünce suçlusu" olarak kabul etmek olanaksızdı. "Kendi ülkesi ile ilgilenemez" ilkesi Aİ bünyesinde toplanmış insanlar açısından "olumsuz" bir olguyu da beraberinde getirmiştir. Aİ'ye üye olanlar, insan hakları sorunlarını büyük ölçüde halletmiş ülkelerden geldikleri muhakkaktır. Bir tarafta başka oluşumlar içinde kendi ülkesindeki haksızlıklara karşı aktif bir mücadele verip, diğer ülkelerdeki benzer ihlallere karşı Aİ bünyesinde mücadele eden "sorunlu" ülkelerden gelen çok az insan vardır. Örgüt, üçüncü dünya ülkelerinde üye kazanma programlarına çok önem veriyor ve çok kültürlü bir yapı kurmak istiyorsa da, geri bıraktırılmış ülkelerden gelen üyelerin çoğu kez Aİ çalışması içinde "tutucu" bir öge oluşturdukları ayrı bir gerçektir. İlgi alanın genişlemesinden çok, daraltmasından yana bir tavır sergiliyorlar genellikle. Bulundukları ülke halkına "savaş aleyhtarları"na sahip çıkılmasını anlatamamaktan yakınan Afrika'lılar, aynı gerekçe ile idam cezasının kaldırılmasına da karşı çıkabiliyorlar. "Bağımsızlık" ilkesi daha kolay korunmaktadır, çünkü her yıl açıklanan bütçesinde hükümetlerden, dini ya da siyasi kuruluşlardan para almayan, salt üyelerinin aidatı ve bağışıyla çalışmasını yürütebilen bir örgütün "bağımsız" olmadığını iddia etmek kolay olmuyor. Gerçi buna karşı saldırı yapılmıyor değil. Örneğin ANAP İstanbul milletvekili Bülent Akarcalı 7 Mayıs 1990 tarihinde Tercüman gazetesine verdiği bir demeçte bu tür "ciddi" kaygılar taşıdığını belirtti. Ben de dahil olmak üzere, Aİ tarafından kendisine verilen bilgileri bile gözardı ederek açıkça Türk kamuoyunu yanıltma girişimi olarak yorumlanabilen, böyle "adi" bir hareketin aslında Aİ'yi fazlasıyla zedeleyecek gücü yok. Bu nedenle Aİ sadece gazeteye haberin düzeltilmesini isteyen bir yazı göndermekle yetindi (Tercüman gibi bir gazetenin bunu yayınlamayacağını bile bile). Aİ'nin saygınlığı raporlarına karşı duyulan güvenden kaynaklanıyor, yani etkinliği salt "tarafsız" ve "bağımsız" oluşuna bağlı değil, aynı zaman "güvenilirliği" önemli bir rol oynuyor. Halbuki görevi gereğince Aİ çoğu kez iddialar temelinde haber vermek zorunda kalıyor. Belirli bir yargılama süresinden sonra cezaya çarptırılmış bir kişinin durumu mahkeme tutanakları ile açık bir şekilde "kanıtlı" olarak ortaya sergilemek mümkünse de aynı olanak örneğin işkence konusunda mevcut değildir. İşkence genellikle kapalı kapılar arkasında yapıldığı için işkenceye maruz kalmış bir kişinin iddiasını doğrulayacak kanıtlar da zor bulunur. Bazen aynı anda gözaltında bulunan bir başka sanık, iddiaları haklı gösterecek izlenimlere sahip olabilir, ya da sanığı gözaltından çıktıktan hemen sonra gören bir yakını veya avukatı bazı ipuçları verebilir. Ender olarak "yaralar" iyileşmeden dürüst bir doktor tarafından rapor alabilenlere de rastlanır. Onun dışında işkence iddialarına karşı oldukça dikkatli yaklaşma zorunluluğu vardır. Genellikle Aİ, kamuoyuna bir rapor sunmadan ortaya atılan bir iddiayı, açıklanması istemiyle yetkililere iletir. İşkence konusunda yapılan bir başvurunun amacı salt bilgi almak için yapılmıyor tabii. Belirli bir iddiayı ciddi bulan örgüt, söz konusu hükümete "işkence yapılıyorsa şayet" bunun durdurulması ve sorumlular hakkında tarafsız bir soruşturma yürütülmesi aamcıyla başvurmaktadır. Bir ülkenin (genel ve özel) insan hakları durumuna değinen raporlarda, ulaşan bilgiler ciddiyetlerine göre ele alınır. Bazen tek bir konu ile ilgilenen raporlara (örneğin ABD'de idam) hükümetlerden alınan yanıtlar, aydınlatıcı bilgi içeriyorsa, dahil eder. Aİ tek tek olaylar hakkında bağlayıcı yorum pek yapmaz (örneğin birinin işkence altında öldüğü iddia ediliyorsa, fakat hükümet buna "emniyet binasından atladı" diyorsa, her iki iddianın kanıtları sıralayıp tarafsız ve bağımsız bir soruşturma açılmasını istemekle yetinir), fakat topladığı bilgilerin genel bir değerlendirmesini yapar ("şu kadar düşünce suçlusu vardır" ya da "işkence sistemlidir" gibi). Hangi iddiaların ciddiye alınacağı konusunda uzman "araştırmacılara" önemli bir görev düşüyor. Ayrıntılı bilgi sunan kişi ve kuruluşların güvenilirliği hakkında, elde ettiği deneyimlere dayanarak ancak sürekli bu tür ilişkileri sürdüren bir "araştırmacı" sağlıklı karar verebilir. Çoğu kez tek bir kaynaktan elde edilen bilgiler hemen bir başvuru haline getirilmez. Ancak "güvenilir" kaynaklardan doğrulanırsa harekete geçilir. Örneğin kod adı ile bana telefon eden bir şahıs örgütün bir militanı yakalanıp yoğun işkence altında olduğunu iddia ederse ve örneğin Gayrettepe'de sorgulanıp ölme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu beyan ederse, ve ben bunu İstanbul'daki gazeteciler ile insan hakları savunucuları aracıyla doğrulatamıyorsam, belki İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne böyle bir şahsın tutulup tutulmadığını sorabilirim. Fakat üyelerin geniş bir girişimi için bu bilgiyi yeterli görmek mümkün değil. Londra'da Aİ merkezinde çalışmaya başlamadan önce bazı çevrelerin ortaya attıkları iddialara karşı çok dikkatli olmak gerektiğini öğrenmiştim. Verilen "korkunç" bilgilerin çoğu kez sağlıklı olmaması bir bakıma özellikle askeri diktatörlük zamanında egemen olan sansür ve haberleşme zorluklarına bağlanabilir, ancak bir çok sol örgütün bu konuda tamamen sorumsuz hareket ettiklerini de kabul etmek gerekir. Kürtlerin "yeni yılı" olarak kutladıkları 1982 Newroz gününde (21 Mart tarihinde) Almanya'da birden Diyarbakır Askeri Cezaevinde 38 kişinin "hunharca katledildiklerine" dair haberler yayılmaya başladı. PKK'ye yakın çevrelerce 13 isim tespit edilmiş olup haberin doğruluğuna kanıt olarak gösteriliyordu. Tespit edilen isimlerden bir tek Mazlum Doğan'ın 21 Mart 1982 tarihinde işkenceleri protesto etmek için intihar ettiğini sonradan öğrenebildik. Diğer tutuklulardan bazılar sonradan sağ çıktı; başkalar daha önce 1982 yılın başında işkence, açlık grevi sonucu ya da başka nedenlerle vefat etmiş; 3 tutuklu ise 25 Temmuz 1983 yılında protesto maksadıyla kendilerini yakan 4 kişi arasında bulunuyordu. Yapılan yanlışlar her zaman bu denli açık değilse de salt propadanda amacıyla "onlarca", "binlerce" şeklinde yapılan açıklamalara, olaylar hakkında somut bilgi verilmediği takdirde, güvenemezdim tabii. 30 yıldır Aİ bünyesinde yapılan tartışmalar sonucunda oluşmuş çalışma ilkelerinde değişiklik yaratma gücü, en fazla üyeye sahip olan ABD şubesi için bile olanakdışı görülüyor. Örgütün karar alma mekanizmasını anlayabilmek için örgütlenme modeline bakmak gerekir. Aİ aşağıdan yukarıya doğru bir örgütlenme ilkesine sahiptir. Bir ülkede önce tek tek kişiler üye olur, onlara gönderilen aylık bültende belirtilen "ayın mahkumu" kampanyalarına ya da "acil işlem" gibi kişisel eylemlere katılabilirler. Belirli bir yerde (şehirde) üye çoğalmışsa, bunlar bir araya gelerek grup kurabilir. Grupların görevleri farklı olduğu için ve belirli bir titizlik ile sorumluluk istediği için deneyimli kişiler tarafından "eğitilirler". Gruplar bir ülkede çoğalmışsa bunlar bir araya gelerek şube oluştururlar. O zaman görevleri daha da çoğalmış olur ve mutlaka "tek ses ile konuşma" ilkesine ters düşmemek için geniş bir "eğitime" gereksinim olur. Gene de her şey buyruk ve emirlerle yapılmıyor. Bir çok konuda şubelere, hatta gruplara bir hareket özgürlüğü verilmiştir. Kamuoyunu ne şekilde bilgilendirebileceklerini merkezden daha iyi bilen yerli üyeler, merkezde hazırlanan bilgileri en iyi şekilde nasıl dağıtacaklarını tespit ettikleri gibi, kendi Dışişleri Bakanlıkları nezdinde doğrudan girişimde de bulunabilirler. Kendi hükümetlerinin iltica politikasını eleştirmek, ilk bakışta "kendi ülkesi ile ilgilenmeme" ilkesine aykırı düştüğü izlenimini veriyorsa da, bu konuda aslında mültecilerin geldikleri ülkelerde uygulanan insan hakları ihlalleri yüzünden geri gönderilmelerine karşı çıkılmaktadır. Aİ şubesi kendi hükümetini ancak başka hükümetlerinin ihlallerini yanlış yorumlamakla suçlamaktadır. Aİ mülteci örgütü olmayıp, taşıdığı düşüncelerinden ötürü memleketinde cezaevine girme (düşünce suçlusu olma), işkence görme ya da idam edilme olasılığı ile karşı karşıya olan insanların "geri gönderilmesi"ne karşı çıkar. "Mülteci statüsü tanınsın" diye başvuru yapılmamakla birlikte Aİ'nin geri gönderilmesine karşı çıktığı insanların bir çoğunun, sonuçta mülteci statüsü kazandıkları da bir gerçek. Aİ'nin hiyerarşik yapısı şubelerde durmuyor. Eskiden yılda bir, şimdi iki yılda bir yapılan şubelerinin seçtiği delegelerin katıldığı genel kurul (İnternational Council Meeting = İCM) en yüksek karar organıdır. Orada 4 yıl görev yapacak 8 kişi (her genel kurulda 4 kişi), yürütme kuruluna seçilir (İnternational Executive Committee = İEC). Fahri olarak bu görevi sürdürenler, merkezde maaşlı çalışanları denetledikleri gibi, şube ve üyelerle olan ilişkileri de geliştirmeye çalışırlar. Genel kuruldan genel kurula kadar en yetkili organ olmasına rağmen bu konuma gelebilenlerin "geçim derdi" olmayan kimselerden oluşması, olumsuz bir koşul sayılabilir, fakat gönüllülük ilkesi ile, her zaman istenilenden dar olan bir bütçe ile işini yürüten bir kuruluş için kaçınılmaz sayılmalıdır. Londra'da bulunan merkezin (İnternational Secretariat) ayrı bir hiyerarşik yapısı vardır. İdari işlere bakan bir bölümden başka (Administration Department), fahri ve profesyonel çalışanlara hizmet sunan bölümler de var. Bilgi merkezi (arşiv, kütüphane, bilgisayar ve dünya basının derlendiği İnformation Service Department) ayrı bir bölüm oluşturur. Dağıtım ve posta işleri basın ve yayın (Press & Publications) kısmına bağlıdır. Basın ve yayın kısmı gibi, kampanya ve üyelik bölümü (Campaign and Membership Department) merkezin en büyük kısmını oluşturan araştırma bölümü (Research Department) ile yakın işbirliği halindedir. Araştırma bölümünün başında bir "müdür bürosu" (head office) bulunmakla Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, ve Avrupa Güvenliği ve İşbirliği Konferansı gibi hükümetler üstü kuruluşlar ile ilişki sağlayıp genel hukuki sorunları çözüme bağlamaya çalışan bir hukuk bürosu (Legal and İnter-Governmental Organizations Office) ile genel sekreterliği (Secretary General's Office) araştırma bölümün üstünde bulunup alınan kararları denetler. Genel merkezde çalışanların yarısı benim de görevli olduğum araştırma dairesinde çalışırlar. Kendi içinde dünya coğrafyasına göre 5 bölüme ayrılmış durumdadır (Afrika, Asya, Amerika, Avrupa ve Orta Doğu). Her bölümün "şefi" vardır ve benim gibi "araştırmacılar" direk buna karşı sorumludur. Çok nadiren tek, genellikle bir kaç ülkeden sorumlu olan araştırma "tim"leri, ilke olarak 3 kişiden oluşur. Her araştırmacının asistanı olduğu gibi, sekreteri de vardır. Aynı ücret almayan tim üyeleri arasında işbölümü yapılabilir (örneğin herkes yoğunlukla ayrı bir ülke ile ilgilenir) ancak ana sorumluluğu her zaman araştırmacıya aittir. 1970 yılında 50 maaşlı kişi ile çalışmasını yürüten Aİ 1980 yılına kadar 100 kişilik bir kadroya kavuşmuştu. İşbaşı yaptığım 1986 yılının sonunda 200 profesyonel çalışan arasına girdim. Bana açılan işyeri yeni olduğu gibi daha sonra genişletilen Aİ çalışmasında, ayrıldığım 1990 yılın sonuna kadar, kadrosu 250 kişiye çıkmıştı. Buna rağmen herkes çok yoğun stres altında çalışıyordu, bürokratik işler her gün biraz daha artıyordu ve dünyada hızla değişen gelişmelere ayak uydurabilmek için bazı bölümler adeta "boğulmak" üzere idi (örneğin Çin'de öğrenci protestolar sırasında Asya bölümü). Geniş üye potansiyelini azami ölçüde harekete geçirmek düşüncesiyle, insan hakları mağdurlarına en iyi şekilde yarar sağlama ilkesinden hareketle her gün durmadan basın, radyo ve televizyonda çıkan haberleri değerlendirmek zorunda olan araştırma görevlileri bazen buna vakit bulamazlar. Telefon, teleks ve telefaksla doğrudan zarar gören insan ve dostlarından gelen haberler, yayın organlarında çıkan raporlardan daha önemlidir ve bazen acil bir müdahaleyi kaçınılmaz kılmaktadır. Sonuçta saati saatine yapılan işler yüzünden uzun vadeli bir planlama çoğu kez yapılamamaktadır. Salt merkezde değerlendirilen raporları hazırlamak; özel projeler veya genel konular için seçilen örneklerin doğruluğunu tespit etmek; her gün bir çok farklı çalışma yöntemi kullanan "meslektaşlarla" tartışarak çözümler bulmak zorunluluğu; çalışma koşullarımızı etkileyebilecek konularda diğer çalışanlarla beraber görüş belirtmek gibi bir çok neden bazen dışa dönük işlerimizin arka planda kalabilme tehlikesini beraberinde getiriyordu. Sürekli; üye, grup ve şubeler tarafından "daha fazla iş/hizmet" diye sıkıştırılan timler, gelen yoğun bilgileri ve resmi yanıtları istenildiği zaman bir daha hemen bulunacak şekilde düzenlemek, titizlikle takip edilen bir dosyalama sistemine göre çalışmaya özen göstermek ve altında ezildikleri kağıt parçalarını düzgün bir şekilde yerleştirmek göreviyle karşı karşıyadırlar. Buna bir de gelen konukları ağırlamak, uzman toplantılara katılmak, yerinde inceleme yaparak, önemli davaları takip ederek gerektiğinde yetkililerle görüşmek gibi işler eklenince yaşanan "stres" az da olsa tahmin edilebilinir her halde. Aİ çalışanları arasında iki farklı yaklaşım görmek mümkündür. Bazı araştırmacı salt "tepkisel" çalışır ve örneğin bir başvuru veya şikayet geldiği zaman eksik bilgilerin başvuru sahibi tarafından tamamlanmasını ister. Bu şekilde hemen hemen sadece ünlüler ile ilgilenme sonucu doğar. Asıl yardımı, tanınmamış, sıradan vatandaşlara göstermek gerekir diyen benim gibi düşünenler, müracaat olmadan harekete geçip daha aktif bir araştırma yöntemi geliştirenlerin işi maalesef hiç bir zamanda bitmez, yani paydos, istirahat, hafta sonu yabancı terimler olur. Helsinki İzleme Komitesi gibi
kuruluşlardan farklı bir şekilde Aİ salt durum tespiti yapmıyor, aynı zaman
bünyesinde barındırdığı ve sayesinde maddi olarak ayakta durabildiği üyelerine
sürekli hesap vermek, onların katılabileceği girişimleri hayata geçirmek
zorundadır. Örgütün dinamiği şüphesiz üyelerin hareketliliğinde yatar,
fakat bir çok çalışanı Aİ'nin fazlasıyla kurumlaştığını pek farkedemiyor.
Örneğin zamanın fazlasını Birleşmiş Milletlere sunulan (ve hiç bir üyenin
görmeyeceği) raporlara, uluslararası toplantılara yapılan hazırlıklara
harcandığını ancak benim gibi işlerin içinde boğulmuş birileri anlayabiliyor.
TÜRKİYE İLE İLGİLİ ÇALIŞMA
Biraz Fransızca'dan başka yabancı dil bilmeyen bir kişi için bu kadar farklı ülkeler hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olabilmek elbette zordu. Fakat Yunanistan'da albaylar cuntası zamanında iyi bir sınav vermişti. Türkiye'den 1970'li yılların sonunda yoğun şikayetlerin geldiğinde geniş bir kampanya hazırlığına girişmiş, ancak 12 Eylül darbesi ile Aİ böyle bir kampanyadan vazgeçmişti. Darbeden sonra Aİ tarafından Türkiye hakkında hazırlanan bazı raporları biliyordum, daha doğrusu Türkiye basınında yetkililerin eleştirilerinden haberim oluyordu. Bilgilerin örgüte nasıl ve ne şekilde geldiğini bilmiyordum, ancak Alternative Türkeihilfe'de bulabildiğimden daha çok kaynağa ulaşabildiğinden emindim. O zamana kadar Aİ'nin ilgilendiği konular arasında "adil yargılanma" diye bir konu olduğunu bilmiyordum. Değişik heyetlerle bir çok dava izlediğim için ve giden hukukçuların eleştirilerini bildiğim için bu konuda Aİ'nin önceden bir tespit yapmamış olmasına şaşırdım. Göreve gelmemden bir ay önce, yani Ekim 1986 tarihinde, darbeden 6 yıl sonra, askeri mahkemelerde görülen davaların uluslararası yargılama hükümlerine uymadığını Aİ ancak tespit edebilmişti. Öğrendiğim kadar ile bu raporun oluşması için Hollanda'lı bir avukat, Aİ adına 4 kez Türkiye'ye gidip oradaki hukukçulardan gereken bilgiler toplamış. Çalışmada gördüğüm diğer eksikliklerin hemen hemen hepsi Türkçe bilen bir elemanın bulunmamasından kaynaklanıyordu. Türk gazeteler bir tarafta yığılmıştı ve az bir Türkçe öğrenmiş asistan, haberlerin başlıklarında bulunan "işkence, cezaevi, askeri mahkeme" gibi sözcükler yakalayıp, özet çevirinin yapılması için tercüme bürolarına veriliyordu. Gerçi Avrupa'da dil bilen Türkiye'liler (İngilizce, Fransızca, Almanca) ara sıra tercümesi ile birlikte gazete küpürleri gönderiyorlardı, fakat bu Türkiye'deki olayları takip etmek için yetmezdi. Parasal açıdan çok, zaman olarak büyük kayıplara yol açan yöntem benim gelmemle birlikte iptal edildi. Haftalık dergilere de abone olundu ve gazete arşivine hemen ilk günden itibaren en az 4 misli haber yerleştirmeye başladık. Benden önce sorumlu olan kadının, Türkiye'nin genel durumu hakkında bilgi sahibi olabilmek için Londra'da gazeteci ya da akademisyen olup, BBC'de çalışan ya da Türkiye ile yakın ilişki halinde olan bir grup aydın ile sohbet toplantıları yaptığını duymuştum. Bu kişilere, hakkımda yaptıkları ve kulağıma kadar gelen dedikodular yüzünden "nezaket" ziyareti yapmaya gerek görmedim. Vazgeçilmez "danışmanlık" ünvanını kendilerinde gören bu insanların bana kırıldıklarını duyunca da pek üzülmedim. Dil bilen bazı kişilerin doğrudan merkeze başvurmaları dışında Avrupa'nın bir çok ülkesinde bulunan "Aİ Türkiye koordinasyon grupları"na ya da şubelerine başvuranlar oluyordu. Bazen kendi işleri için müracaat edenler olduğu gibi (örneğin iltica konusunda) Aİ'ye doğrudan Türkiye'den bilgiler aktaranlar oluyordu. Örneğin cezaevlerinde bir açlık grevi başladığında Türkiye'deki arkadaşlarının gönderdikleri bildirilerin kopyalarını Aİ üyelerine veriyorlar, onlar da bunu Londra'ya gönderiyorlardı. Tabii bu şekilde gelen bilgiler Londra'ya ulaştığında genellikle "bayatlamış" oluyordu. Avrupa'da bulunan mültecilerden haber istendiğinde onlar memleketlerine telefon ediyorlar ve bana "yeni" durumu 2, 3 gün aralıkla ancak bildirebiliyorlardı. Bu yüzden baştan beri bilgileri doğrudan Türkiye'den almaya çalıştım. Bu her zaman kolay olmuyordu tabii, çünkü beni tanımayan bir insan, İngiltere'den arayan bir Alman Türkçe konuşunca her türlü şüpheye düşebiliyordu. Ayrıca benden şüphelenmeyip telefonun dinlendiğini düşünenler başlarına gelecek işlerden ötürü konuşmak da istemiyorlardı. Bir kez İzmir'de oturan bir genç, tahliye olduktan sonra bana böyle bir tepki gösterdi. Kendisi Belçika'da bulunan arkadaşlar ile sürekli mektuplaşmış ve onlara ev telefonunu da bildirmişti. Ancak onunla beraber yargılanıp mahkum olan diğer arkadaşları, ilgilenen öteki kişilere yanıt göndermemişti. Onlar da "acaba adamımız tahliye oldu mu?" diye merak ediyorlardı. Bunu İzmir'de tanıdığım gazeteciler bilemezdi. Sanıkların avukatlarını da tanımadığım için tahliye olan arkadaşa telefon etmekten başka çare görmüyordum. Ayrıca İzmir'de olduğu için belki korkmaz diye düşünüyordum. Aradığımda hemen "polisle konuşmam" deyip telefonu kapattı. Göreve başladığımda araştırmam gereken konular hakkında bilgi sahibi olabilecek bir kaç insan tanıyordum. Görevimi teslim aldığım Anne Burley benim kadar ilişkilere sahip değildi. Türkiye'ye sürekli yaptığı inceleme gezilerinde ancak iyi İngilizce bilen kişilerle görüşebilmişti. Aralarında doktor, profesör vs. saygın kişiler vardı. Aİ temsilcisi ile konuşmaları onlar için sorun olmazdı, ancak olaylar hakkında aktarabilecekleri çok somut bilgileri genellikle yoktu. Göreve başladığımda İnsan Hakları Derneği (İHD) henüz yeni kurulmuştu ve pek şubesi yoktu. Onun için herhangi bir yerden gelen bir haberi doğrulatmak için hemen oradan muhatap bulamıyordum. Ancak İstanbul ve Ankara'da tanıdıklarım vasıtasıyla (Diyarbakır'la doğrudan ilişki kurmayı henüz uygun görmüyordum) ister gazeteci ister avukat olsun konuya vakıf olan bir insana ulaşmam mümkün oluyordu. Aİ bütçesinde gerekli telefon görüşmeleri için herhangi bir sınırlandırmanın olmaması kolaylaştırıcı bir öge idi. Asya veya Amerika ülkelerindeki durumu araştıran kimseler her halde benden daha fazla telefon masrafı yapıyorlardı. Başka ülkelerin durumunu araştıranlara göre bir avantajım vardı. Türkiye'de herkes açık konuşamıyordu, ama cesur insanlar vardı. Aİ temsilcilerinin bazı ülkelere girmeleri yasaktı; oralardan sorumlu olan araştırmacılar kişisel bir güven ilişkisi kuramazlardı. Türkiye ise, askeri diktatörlük zamanında bile yabancılara sınırlarını kapatmadı. Batı'lı bir demokrasi ile yöneltildiği iddiasında olan bir ülke için böyle bir tutum düşünelemezdi belki. Ancak böylece Türkiye'den bilgi almak başka ülkelere nazaran daha kolay oluyordu. Örneğin Bulgaristan sorumlusu olan arkadaş ihlalleri 1990 yılına kadar yerinde inceleyemedi. Her zaman Türkiye'ye göç etmiş insanlardan ikinci veya üçüncü elden ve uzun bir zaman kaybı ile bilgi almak zorunda idi. Bir çok hükümet, Aİ başvurularına yanıt vermemekte direniyordu. Bazı durumlarda bu kolay değildi, çünkü hükümetler arası görüşmelerde konu insan hakları ihlallerine geldiğinde yanıt göndermiş hükümetler fazla "mahçup" olmazdı. Türkiye bu hususta bir ara yol izliyordu. Diğer Batılı ülkeler gibi her bir başvuruya yanıt göndermiyordu, ancak basın bildirisi ile beraber açıklanan iddiaları çürütmeye çalışıyordu. (Türkiye basını tarafından da dikkatle izlenen "işkence altında ölüm" olaylarında olduğu gibi). Ben göreve geldiğim zaman, bazen yazılı yanıtların doğrudan Aİ'ye değil ünlü bir şahıs "acil işlem" gibi bir girişime katılmışsa, ona gönderildiğini gördüm. Sonra oradan bize bir kopya ulaşırdı. Bu tür yanıtların, çalıştığım dönemin ikinci yarısından sonra doğrudan merkeze gelmekle beraber niteliği pek değişmedi. Örneğin işkence endişesiyle gönderilen acil başvurulara karşı, sözü edilen insanların falanca suçlama ile gözaltına alınıp bazılarının tutuklandığı doğrulanıyordu. İçlerinde işkence iddiasında bulunulmuş kişilerden bahsedilmiyordu, ve bazı istisnalar dışında işkence konusunun araştırıldığına dair herhangi bir bilgi de yoktu. En fazla "işkence görmedikleri doktor raporları ile sabittir" cümlesine rastlanırdı. Kısaca gelen yanıtlar doyurucu olmaktan uzaktı. Aİ'de siyasi rejim konusunda bir ayrım yapılmaz. 12 Eylül'den sonra askeri iktidar zamanında görülen ihlallerin sivil hükümetin işbaşına geldiği Kasım 1983'ten sonra durduğuna dair bir değerlendirme de söz konusu değildi. Gözaltına alınanların, tutuklanıp yargılananların sayısında bir azalma görülmekteydi. Bu anlamda nispi bir "düzelme"den bahsedilse bile, nitelik açısından Türkiye'de bir şey değişmediği için Türkçe bilen bir kişiye ihtiyaç duyulmuştu. Olumlu sayılabilecek tek konu Ekim 1984'ten itibaren Türkiye'de herhangi bir idam kararın infaz edilmemesini göstermek mümkündü, fakat buna karşı yoğun işkence iddialarını araştırmak için "mağdurların" konuştuğu dili bilmek önemli idi. 15 yıldır aynı görev yapmış amirim, Türkiye'ye ilişkin herhangi bir değerlendirme yapılması gerektiğinde benden daha yetkili olduğunu iddia etmeyip, görüşlerimi hemen ilk günden beri dikkate aldı. Değerlendirmemizde zaten büyük görüş farklarımız yoktu. Geçmişte bir çok konu ihmal edildiğini biliyordu ve örneğin adil yargılanma konusunda sadece askeri mahkemelerin uygulamaları değil, 1 Mayıs 1984 tarihinden beri siyasi davalara bakan devlet güvenlik mahkemeleri hakkında da aynı araştırmayı yürütmek gerektiğinde hemfikir idik. "Düşünce suçu", işkence ve idam gibi klasik konularda işimiz çok olduğu için, ayrı bir inceleme gerektiren konulara girmeye pek zaman kalmazdı. Örneğin "vicdani red hakkı" ile ilgili salt teorik bilgi toplamak başlıbaşına bir sorundu. Benzer zorluklar "peşin infaz" konusunda görüldü. Devlet eliyle işlenen cinayetlere karşı çıkmak Aİ'nin görevleri arasındadır. Bu nedenle Aİ yakalanması mümkün olan suç zanlılarının öldürülmelerine de karşı çıkar. Latin Amerika ülkelerinde "ölüm mangaları" vasıtasıyla bu tür cinayetler işlenmektedir. Türkiye'de ise "anarşist ve terörist" avında savunmasız insanların öldürülmeleri, güvenlik kuvvetlerince yanlışlıkla "dur ihtarına uymadığı için", "kaçarken vuruldu" veya "ölü olarak ele geçti" biçiminde izah edilir. 12 Eylül sonrası çok görülen
bu tür olayların görgü tanıkları olmaması ya da konuşmamaları öldürme fiilinin
oluş şekli hakkında net bir görüşe sahip olabilme şansını zayıflatıyor.
Gene de duyarlı kesimlerin uğraşması veya ailelerin ısrar etmeleri ya da
insan hakları gönüllülerinin heyet oluşturup yerinde yaptıkları incelemeler
sonucunda 1980'li yılların sonuna doğru "peşin infaz" olaylarına değinen
bir raporun hazırlanmasına başlayabildim. Mart 1990'da yayınlanan bu rapor
ile Türkiye'de devam eden insan hakları ihlallerinin genel bir tablosu,
Aİ'nin ilgi alanı ve olanaklarım ile sınırlı çizilmiş oldu.
YERİNDE YAPILAN İNCELEMELER
Ben göreve geldikten sonra Türkiye'de "düşünce suçu" hakkında, ortaya atılan "işkence" iddialarına ilişkin, ya da siyasi bir davanın adil olup olmadığı konusunda yeni bilgiler elde edebilmek için davalara gözlemci olarak bir avukatın gönderilmesi pek söz konusu değildi. Gidecek avukat, Türk hukuk sistemi hakkında bilgi sahibi olmuş olsaydı bile, Türkçe bilmediği için tercümana ihtiyaç olurdu ve gitmeden önce merkezin merak ettiği bilgiler konusunda ayrıntılı "brifing" vermek gerekirdi. Kolay bir çözüm, tercüman olarak benim gitmem olabilirdi. Ancak değişik heyetlerle izlediğim bunca davada ve Almanya'da mahkeme tercümanı olarak kazandığım hukuki deneyleri ile tek başıma gitmemde hiç bir mahsur yoktu. Genellikle bu tür "dava izleme" görevimi, farklı bir düzenlemeye tabii tutulan ve farklı bir bütçeden karşılanan "araştırma gezilerim" esnasında yürütürdüm, yani davadan önce veya sonra Türkiye'de kalıp yerinde incelemeler yapardım. Aİ adına değişik ülkelere gönderilen gözlemci ve temsilciler kati suretle izlenimleri hakkında demeç veremezler. Görevlerini tamamladıktan sonra izlenimlerini içeren bir rapor halinde uluslararası yürütme kuruluna bilgi sunarlar. Bu kural profesyonel kadrosu için de geçerlidir. Basın mensupları ya da başka kişiler benden "bu gezinizde farklı bir durum tespit edebildiniz mi?" diye sorduklarında yanıt veremezdim. Ancak "af örgütü nedir?" ya da kimlere "düşünce suçlusu diyorsunuz?" gibi sorulara yanıt verebiliyordum. Türkiye'ye ilişkin sorulara Türkiye hakkında yazılmış en son rapordan alıntı yaparak yanıt verebiliyordum. 4 yıl içinde aşağı yukarı 10 kez Türkiye'ye gittim: davalar izlemek için, inceleme yapmak için ve bir kez de yetkililerle görüşmek için. Bazı gezilerimde yanımda başka görevliler bulundu, ama genellikle bu görevi tek başıma yaptım. Aİ'deki görevimden ayrılmış olmama rağmen örgüte sunduğum raporlardan alıntı yapamam (edinilen bilgiler kısmen kamuya açık raporlarda bulunur). Fakat Aİ'nin bakış açısından önemli olmayan kişisel bazı anılarımı buraya aktarabiliyorum. 9 Nisan 1987 tarihinde ilk kez Aİ adına Türkiye'ye gittiğimde oldukça heyecanlı idim. Tercüman olarak gitmiyordum, resmi çevrelerin "baş düşmanı" olarak tanınan bir örgütün temsilcisi idim. Aİ'nin politikası gereğince gizli gitmiyordum. Hangi tarihlerde Türkiye'de olacağım ve hangi yerleri ziyaret edeceğim önceden bildirilmişti. Benden önce bu tür inceleme gezileri yapmış Anne Burley ciddi bir olayla karşılaşmamıştı, hatta izlendiğine dair kesin kanıt yoktu elinde, "ancak," dedi "her zaman izlenmiş gibi hareket etmen uygun olur." Onun için eski arkadaşlarıma, Almanya'dan dönen işçi vatandaşların yanına gitmeyecektim. Herhangi bir kişiyle konuşmadan önce başka kanallardan haber verip benimle ilişki kurup kurmamalarını onlara bırakacaktım. Güvenlik önlemleri açısından çok deneyimli sayılmazdım. Topladığım bilgileri nasıl saklayacaktım? Teyp kullanmam doğru mu olurdu? Aldığım notların bir kopyasını önceden posta vasıtasıyla Londra'ya göndermemde bir sakınca var mıydı? Otele bıraktığım eşyaları nasıl koruyacaktım vs. vs. kafamda bir sürü yanıtsız soru vardı. Gezimi aslında iyi planlamıştım. 10 Nisan 1987 tarihinde Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde Hasan Damar ve Şerafettin Özkan'ın davalarını izleyecektim. Ankara'da temaslarım bittikten sonra Adana'ya geçip oranın kapalı cezaevinde kötü muamele yapıldığına dair iddialar hakkında ayrıntılı bilgi almaya çalışacaktım. Üç haftalık inceleme gezimde Adana'dan sonra İstanbul ve İzmir vardı programda. Hasan Damar Aİ tarafından düşünce suçlusu olarak kabul edilmiş bir tutuklu idi. Almanya'da MSP'ye yakınlığı ile bilinen Milli Görüş Teşkilatı'nda önemli bir görevde bulunmakla, sonuçta laikliğe aykırı, yasadışı bir örgütün lideri olmakla suçlanıp TCK'nun 163'üncü maddesine göre yargılanıyordu. İddialar doğru olsa bile, Milli Görüş Teşkilatı içinde herhangi bir şiddet eylemine rastlamak mümkün değildi, Hasan Damar için "cihad" çağrısı, yani şiddete, silahli mücadeleye çağrı yaptığına dair en ufak bir ipucu da yoktu. Aİ "mandate"e göre klasik bir "düşünce suçlusu" olduğundan derhal ve koşulsuz serbest bırakılması gerekiyordu. Türkiye'ye gelinceye kadar Şerafettin Özkan'ın tutukluluğundan haberim yoktu. Hasan Damar gibi TCK'nun 163'üncü maddesi gereğince yargılanıyordu. O da Almanya'da legal bir örgüte üye olmakla suçlanıyordu. Milli Görüş'ten kopan bu örgüt hakkında (İslami Cemiyet ve Cemaatler Birliği) pek bilgim yoktu. Duruşmadan sonra iddianamesini yanıma alarak "düşünce suçlusu" değerlendirmesini Londra'daki amirlerimle beraber yapacaktım. Hasan Damar'ın davasına ilişkin iddianame ve bazı ek bilgileri, avukatı olan eski Adalet Bakanı Şevket Kazan'dan almıştım. Duruşmaya katılmadan önce davanın savcısı ile görüşmek istediğimi belirtmiştim. Hatırlayabildiğim kadarı ile iddianameyi hazırlayan Ülkü Coşkun idi, fakat duruşmadan sonra beni Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral kabul etti. Amacım salt savunma makamının değil, iddia makamının da görüşünü almaktı. Ancak Nusret Demiral'ın dava ile ilgili hiç bir bilgiye sahip olmadığını hemen ilk anda anladım. Herhangi bir soru sormadan kendisinin "terör uzmanı" olduğunu, bu konuda bir sürü kitap okuyup, derin araştırmalar yaptığını vs. anlattı. Terör ile bu dava arasında bağlantıyı anlayamadığım için özel bilgisine ilişkin herhangi bir şey sormadım. Davaya ilişkin merak ettiğim konular hakkında maalesef başsavcıdan herhangi bir yanıt almak mümkün değildi. Çok cömert davranarak sormadığım halde konuşmamızın sonunda bana her iki davanın iddianamelerinin fotokopilerini verdi. Belki o anda "silahlı çetecilerin" davası değil "sağcı" olarak bilinen iki kişinin davası hakkında konuşmaya geldiğimi fark etti. Şerafettin Özkan ile Hasan Damar'ın tek "suçu" her halde yanlış zamanda Türkiye'ye dönmüş olmalarıdır. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in Adana'da yaptığı bir konuşmasında laikliğe aykırı faaliyetlerden bahsedince, bir ara sözünü "Köln'de bulunan kara ses"e, yani Cemalettin Kaplan'a getirerek, yurtdışında bulunan Türkiye'liler arasında dini faaliyetin tehlikeli boyutlara ulaştığını söyledi. Arkasından bu tür örgütlere bağlı kişilere karşı hemen yoğun bir takibata girişilmişti. Nisan 1987'de yaptığım gezim süresince Ankara, İstanbul ve İzmir'de olmak üzere 163'üncü maddeye göre açılmış davalar hakkında bilgi toplamaya çalıştım. Hristiyan bir ülkeden gelmeme rağmen Müslüman çevrelerle ilişki kurmam zor olmadı; Milli Gazete, Yeni Nesil veya Zaman gazetesinde Aİ temsilcisine kapılar açıktı. Fakat bazı avukat ve fertler hariç bana tek tek davalar hakkında gereken somut bilgiyi kimse veremedi. İstanbul'da karşılaştığım başörtülü öğrenci kızlara "cezaevine girmeden, salt okuldan atıldığınız için Aİ müdahele edemez" demek zorunda kaldığımda doğal olarak hoşnut kalmadılar ve istediğim bilgileri bana ulaştırmadılar. Konuştuğum öğrencilerin üniversitede karşılaştıkları haksızlıkları somut idi, fakat Aİ'nin ilgi alanına girmiyordu. Yürüyüşlerden sonra gözaltına alınanlar hemen bırakılıyordu, emniyette işkence gördüklerine dair somut bilgi yoktu. Buna karşılık üniversite gençliğinden, özellikle sol çevrelerden, yoğun işkence iddiaları geliyordu. Ankara'da bir kaç öğrenci ile Yalçın Küçük'ün evinde randevulaşarak bir akşam boyunca Kasım 1986 ile Mart 1987 tarihleri arasında DAL'da gördükleri işkence hakkında ayrıntılı bilgi aldım. Dışarıya çıkarken polisleri ben fark edemedim, ama izlenmeye alışkın olan Yalçın Küçük ile öğrenciler hemen iki polis otosunu işaret ettiler. Ben epey endişelendim, ancak kendileri ertesi gün Cumhuriyet gazetesine giderek, benimle konuştukları ve gördükleri işkence hakkında bilgi verdiklerini haber olarak yayınlanmasını sağladılar. Aİ ile kurdukları bağlantı yüzünden her halde güven duyuyorlardı. İlk Türkiye gezimde Güneydoğuya gitmemeye karar vermiştim. 1984 yılında tanınmamış kişiler olarak izlendiğimiz için ve o zaman bizimle konuşan insanların sonradan baskı görmesi beni tedirgin ediyordu. Önce yöreyi tanıyan insanlardan oranın koşulları hakkında daha ayrıntılı bilgi almak istiyordum. Ankara'da bazı doğulu milletvekilleri ile konuştum, fakat gazetelere verdikleri demeçlerinden farklı bir şey söylemediler. Gazeteciler de bana ayrıntılı bilgi veremiyordu. Belki SHP Adana milletvekili Cüneyt Canver bana bir şey anlatabilir diye onu aradım. Cüneyt Canver, Bingöl ilinde öğretmen Sıddık Bilgin'in öldürülmesi ile ilgili, 1986 yılında bir müddet sakal bırakarak yeni bir otopsi yapılmasını sağlamıştı. Böylece ölümün işkence sonucu meydana geldiğine dair ciddi deliller elde edilmişti. Gazeteler bu konuda çok ayrıntılı haber yazdığı için aslında olay ile ilgili yeni bilgilere ihtiyacım yoktu. Fakat Cüneyt Bey belki başka olaylar hakkında bana bazı bilgiler verebilirdi. Ankara'dan ayrılacağım son akşama kadar bir türlü ilişki kuramamıştım. Cüneyt Canver sürekli geziyordu sanki. Tüm işlerim bittikten sonra, onuncu kez telefon ettiğim SHP binasında kendisini rastlantı sonucunda buldum. Hemen oraya gittiğimde işi bitmemişti. Bir köşede Adana SHP örgütünde hizip olanlarla uğraşıyordu, öte yanda ertesi gün eylem yapacak öğrenciler ondan yardım istiyordu, İstanbul Askeri Mahkemesi'nde idamla yargılanan şair Nevzat Çelik'in kız kardeşi gelmişti ve Cüneyt'le konuşmak istiyordu. Ayrıca Aydın Güven Gürkan ile çeşitli konular hakkında görüşecekti. Ben gelir gelmez diğer işlerini bırakıp hemen yanıma geldi. Doğrudan konuya girdiğimiz için aramızda görüşülecek "iş" 5 dakikada bitti ve biraz sonra Aydın Güven Gürkan ile SHP Adana teşkilatından bazı arkadaşların da katıldığı akşam yemeğe çıktık. Aİ'deki çalışmalarımda benim gündemim de her zaman yüklü idi, yaşamım stres dolu sayılırdı, ancak Cüneyt Canver benden çok daha stresli görülüyordu. İşini çok iyi beceriyor muydu bilemem, fakat bunca iş arasında herkese insancıl yaklaşıyordu. Lokantadan çıkarken karşıda park edilmiş polis otosunu görünce şaka olarak onlara gidip "birlikte otele dönelim, taksi parası vermeyeyim" diye öneri yapalım dedim, fakat Cüneyt arkadaşın karşı çıkması ile vazgeçtim. Evet, kısa zamanda arkadaş olmuştuk. Fakat bana Adana'da otel ayırtmasına kızdım ve ertesi gün öğlene doğru Adana'ya vardığımda "Canver öder" diye bir notu hemen sildirdim, çünkü Aİ temsilcisi olarak "bağımsızlığımı" korumak zorunda idim. Adana Kapalı Cezaevi'nden gelen şikayetleri ile ilgilenmiş olan SHP Adana İl Örgütü Başkanı Timuçin Savaş ile daha önce telefonla saat 14'te randevulaşmıştık. Yerini bulmakta pek güçlük çekmedim. Ancak oraya vardığımda korkunç bir kalabalıkla karşılaştım. Sanki bütün SHP Adana İl Örgütü bir mitinge gitmek için hazır bekler bir hali vardı. Sora sora Timuçin Savaş'ı kalabalığın içinde bulup kendimi tanıttığımda birden flaşlar patladı ve 10'dan fazla gazeteci üzerime atladı. "Demeç veremem, salt bilgi almaya geldim" dediysem de gazetecileri durdurmanın kolayı yoktu. Gerçi onlar en az benim kadar şaşırmıştı. Geleceğimi duyurmuş olan Timuçin Beyden Türkçe konuştuğumu biliyorlardı, ama herkes uçakla geleceğimi düşünmüş ve bir heyet beni havaalanında beklemiş. 15 dakikada gazetecilerden zarzor kurtulabildim. Timuçin Savaş ile konuştuktan sonra tutuklu yakınları ile ayrı bir odada sohbet edebildim ve daha sonra yeni kurulmuş olan İHD temsilcileri vasıtasıyla çeşitli temaslarım da oldu. Türkiye'nin tüm üniversitelerinde olduğu gibi Adana'da da o günlerde gözaltılar yaşanıyordu. 8 öğrenci "tek tip dernek" yasasını protesto etmek için Ankara'ya kadar yürümeye karar vermişlerdi, ancak ertesi gün Pozantı'da durdurulmuşlardı. İstanbul'a vardığımda orada da yoğun öğrenci eylemleri başlamıştı. İlk kez 500 öğrenci Beyazıt'tan Aksaray'a kadar yürümüş ve 60'dan fazla öğrenci gözaltına alınmıştı. İHD şubesinde Emil Galip Sandalcı ve başka arkadaşlar ile görüşürken bir öğrenci heyeti gelip, o gün, 17 Nisan 1987 tarihi akşamı, İstanbul Üniversitesi önünde açlık grevine başlayacaklarını duyurdular. Herkes yoğun bir gözaltı olayının yaşanacağından endişeli idi. Nitekim bir gün önce İzmir'de açlık grevine başlayan öğrencilerle onların ziyaretine gelen 170 kadar insan gözaltına alınmıştı. İHD temsilcileri açlık grevi başladığında gidip öğrenci eylemini desteklediklerini açıklayabiliyorlardı, ancak Aİ'nin bu tür bir eylemi desteklemesi mümkün değildi. Aİ nezdinde yapılan tüm eylemler tek başına yapılır, başkaları ile eylem birliğine girerek değil. Zaten açlık grevinin talepleri doğrudan Aİ'nin ilgi alanına girmiyordu. Ayrıca Türkiye'de yapılacak eylemleri takip etmek için gözlemci olarak gelmemiştim. Görevim insan hakları ihlalleri hakkında bilgi toplamaktı. Ancak olası bir gözaltı durumunda düşünce suçlusu sayılabilecek öğrencilere işkence yapılabilirdi ve Aİ'nin görevi işkenceyi önlemek olduğuna göre bir şeyler yapmam gerekirdi. Londra, gözaltına alınan öğrencilerin isimlerini tespit edip, fiilen işkence altında olan insanlar için ancak sonradan "acil işlem" yapabilirdi. Önceden önlem almak için geliştirilmiş bir yöntem yoktu. Sonuçta desteklemek için değil, açlık grevine giren öğrencilerin arkadaşları gözaltında olduğu için onlara uygulanan muamele hakkında bilgi alma gayesiyle üniversite önüne gitmeye karar verdim. Çok somut bilgi alacağımı ümit etmiyordum, ama geldiğimi gören güvenlik görevlileri, bu işten Aİ'nin de haberi var diyerek belki kimseyi gözaltına almazdı ve böylece anlamlı bir iş yapmış olurdum. Saat 17 civarında Beyazıt'a geldiğimde üniversite önünde çok heyecanlı bir kalabalık vardı. Öğrencilerin dışında bol bol sivil polisler vardı, yakında çevik kuvvet mensupları öğrencileri otobüslerine doldurmak için bekliyordu. Bunun dışında fotograf makinaları, video kameraları ile dolaşan gazeteciler de vardı. Cumhuriyet gazetesinden gelen arkadaşı tanıdığım için olay hakkında bildiklerini, özellikle bir olayın çıkıp çıkmayacağı hakkında tahminlerini sordum. Sohbetimizi fark etmiş diğer gazeteciler "burada af örgütü var" diye Adana'da karşılaştığım durumdan daha fena bir biçimde üzerime saldırdılar. Bir anda meydan sanki eyleme geçme heyecanını unutmuş, herkes etrafımda toplanmıştı. O anda oraya gelen Emil Galip Sandalcı bile beni kurtarma şansına sahip değildi. Gazetecilerin meraklarını gidermem mümkün değildi, ancak kartımı vererek kim olduğumu ve ne için Türkiye'de bulunduğumu açıkladım. Ertesi gün Hürriyet gazetesinde şu satırları okudum: "Öğrencilerin açlık grevi sırasında ortaya çıkan ve isminin Helmut Oberdiek olduğunu söyleyen bir kişi, Uluslararası Af Örgütü'nden olduğunu, Türkiye'de düşünce suçları, işkence ve idamlarla ilgili araştırmalar yapmak üzere geldiğini ileri sürerek...'sadece gördüklerimi, işittiklerimi araştırıp bir rapor halinde, bağlı bulunduğum kuruluşa sunacağım' dedi." Gazete haberinde öğrencilere hitaben "size yardım etmek istiyorum, her gün ziyaretinize geleceğim" diye söylemediğim sözlere mı kızacaktım, yoksa Türkçe konuştuğum için kimliğimden şüpheye düşmüş gazeteciye mi gülecektim, bilemiyordum. Ancak haberin ondan sonraki satırları hoşuma gittiği için herhangi bir düzeltme girişiminde bulunmadım. Gazeteciler meydanda demeç vermem için beni sıkıştırınca, konuyu değiştirmek maksadıyla polis takibinden iyice usandığım için "bakın orada duran beyaz Renault 12, 34 Y 9012 plakalı arabada 3 polis beni sürekli izliyor. Böyle bir koruma için kimin emir verdiğini bilmiyorum, ancak ben Türkiye'de gezerken insanlardan korkmadığım için böyle bir koruma istemedim" demiştim. Bir tek Hürriyet gazetesinde plaka numarası da dahil olmak üzere bu sözüm haber olarak çıktı. Ondan sonraki günlerde polisler beni 15 metreden değil, mesafeyi biraz uzatarak 50 metreden takip etmeye başladılar ve hiç olmazsa biraz rahatlayabildim. 18 Nisan 1987 günü gazeteler, İstanbul ve çeşitli şehirlerde yapılan öğrenci eylemleri hakkında bilgi ile dolu idi. Bir çokları da benim geldiğimi haber olarak verdiler. 30 öğrenci ile başlayan açlık grevi gece yarısına doğru 100 kadar öğrenci ve tutuklu yakının katılmasıyla sürdürülüyordu, ancak İstanbul'da herhangi bir gözaltı olayı yaşanmadı. Belki de ona kızarak ertesi gün, 19 Nisan 1987 tarihinde, Tercüman gazetesi birinci sayfadan Emil Galip Sandalcı, Leman Fırtına, Filiz Karakuş ve beni görüntüleyerek büyük puntalarla "Direnişe Fesat Karıştı" başlığı ile kışkırtıcı haber alışkanlığını sergiledi. Fotografın altında "öğrencilerin arasına sızan yabancılar, olayları izleyen vatandaşlar arasında endişe yarattılar" ifadesinin hemen yanında alt başlık olarak "İstanbul DGM tarafından tutuklanan 31 öğrenciden 3'ünün daha önce çeşitli illegal faaliyetlerde bulunduğu belirlendi" sözleri ile beni nerede ise yasadışı bir örgüt üyesi yapmaya kalktı. Ankara, Adana ve İstanbul'daki hızlı gazetecilerin haberleri bir çok yönü ile yanlış idi, ama af örgütünde görevli olmam bir kaç kez duyurulmuştu. Buna rağmen polis beni yakından takip etmeye devam etti. İstanbul'da kaldığım otel personelinden ayrıca benim her türlü hareketlerim hakkında muhbirlik yapmalarını istiyordu. Ancak genç arkadaşlar, polisten çok bana yakınlık duydukları için bunu hemen bana aktardılar. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi eski yöneticisi ve üyesi 21 kişinin İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde TCK'nun 141'inci maddesi gereğince yargılandıkları davaya gözlemci olarak girdiğimde, beni izlemekle görevli 3 polis küçük mahkeme salonunun arka tarafına oturmaktan da çekinmediler. Polis takibinden kurtulmak için ciddi bir çabam yoktu. Beni doğrudan tehdit etmiyorlardı; zaten benimle konuşmaları yasaktı. Bir ara, oyun olarak Kapalı Çarşı'da onları "kaybetmeyi" denediysem de İstanbul'un karışık yapısını benden iyi bildiklerinden kaçamadım. Bir ekip beni kaybettiği zaman iki ekip daha vardı zaten. Türkiye'de benden daha yoğun takip edilen çok insan olduğunu biliyordum; üstelik onlar her an için "içeriye" alınabilirlerdi. Konuştuğum bir çok insan buna oldukça alışkın görünüyordu. Alışkın olmadığım için, takip edilmek beni nedense rahatsız ediyordu. Sanki bir artist gibi, film kameraları sürekli üzerimde duruyor, ıslık çalmak, bir Türkü mırıldamak, tesbih çekmek gibi serbest hareket etme olanağım sınırlandırılmıştı. İstanbul'dan sonra İzmir'e geçmeden önce Manisa'da Refah Parti'li bir avukatla randevulaşmıştım. Kendisi 4 kişi ile beraber İzmir'de düzenlediği bir gecede gösterilen bir tiyatro piyesinde laikliğe aykırı propaganda yapmak iddiasıyla yargılanmış ve 4 yıl, 2 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Oteldekilere İzmir'e gideceğimi polislere söylemelerini tembih ettim ve Topkapı'da ona göre otobüs bileti aldım. Gene de polis benim doğrudan İzmir'e gitmemden emin olmadığı için kötü ve amatörce bir uygulama ile benden ön taraf koltuklarından bilet almış bir "sivil"i gönderdi. Otobüsün durduğu her yerde adam beni yakından izliyor, çay içtiğim yerlere yakın oturuyor ve arasıra otobüsten kaçıp kaçmadığımı kontrol etmek için kafasını arkaya döndürüyordu. Manisa'ya gelinceye kadar her durakta inip hemen uslu uslu yerime oturduğum için kaçmayacağıma iyice kanaat getirmiş olacak ki Manisa'da garaja girmeden muavinin "inen var mı?" sorusuyla ben dışarıya fırlayıp, eşyalarımı aldım. Otobüs hareket edinceye kadar "gözlemcim" uykudan kalkamamıştı. Manisa'dan İzmir'e özel araba ile gittiğim için hiç olmazsa bir kaç gün rahat edebildim. Orada da eski tutuklu, gazeteci, avukat ve insan hakları savunucuları ile tanışabildim. İstanbul'a dönüp beni Almanya üzerinden İngiltere'ye götürecek uçağa binmeden Metris Baştabya Duruşma Salonu'nda görülen Barış Derneği davasının karar duruşmasına katılabildim. Sanık, avukat, gazeteci ve izleyiciler arasında Ankara ve İzmir'den tanıdıklarıma da rastladım. İstanbul'da kaldığım günlerde bir Pazar sabahı evinde pijamasıyla beni karşılayan Aziz Nesin sanıklar arasında idi. Karar ile davası ortadan kaldırıldı. Tarık Akan da beraat edenler arasında idi. TTB Merkez Konseyi davasında tanıştığım Erdal Atabek ceza alan 12 sanık arasında idi. Gazeteciler arasında ufak boylu, diğerlere göre yaşlı, ancak onlardan hareketli bir adam duruşmadan önce dikkatimi çekti. İzleyiciler arasında bulunan Cüneyt Canver'e sorduğumda bu gazetecinin Cumhuriyet'teki köşe yazılarından tanıdığım Mustafa Ekmekçi olduğunu öğrendim. Duruşmaya ara verildiğinde tanıştık, ama sonra Mustafa Ekmekçi ile konuşmakta dikkatli olmam gerektiğini fark ettim, çünkü hemen ertesi gün benimle tanıştığını köşe yazısında herkese duyurdu. Aİ temsilcisi olarak ilk yaptığım inceleme gezimde bir çok dava izledim, eski tanıdıklarımdan (genellikle yeni kurulmuş İHD içinde faaliyet gösterenler) ve yeni tanıştığım insanlardan bir çok şey öğrendim. Sürekli izlenmeme rağmen benimle konuşmaktan hemen hemen hiç kimse kaçınmadı. Tersine tarafımdan ziyaret edilmediği için kızanlar dahi olmuştu. Artık Güneydoğuya da gidebilirdim. Ekim 1987'de Diyarbakır'a gittiğimde 1984 yılına kadar sezdiğim baskı havası nispeten kalkmıştı. Bazı önlemler alarak eski tutuklular, yakınlar ve halktan insanlarla karşılaşabiliyordum. Otelimde garsonlar "öğretmenin geldi, öğretmenin gitti" diye beni takip edenler hakkında uyarıyorlardı. Eskiden tanıdığım bazı avukatlar bu kez siyasete atılmak üzere idiler. Bir kısmı SHP içinde faaliyet gösteriyor, başkaları DSP ile yakın dialog halinde idi. Onlardan somut bilgi almak zordu. İleride İHD şube başkanı olacak Mehmet Vural ile ilk karşılaştığımda sohbetimiz daha çok genel konular etrafında döndü. Benim gibi bir yabancı ile görüşmenin ne denli tehlikeli olduğunu o tarihlerde zor kestiriliyordu. Garip olan şey, Diyarbakır'da, 6 ay önce İstanbul ve Ankara'da fark ettiğim kadar izlenmiyordum. Elazığ'a gittiğimde kimse peşimden gelmedi. Hakkımda çoktan beri dosyası olan MİT, beni yeterince öğrenmişti galiba. Sadece dönüşümde Diyarbakır havaalanında Almanya'da bir arkadaşıma götürmek üzere aldığım peynir yüzünden "eroin kaçakçısı" muamelesi gördüm. Açıktan izlenme durumum 1990 yılına kadar bir daha olmadı. Benden görevi teslim alacak arkadaş ile son bir inceleme gezisi yaptığım Ağustos 1990 tarihinde ikimiz Diyarbakır içinde sıkı bir biçimde izlendik. Ancak aynı tarihlerde, İHD şubesine kadar uzanan, yasadışı bir Kürt örgütüne karşı operasyon sürdürüldüğünden, ayrıca Doğu Perinçek tutuklu olarak Diyarbakır DGM'sinde yargılandığı için alınan sıkı güvenlik önlemleri ve izlenme olayı sadece bize yönelik değildi. İzlenme olayından daha ilginç bir "polisiye hikayeyi" Mart 1989'da Malatya'da yaşadım. O zamana dek belki hiç yabancı gözlemci görmemiş Malatya DGM'sinde 9'u tutuklu, 20 sanıklı bir TKP/B davasının ilk duruşması 13 Mart 1989 tarihinde yapılıyordu. Tutuklu sanıklar arasında biri daha önce TÖB-DER yöneticisi olarak yargılanmış Almanya'dan dönen 2 kişinin bulunması, gözaltına alınanlara uygulanan işkenceler hakkında yoğun iddiaların Londra'ya kadar gelmesine neden olmuştu. Savunma avukatı olarak İHD Genel Başkanı Nevzat Helvacı ile beraber Malatya'ya gelmiştik ve gerçekten her sanık (tutuksuz olanlar da dahil olmak üzere) gördüğü korkunç işkence öykülerini anlatıyorlardı. Duruşmaya ara verildiğinde dışarıda iki tutuksuz sanıkla görüşürken kılık kiyafetimden ötürü yabancı olduğumu anlayan, elinde telsiz bulunduran bir komiser yanımıza gelerek kendisini tanıttı. Ben de kartımı vererek ne için orada bulunduğumu izah ettim. İçten gelen bir konukseverlikle bana otel bulmak gibi yardım teklifinde bulundu. Önerisini akşam otobüsüyle Ankara'ya döneceğimden olumsuz karşıladım. Bu kez yanımda duran öğrencilere dönüp "siz kimsiniz? İzleyici misiniz?" diye sordu. Gençlerin "hayır biz tutuksuz sanığız" yanıtlarına karşı komiserin söylediğini her halde ömür boyu unutmayacağım: "Geçmiş olsun, kardeşim. Olur böyle şeyler. Bugün siz düşünceden, yarın biz işkenceden, hepimiz bir gün yargılanabiliriz." Türkiye'de karşı düşüncenin her zaman cezalandırılacağını, polislerin sanıklara işkence yapmak zorunda olduklarını, ama fazla açık verdiklerinde yargı önüne gelebileceklerini bundan daha güzel ifade etmek mümkün değil her halde. 1 Mayıs 1990 tarihinde Ankara DGM'sinde bir başka dava izlemek için bekleme salonunda benzer bir konuşmaya tanık oldum. Varlıklı bir ailenin çocuğu ayrı bir davada sanırım kaçakçılıkla ilgili yargılanıyordu. İsparta'dan gelen yakınları arasında eski bir askeri savcı sohbet arasında uzmanlığını göstermeye çalışıyordu. Bir ara "hükümet aptal; sürekli işkence iddialarını yineleyen yabancıları bana göndersin, ben iddiaları hemen çürütürüm" dedi. Nerede ise "ben buradayım" diyecektim, çünkü adamın ne diyeceğini merakla bekliyordum. "Bakın," dedi "bana çok perişan olmuş gençler getiriyorlardı ve o zaman polisleri derhal dışarıya çıkartıyordum." Konuşmanın devamını bekledim,
ama adamın sözü bitmişti. Hayret içerisinde işkence iddialarını çürütecek
adama baktım, çünkü anlattığı durum işkence iddialarını doğrular nitelikte
idi. Yoksa, yabancıların iddiaları olarak bahsettiği görüş "bütün Türkler
işkenceci" olarak mı algılamıştı? Elbette işkenceye karşı çıkan savcı ve
yargıçlar vardır Türkiye'de, ama onların niyeti işkencenin durdurulması
için yeterli oluyor muydu? Adını bilmediğim bu askeri savcının, polisleri
dışarıya çıkartmaktan başka ne yaptığını maalesef öğrenme olanağım olmadı.
YETKİLİLERLE GÖRÜŞME
Başbakanlık, İçişleri, Dışişleri ve Adalet Bakanlıklarına yazılan mektuplar ile Londra'da Türk Büyükelçiliği ile yoğun temaslar sonucunda nihayet Haziran ayın ortasında Aİ ile yapılacak görüşmelerin 27 ile 30 Haziran 1988 tarihleri arasında mümkün olacağı bildirildi. Aİ heyetine katılacak delegeler çok önceden belirlenmişti. Aİ'nin uluslararası yürütme kurulunda (İEC'de) uzun süre başkan vekilliğini yapmış, "New York Book of Review" editörü ve kültür çevrelerinde iyi tanınan ABD vatandaşı Whitney Ellsworth'un dışında Federal Almanya Cumhuriyeti vatandaşı olarak ben gidecektim. Whitney Ellsworth daha önce bazı Doğu Avrupa ve Afrika ülkelerinin hükümetleri ile yapılan görüşmelerde Aİ'yi temsil etmişti ve devlet başkanları dahil olmak üzere en yüksek yetkililerle görüşmüştü. İstek üzere Aİ, Türk hükümetine Whitney Ellsorth'un öz geçmişini bildirdi. Her halde Whitney Beyin ulaştığı seviye tam beğenilmemiş olacak ki defalarca Başbakan ile de görüşme istenmesine rağmen programa dahil edilmedi. Dışişleri Bakanlığı'nda, görüşmelerimizi planlamaktan sorumlu olan "insan hakları uzmanları" dışında Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı, askeri yargıçlar ve bazı sivil uzmanlarla görüşebildik. Tüm görüşmelerin ayrıntılı bir dökümünü burada yapmak mümkün değil. Ancak yabancılarla resmi temas açısından Türk kamuoyunun ilgisini çekebilecek bazı olayları buraya aktarmamda fayda var sanıyorum. 27 Haziran sabahı ilk görüşmemiz Dışişleri Bakanlığı'nda Avrupa Konseyi ile insan haklarından sorumlu Prof. Suat Bilge ve iki elemanı ile oldu. Whitney Ellsworth, Aİ'nin ilgi alanına giren bütün konularda Türkiye ile ilgili tespitleri özetledi. Bilinen "işkence, idam, adil yargılanmalar, düşünce suçu" gibi konular dışında özellikle İran'dan gelen mültecilerin zorla geri gönderilme sorununa değindi ve eski başvuru mektuplarının kopyalarını bırakarak 1974 yılı ve sonrasında Kıbrıs'ta "kaybolanlar"la ilgili bilgi almak istediğimizi de belirtti. Buna karşılık bilinen resmi tavır bize izah edildi: "İşkencenin sistemli bir politika olmadığı, yasalarda kesinlikle yasak olduğu, bu yönde bir çok uluslararası sözleşmelere taraf olunduğu, mahkemelerin bağımsız olduğu ve bazı yasal aksaklıkların düzeltilmesi için bir takım reformların yapılacağı" İngilizce ve Fransızca olarak anlatıldı. Daha sonra görüştüğümüz yetkililerin de sık sık belirttikleri gibi Türk hükümetinin, Aİ ile sürekli bir dialogdan yana olduğunu duyduk ve gelen başvurulara göre mutlaka her iddianın titizlikle araştırılıp yanıt verileceğine dair söz aldık. Öğleden sonra ilk görüşmemiz, İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli ile yapıldı. Kendisine Aİ'nin yapısı ve görevi izah edildikten sonra Aİ'ye ulaşan "sürekli, yoğun ve kısa geçmişe ait" işkence iddialarına işaret edildi. Bu konuda bakan uzun bir konuşma ile yanıt vermeye çalıştı. Baba-oğul arasında ceyran eden olaylara kötü muamele denilebileceğini vurgulayan bakan, kuyruğuna konserve kutusu bağlanan bir kedinin koşturulmasını, işkenceye örnek olarak verdi. Poliste alınan ifadelerin sonradan geri çekildiğini kabul eden bakan; bu olgunun halk tarafından "poliste bülbül gibi konuşan mahkemede şaşırır" şeklinde ifade edildiğini, bunun işkence yapıldığına dair kanıt sayılmaması gerektiğini savundu. Somut konularda (örneğin gözaltı süresinin hangi koşullarda uzatılması hakkında) danışmanlarının yardımına muhtaç kalan Mustafa Kalemli, Türkiye'nin demokratik ülkelerin çoğundan daha ileri olduğunu savundu. Uzun konuşmasından ötürü fazla soru sormaya olanak kalmadan 10 Haziran 1988 tarihinde Başbakan Turgut Özal'a "gözaltında ölüm olayları" ile ilgili gönderilen bir listenin fotokopisi, yanıt almak istediğimizi belirterek verdik. Toplantıya girdiğimizde, ön salonda bekleyen 3 gazeteci toplantıdan çıktığımızda yoktu. Her halde Aİ ile yapılan görüşmeleri kamuoyuna bildirme kararından vazgeçilmişti. Bir saat süren bu toplantıdan sonra Whitney Ellsworth ile ben polis akademisine davet edilmiştik. Oraları neden gezdirildiğimizi pek anlamadan polislerin eğitim programı hakkında bize bilgi verildi. Ancak sorduğumuz tek soru "burada polisler insan hakları ile ilgili ne gibi eğitim görür?" nerede ise yanıtsız kaldı. "İnsan hakları eğitimi de var" diye bize verilen söze karşılık 3 gün üstüstü eğitim planı istedikten sonra bize verilen 4 yıllık eğitim planına baktığımızda böyle bir ders konusu olmadığını görünce bir daha yetkililere sorduk. Ona karşılık "insan hakları, hukuk dersinde öğretilir" diye söylenenleri gene doyurucu bulmadığımız için ders kitaplarına da baktık, fakat 1961 ile 1982 Anayasaları'nın anlatılmasından başka, insan haklarından bahseden bir konuya rastlıyamadık. Ertesi gün ilk görüşmemiz bir önceki gün göreve başlayan Adalet Bakanı Mehmet Topaç ile oldu. Göreve yeni geldiği için bazı konularda kesin bilgiye sahip olmaması doğal sayılabilirdi. Örneğin İşkence'nin Önlenmesine dair Avrupa Sözleşmesi'nin yürürlüğe girmesi için 17 veya 19 devletin taraf olması gerektiğini söylüyordu. Türkiye bunu ilk onayladığı için Aİ'nin daha çok diğer ülkelerin taraf olması için baskı yapması gerektiğini hatırlatma ihtiyacını da duydu. Ona karşın, o dönemde 21 Avrupa Konseyi ülkesinden 7'sinin onayı gerekli olduğunu anımsatarak bu tür temel bilgileri içeren ve aynı zaman tüm ülkelere taraf olunması için çağrıda bulunan bir Aİ raporunun kopyasını bıraktık. Aynı konuya devamla işkencenin önlenmesinde Türkiye kadar kararlı olan ikinci bir ülke gösterilemeyeceğini iddia eden bakan, idam cezalarına ilişkin "Türkiye'de anarşi ve terör olduğu müddetçe idam cezası kalkmaz" diye bir görüş ifade etti. Her iki bakan tarafından uzun, fakat az içerikli konuşmalarından pek yeni bir şey öğrenememiştik. Somut durumların tartışıldığı ve az da olsa yeni bilgi alabildiğimiz toplantı, aynı sabah Adalet Bakanlığı'nca seçilen uzmanlarla oldu. Toplantıya İçişleri Bakanlığı'ndan iki müşteşar, Emniyet Genel Müdürlüğü'nden iki kişi, Ceza İşleri Genel Müdürlüğü'nden iki kişi, Dışişleri Bakanlığı'nda Avrupa Konseyi ve insan haklarından sorumlu iki uzman, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü İlhan Yücel ile APK Kurul Başkanı Dr. M. T. Yücel katıldılar. Daha önceki toplantılarda olduğu gibi önce Dışişleri Bakanlığı'ndan gelen bir uzman konuşmaları tercüme etti. Daha sonra değişik yasalarda farklı "gözaltı süreleri"ne ilişkin tartışma başladığında çeviri oldukça zorlaştı. Whitney Ellsworth'un onayı ile tartışmayı ben Türkçe sürdürüp, sonuçlarını ona özet olarak tercüme etmekle yetindim. Toplantıya katılan hemen hemen herkes "Türkiye'nin dışarıdan görüldüğü kadar bir insan hakları sorunu olmadığını, çoğunlukla Türkiye'den kaçmış militanların (anarşist ve teröristlerin) maksatlı ve haksız iddialarından ibaret olduğunu" vurgulayarak bizi ikna etmeye çalıştı. "Sanığın soruşturmasından sorumlu olan bir savcı ile gözaltı süresine ilişkin işkence şikayetlerini inceleyecek olan savcı aynı kişi olabilir mi?" gibi ayrıntılı bir sorumuzu uzmanların çoğu belki anlamadı, ya da verilecek yanıtın olumlu olması için hemen hemen herkes "hayır" diye yanıtladı. Bir tek Dr. M. T. Yücel sorumuzu anlayıp diğer katılanların pek inanmak istemedikleri açıklıkla "evet" diye açık olarak yanıt verdi. Ayrılırken özel olarak bana gelip her halde salt Türkçe bilmemden ötürü değil, karşısında gördüğü bir başka "uzman" olarak benimle her zaman tartışmaya hazır olduğunu belirtti. Bu görüşmede kanıtladığım Türkçe bilgilerimden ötürü Dışişleri Bakanlığı'ndan gelen tercümana pek ihtiyaç kalmadı, ancak sonuna kadar da yanımızdan ayrılmadı. Savunma Bakanlığı'na bağlı Askeri Yargılama İşleri Daire Başkanı Tuğgeneral Edip Gültekin ile görüştükten sonra saat 17'de Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral ile bir görüşmemiz vardı. Kendisi genç bir bayan avukatı tercüman olarak çağırmıştı. 40 dakika süren görüşmemizde Nusret Demiral bazı ilginç şeyler söyledi. 9 ilden sorumlu olduğu için sanıkların yüzde kaçı için gözaltı süresinin uzatıldığına dair bilgi sahibi olmadığını belirttikten sonra gözaltında bulunan bir sanığın avukatı ile yasal bir görüşme hakkının olmadığını savundu. İşkence iddialarını araştırmak, soruşturmak gibi bir görevin DGM'lere ait olmadığını söyleyen Demiral, DGM savcılarının sık sık polis sorgularını denetlediklerini belirterek, "bakın, biz sanıkların ne suç işlediklerini biliyoruz, fakat sanık konuşmuyor, ne yapacaksınız?" Kendi kendine sorduğu soruya yanıt vermeden tercümanı imdadına kavuştu ve herkesin tahmin ettiği yanıt havada kaldı. Merak ettiğimiz konulara ilişkin somut bilgi alamadığımız bu toplantıda bazı ifadeler hayli anlamlı idi. Konuşmamızın ortasında Whitney Ellsworth Nusret Demiral'ın masasında çalışır durumunda olan bir teybe işaret ederek konuşmamızın teybe alınmasına karşı olmadığımızı, ancak böyle bir yöntem izlenirse önceden haberdar edilmek istediğimizi belirtti. Nusret Demiral biraz şaşkın bir vaziyette ne karşılık vereceğini bilmedi ve bir ara teybi kapatıp kapatmamak arasında epey bir bocaladı. Sonunda sınavda kopya çekerken yakalanmış bir öğrencinin utancıyla teybi kapattı. 29 Haziran 1988 tarihinde Askeri Yargıtay'dan Başkanı Hakim Tuğgeneral Naci Turanay, Başsavıcsı Hv. Hakim Tuğgeneral Hakkı Erkan, II. Başkanı Hakim Tuğgeneral İsmet Onur ve Genel Sekreteri Hakim Kd. Albay A. Vahap Özaslan ile bir saat kadar görüştük. Çok rahat bir şekilde bizimle görüşen generaller "işkence altında alınmış ifadelerin delil olarak kullanılma" sorusuna karşı bile sinirlenmediler. 43 askeri yargıtay üyesi arasından kimsenin görevden alınamayacağı bilinci içerisinde bir dost sohbeti havasında sürdürülen konuşmamızda sözü Almanya'da çalışan vatandaşların durumuna bile getirebildiler. Öğleden sonra, önce programa dahil edilmemiş TBMM Adalet Komisyonu Başkanı, ANAP milletvekili Alparslan Pehlivanlı ile görüşebildik. Türk Ceza Yasası'na değişiklik getiren tasarı henüz bitmediğini, ne zaman görüşüleceğini de bilmediğini açıklayan Pehlivanlı daha sonra Aİ'ye yönelik ciddi bir suçlamada bulundu. TBMM Adalet Komisyonu'nda onay bekleyen 197 idam dosyası içerisinde 99'un sol görüşlü sanıklarla ilgili olduğunu ve Aİ üyeleri tarafından aldığı sayısız mektupları salt onlarla ilgili olup diğer 98 adli ve sağ görüşlü sanıklardan hiç bahsedilmediğini önemle vurguladı. Aİ üyelerine merkezden tüm idamlıklar hakkında bilgi verildiğini ve kendilerinin koşulsuz olarak idama karşı olduklarını bildiğim için bu iddianın ne kadar doğru olduğuna pek karar veremedim. Aynı konuşmanın sonunda TBMM Adalet Komisyonu'nda herhangi bir idam kararının onayı söz konusu olmayacağını kesin sözlerle ifade eden Alparslan Pehlivanlı hükümet adına "infaz yok" diye söz vermiş oldu. 30 Haziran'da son görüşmemiz, TCK'na değişiklik getiren bir yasa tasarısı hazırlamak için 2 yıldır çalışma yürüten meclis dışı 18 kişilik bir uzman komisyonunun başkanı olan Prof. Dr. Sulhi Dönmezer ile İstanbul'da yaptık. Yabancı dil bildiği için tercümana gereksinim olmayan bu toplantıda, yeni yasada iptal edilmeyen idam cezasının kaldırılmasını "siyasetçilerin kararı" olarak niteledi; düşünceyi suç sayan maddelerin düzeltilmesi ya da kaldırılmasına 1982 Anayasası'sı engel teşkil ettiğini ve özellike 24'üncü maddede buna karşı hükümlerin bulunduğunu ifade etti. Buna karşı Türkiye'nin 1954 yılından beri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne taraf olduğunu ve Anayasa'nın 90'uncu maddesine göre devlet tarafından onaylanan uluslararası sözleşmelerin anayasaya aykırılığı iddia edilemez ve iç hukuk hükmü sayıldığını hatırlatmamıza cevaben "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası arasında bir ara yol (compromise) bulmak zorunda idim" dedi. Whitney Ellsworth ile birlikte yaptığımız resmi görüşmeler Aİ merkezinde değerlendirildikten sonra 25 Ağustos 1988 tarihinde Başbakan Turgut Özal'a 17 sayfalık bir "memorandum" (hatırlatma mektubu) gönderildi. "Memorandum"da, resmi görüşmelerde elde edilen bilgiler ışığında Türk hükümetinden insan hakları alanında ne gibi önlemlerin alınmasının istendiği ayrıntılı bir biçimde belirtildi. Aİ'nin önerileri özetle şöyle idi: 1. Anayasa'nın, Türk Ceza Yasası'nın ve diğer yasaların düşünce suçlularının hapis cezasına çarptırılmalarına olanak tanıyan ilgili bölümlerini değiştirin (yasa ve maddelere ilişkin ayrıntılı bir liste sunuldu)! 2. Sivillerin askeri
mahkemelerde yargılanmalarına son verin! Devlet Güvenlik Mahkemelerini
kaldırın ya da uluslararası adil yargılanma hükümlerine uygun davranılmasını
teminat altına alın!
3. İşkenceyi durduracak
etkili önlemler alın! Bunların en önemlileri şunlardır:
4. Ölüm cezasını pratikte
ve yasalarda ortadan kaldırın!
"Memorandum"a, ben Aİ'de görevden ayrıldığım Ağustos 1990 tarihinde kadar, yani 2 yıl içinde yanıt gönderilmedi. Pratikte yapılanlar ise "reform vaatleri"nden pek öteye gitmedi. "Her iddia incelenir" diye Aİ heyetine verilen resmi söz olmasına karşın, 2 Kasım 1988 tarihinde "Turkey Briefing" (Türkiye Raporu) adlı 18 sayfalık bir raporun yayınlanması ile başlatılan kampanyaya kadar Başbakan Turgut Özal ve İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli'ye verilen listede belirtilen gözaltında 229 ölüm olayının ancak 55'i hakkında çoğunlukla doyurucu olmaktan uzak yanıtlar verildi. Aİ'nin başlattığı kampanya kamuoyu tarafından geniş yankı gördüğü için bu kez Türk yetkililer hala doğrudan görüşmeye istekli olduklarını kanıtlama zorunluluğunu hissettiler. Böylesi bir görüşme, 18 Ocak 1989 tarihinde Strasburg'ta Avrupa Topluluğu (AT)-Türkiye Karma Parlamenter Komitesi eşbaşkanı ANAP milletvekili Bülent Akarcalı, vekili SHP milletvekili Deniz Baykal ile Aİ tarafından Brüksel temsilcisi ve benim katılmamla gerçekleşti. Karma Parlamenter Komitesi'nde bulunan Avrupa'lı üyeler Türkiye'deki insan hakları ihlallerine dair işitilen iddiaları ciddi buldukları için Türkiye delegasyonunun doğrudan Aİ ile görüşme yapmasını istemişlerdi. Bülent Akarcalı, hükümetin onayını aldıktan sonra Strasburg'ta yapılan toplantılar esnasında böyle bir görüşme olabileceğini belirtmişti. Bunun üzerine, Avrupa'lı parlamenterler Aİ'yi de çağırdılar. Komitenin toplantıları, kamuoyuna kapalı olduğu için Aİ'ye temsilen giden bizler önce dışarıda bekledik. Toplantılar bitip kokteyl programına başlamadan önce açık kalan yarım saatlik bir zamanda görüşeceğimizi önceden kararlaştırmıştık. Toplantı uzun sürdüğü için zaman 15 dakikaya inmişti. Ancak Bülent Akarcalı bize nerede ise görmemezlikten gelerek önce sağa sola koşmaya başladı ve vekili olan SHP milletvekili Deniz Baykal ile bizi yalnız bıraktı. Deniz Baykal ise, diplomatik bir uslupla Aİ'nin Türkiye'ye yönelik tespitleri hakkında herhangi bir yorum yapmadan kuruluşun ilkelerini benimsediğini, genel olarak raporlarında fazla yanılgıların bulunmadığını söylemekle yetindi. "Boş" zamanın bitimine 5 dakika kalan gelen Bülent Akarcalı oldukça sinirli idi ve kalan zaman süresi içinde konuşan tek kişi idi. Ortaya attığı "siz Himmler'in propaganda aygıtından daha güçlü saldırılarla ciddi reform çalışmalarımızı baltalıyorsunuz" gibi inanılmaz sitemlerine karşı bize tek söz bile bırakmadı. Sonunda ona "Turkey Briefing"in bir nüshasını verip, içinde tek bir hata bulursa bile bunu mutlaka bize belirtmesini istedim ve Bülent Akarcalı gene "kayıplara karıştı". 24 Ocak 1989 tarihinde Bülent Akarcalı'nın Ankara TBMM adresine kendi imzamla gönderdiğim mektupla Aİ hakkında taşıdığı yanlış yargıları düzeltmeye çalıştım. Anyı zamanda hükümete 25 Ağustos 1988 tarihinde gönderilen "memorandum"un bir kopyasını ekleyerek orada dile getirilen konular hakkında hükümetin veya kendi yorumlarını Aİ'ye iletmesini istedim. Tahmin edileceği gibi bu mektubuma da herhangi bir yanıt alamadım. Buna karşı Bülent Akarcalı 20 Mart 1989 tarihinde Aİ Genel Sekreteri İan Martin'e hitaben İngilizce olarak mektup yazdı. Mektupta ileri sürdüğü iddialar arasında şunları okumak mümkündü: "Aİ kampanyası, önyargılı ve dürüst değil. Gerçeği bulmak için Türk yetkililerin sunduğu olanaklar hemen hemen hiç kullanılmıyor, raporlarda resmi yanıtlara hemen hemen hiç değinilmiyor. Onun için Aİ raporları, olay sunma ve yorumlama açısından hatalar ile doludur." Bunları söyleyen Bülent Akarcalı tek bir hataya bile işaret etmiyordu. Buna karşılık, mektubunda istediği bilgiler derhal kendisine gönderildi. Daha sonra gönderdiği ikinci bir mektupla Aİ'nin Türkiye'ye karşı sergilediği taraflı tutumundan tek bir kişiyi sorumlu gösterip, bu şahsın derhal görevden alınmasını talep etme gafletinde bulundu (o şahıs ben değildim, çünkü benimle karşılaşmış olmasına rağmen, Bülent Akarcalı hala Anne Burley'in Aİ Türkiye sorumlusu olduğunu sanıyordu). Üyelik temelinde örgütlenmiş Aİ, çalışmasını "mandate"de ifade edilen amaçları doğrultusunda üyelerin yoğun katılımı ile koordineli kampanyalar şeklinde yürütmektedir. Üyelerin sürekli işleri arasında, "düşünce suçluları"nın serbest bırakılmaları için gönderilen başvurular dışında işkence, idam edilme ya da "peşin infaz" şeklinde yaşamsal bir tehlikeye karşı çıkmak ya da siyasi tutukluların adil bir şekilde yargılanmalarını istemek gibi girişimlerde bulunmaktadır. Kişilere yönelik bu eylemlerin her birisi küçük birer kampanya sayılabilir. Ancak Aİ bünyesinde "kampanya" denildiği zaman daha farklı girişimler söz konusudur. Olağan girişimler, tek bir grubun başvurusundan binlerce üyenin protesto yazılarına kadar geniş tutulabilir. Bu tür girişimler genellikle tek bir olay ve adı belirlenen bir fert ya da aynı durumda bulunan fertler grubu için yapılabilir. İnsan hakları ihlallerli ile ilgilenen tüm grupların katılmasıyla orta boylu ve genellikle 3 ay sürelerle bir ülkenin yasal düzenlemesi konu edilebilir (örneğin düşünceyi suç sayan fiiler hakkında). Bu tür eylemlerde ("group-level action"), haksızlığa uğrayan kişiler örnek olarak gösterilebilir, fakat amaç tek tek kişilerin serbest bırakılması değil, örneğin "af" ilan edilmesi olabilir. Asıl kampanyalarda ise, ya yeryüzünde ihlal edilen bir hak konu edilir (örneğin idam cezasının kaldırılmasına yönelik kampanya) ya da belirli bir ülkede söz konusu olan ihlal(ler) üzerinde durulur. Türkiye için böylesi bir kampanya, yoğunlaşan insan hakları ihlalleri nedeniyle 1980 yılının sonuna doğru düşünüldüyse de, 12 Eylül darbesinin araya girmesi ile hedef değiştiğinden "geçici" olarak vazgeçildi. Daha sonra hiç durmayan ihlallere rağmen kampanyalar için seçilen ülkeler arasında Türkiye'ye bir daha sıra gelmedi. Belki de kampanyalar yoğun hazırlık istediği için gerçekleşmemiş olabilir. Türkçe bilen bir araştırmacının gelmesi ile Türkiye hakkında elde edilen bilgiler çoğalınca Türkiye'ye yönelik bir kampanyanın yapılmasını yeniden gündeme alındı. Yıllardır iktidarda bulunan sivil bir hükümete sürekli başvurular yapılıyordu, ancak kayda değer herhangi bir düzelme görülmüyordu. Yeterli parlamenter çoğunluğa sahip iktidar partisi isteseydi çoktan "askeri diktatörlükten miras alınan" aksaklıkları düzeltebilirdi. Diplomatik görüşmelerde her zaman iyi niyet belirtilmesine rağmen, somuta ilişkin adım atılmıyordu. İşkenceye karşı olduğunu göstermek zorunda kalan hükümet, 1988 yılında Birleşmiş Milletler'in İşkenceye karşı Sözleşmesi ve İşkencenin Önlenmesine dair Avrupa Sözleşmesi'ni onaylayıp, Türkiye'de işkenceyi yasaklayan yasa sayısını 3'ten 5'e çıkarttı, fakat uygulamada işkence yoğun ve sistemli olarak devam ediyordu. Kampanyadan önce şubelere ve Türkiye Koordinasyon Gruplarına danışıldı, hangi girişimlerin uygun olacağı konusunda "Kampanya ve Üyelik Dairesi" ile yoğun temaslar oldu. "Türkiye Kampanyası"ndan 2 ay önce başlamış olan "Brezilya Kampanyası" devam ettiğinden sadece şubelerin yarısı katılabiliyordu. Örneğin Yunanistan ve Fransa şubeleri Türkiye Kampanyasına katılmadılar. Bu arada üye ve para çokluğuna güvenerek ikide bir Aİ merkezine "kafa tutan" ABD şubesinin bir güç denemesi, "Türkiye Kampanyası" öncesinde benim yoğun ek işlerime neden oldu. Kampanyanın temelini oluşturacak bir metin başka şubelerde kendi dillerine çevirildiği bir dönemde ABD şubesi bunu tartışma malzemesi yaptı. Duyduğuma göre bir Türk profesörüne para karşılığında incelettirdikleri metnin içinde 100'e yakın konuda değişiklik istiyorlardı. Yanlış bulunan yerlerin çoğu ufak tefek ifade düzeltmelerinden öte gitmiyordu. Bir yerde örneğin "Cumhuriyet'in kurulmasından beri laik olan Türkiye..." ifadesinde "beri" sözcüğü yerine "önce" sözcüğüne koyup akademik tartışmaya açık bir yorum getiriyordu. Başka bir yerde ABD'de kullanılmayan "parliament" sözcüğüne "national assembly" (milli meclis) denilmesi isteniyordu. Dil açısından haklı olabileceği bazı eleştirilerin dışında içerik olarak asıl önemli itirazı "metnin fazla sert" olmuş yorumunda düğümleniyordu. Bir ay zarfında ABD'den Londra'ya gelen en az 5 kişiye "12 Eylül'den beri çeyrek milyon insan gözaltına alınıp, hemen hemen hepsi işkenceden geçti" cümlesini izah etmek zorunda kaldım. Resmi rakamlarla 200 binin üzerinde insanın askeri mahkemelerde yargılandığını gösterdiğimde çeyrek milyon gözaltı olayına itiraz kalmadı, ancak bu kez "hemen hemen hepsi" yerine "bir çokları", "çoğunluğu" ya da "büyük bir bölümü" denilmesini istiyorlardı. O zaman uzun uzun tek tek davalardan bahsedip işkence görmemiş olmak Türkiye'de istisna olduğunu anlatmak zorunda kalıyordum. ABD'de Aİ yöneticilerinin kimler tarafından bu tür yumuşatma girişimlerine körüklendiklerini hiç bir zaman öğrenemedim. ABD'de bulunan Türk iş adamlarının Turgut Özal'a yakın olduğu kadar Aİ şubesi ile de içli dışlı olmaları gibi iddialar hiç bir zaman doğrulanmadı. Sonradan ABD şubesi ağır eleştiriler sunmaktan vazgeçtiler. 4 Ocak 1989 tarihinde Başbakan Turgut Özal'ın Türk basınına verdiği demecini okuyanlar belki Aİ-ABD şubesinin "Turgut Özal'dan daha fazla Özal'cı" mı olduğunu merak edebilirlerdi. O gün Turgut Özal Aİ raporlarına ilişkin özetle şunları söyledi: "Af örgütü tarafından gösterilen gözaltı rakamı doğru ise, bu kadar insanın sorgusu kolay olamayacağından, bazı durumlarda işkenceden söz etmekte haklı olabilirler." Onun dışında Özal, Aİ raporlarını tek yanlı, abartılı ve "sert" buluyordu, ancak ABD şubesinin en çok itiraz ettiği noktayı tasdik ediyordu. ABD şubesi o zamana kadar zaten merkezle yaptığı güç denemesinden vazgeçmişti. Tüm şubelerle kararlaştırıldığı gibi kampanyanın amacı Aİ'nin ilgi alanına giren tüm konuları: "işkence, idam, düşünce suçu ve adil yargılamaları" kapsayacaktı, çünkü Türkiye'de her alanda yoğun ihlaller söz konusu idi. Türk hükümetinin bu konularda alması gereken önlemler için salt uyarı mektuplarının gönderilmesinin yeterli olmadığı açıktı. Onun için etkili bir kamuoyu çalışması (basın bildirisi, geceler, sergiler vs.) gerekiyordu. Bunların yanısıra, şubelerin, ülkelerindeki Türk Büyükelçiliklerine gidip endişelerini dile getirmeleri; kendi devletlerinin Dışişleri Bakanlıkları'na Türkiye ile yapılan ikili görüşmelerde bu konulara değinilmesini sağlamaları; Avrupa Parlamento'su milletvekillerine müracaat edip Türkiye'deki insan hakları konusunu hem Avrupa Parlamentosu gündemine getirmeleri, hem de milletvekili olarak bizzat Türk yetkilileriyle temas etmeleri için çaba harcamaları gibi eylemler düşünüldü. Bu tür girişimler bir anlamda "klasik kampanya yöntemleri" sayılırdı, çünkü hemen hemen her kampanyada yapılırdı. Aynı zamanda gruplar Türk hükümetine ve TBMM parlamenterlerine yazmaya devam edeceklerdi, isteyenler Türk basınına da yazabilirdi. Onun dışında şubelerden gelen teklifler üzerine yeni yöntemler de denenecekti. 13 ile 17 Kasım 1988 tarihleri arasında Hamburg kentinde yapılacak NATO toplantısına giden delegeleri tespit edip onlara Türkiye'deki insan hakları ile ilgili bilgi verip, Türk delegeleri ile bunu tartışmaları istenecekti. Değişik ülkelerde bulunan polis teşkilatları ile ilişki kurup, üst düzey yetkililerin Türkiye'de bulunan meslektaşlarına bilgi alışverişi öneren mektup yazmaları istenecekti (örneğin Amsterdam Emniyet Müdürü, İstanbul Emniyet Müdürü'ne mektup yazacaktı). Yeni sayılacak bu yöntemlerde pek bir başarı sağlanamadı, ancak ileride yapılacak kampanyalar için Aİ deneyim kazanmış oldu. Türkiye'de ve dışarıda en fazla tartışılan yöntem, "turizm şirketlerine gönderilen bilgilendirme paketleri" oldu. Konunun bu denli yoğun tartışılması, her halde İngiltere şubesinin, kampanyaya başladığında yayınladığı basın bildirisinden kaynaklanıyordu. Aİ'nin Türkiye'deki insan hakları konusunda vardığı tespitleri özet olarak anlattıktan sonra başlatılan kampanyada tek yapılan girişim "Türkiye'ye turist gönderen şirketlere bilgi vereceğiz" deyip, "Aİ turizm boykotu istiyor" türünden bir imaj yaratacak bir cümle kullanıldı. Hemen arkasından, Aİ'nin her girişiminde art niyet sezen bazı çevreler, ona göre suçlamalara giriştiler. Geniş turist kitlelerin ilgisini çeken ülkelerde insan hakları ihlalleri dile getirildiğinde, Aİ daha önce özel bir ilgisi olanlara ulaşabilmek için benzer yöntemler kullanmıştı, fakat bu yöntem bu kez Aİ bünyesi içinde daha yoğun tartışmalara neden oldu. Herkes boykot ilan etmemek gerektiğinde hemfikir idi. Bazılar "turistleri ürkütmemek gerekir" diye bir görüş ileri sürerken, başkalar "ilan edilmemiş bir boykottan iktidar maddi bir kayba düşme endişesi taşırsa belki insan hakları konusunda gereken değişiklikleri gerçekleştirir" diye karşı fikir yürütüyorlardı. Tabii şubeler tarafından geliştirilen bildiriler, afiş ve broşürler haricinde bir çok faaliyet oldu. 2 Kasım 1988 tarihinde "Turkey Briefing"in yayınlanmasından sonra bir çok şube, henüz Türk Büyükelçiliklere başvurmadan oradan davet aldılar. Davetiye alanlar arasında kampanyaya katılmayan şubeler de vardı (Meksiko, Şili ve Portekiz örneğin). NATO toplantısı öncesi 10 Kasım 1988 tarihinde Hamburg'ta bir basın toplantısı düzenlendi; 16 Kasım tarihinde Aİ Genel Sekreteri New York'ta BM'deki Türk Büyükelçisi ile bir görüşme yaptı. 13 Aralık tarihinde "Turkey Briefing" Avrupa Konseyi Hukuk İşleri Komitesi'nde tartışıldı ve Türk delegeler Ocak ayın sonuna doğru resmi bir yanıt hazırladılar. 4 Ocak 1989 tarihinde daha ayrıntılı 73-sayfalık bir "Turkey Research Paper" (Türkiye Araştırma Raporu) yayınlandı. Bunun yanısıra, "işkence altında ölüm" konusunu işleyen ikinci bir basın bildirisi çıkartıldı. Aİ merkezinde basın ve yayın dairesinde çalışan uzmanların beklentisinin tersine ilk basın bildirisinden daha geniş yankı buldu. Bunun, kısmen Türk hükümetlerinin en büyük tepkiyi gösterdikleri bir konunun işlenmiş olmasından kaynaklandığını sanıyorum. "İşkence altında ölüm" konusu yeni değildi. 12 Eylül'ün hemen ardından işkence altında öldüğü iddia edilen insan sayısı birden büyük artış göstermişti. Eylül 1980 ile Ekim 1984 tarihleri arasında Aİ adı belirlenen 110 kişinin şüpheli ölümü hakkında Türk yetkililerden bilgi istedi. Yanıt verilen 82 insan arasında yoğun işkence görmüş olmasına rağmen sağ kalan insanlar da vardı. 16 Mart 1982 tarihinde Devlet Bakanı İlhan Öztrak 15 ölüm olayının işkence sonucu meydana geldiğini kabul etti. Genelkurmay tarafından Ekim 1982 tarihinde yapılan bir açıklamaya göre 12 Eylül 1980 tarihinden beri 204 kişi gözaltında ölmüş, ancak ölümlerin 4'ü işkenceden kaynaklanıyordu. Nisan 1984 tarihinde aynı dairenin yaptığı bir açıklama ise 1978'den beri gözaltında meydana gelen ölüm olayların 2'si işkence sonucuna bağlanıyordu. 1982 yılında Aİ'nin "öldüğünü iddia edip" sağ olarak basına gösterilen kişiler arasında Aİ'nin listesinde adı geçmeyenler de vardı. "İşkence sonucu ölüm" olayları hakkında sağlıklı bilgilerin elde edilmesinin ne denli zor olduğu idrakı içinde Haziran 1988'de yeni bir liste verilmişti. Daha önce alınan resmi yanıtları da gözönünde bulundurarak hazırlanan listede 229 isim yer alıyordu. Bu ölümlerin Eylül 1980 ile Mart 1988 tarihleri arasında meydana geldiğine dair bilgi Aİ'ye ulaşmıştı. 28 Eylül 1988 tarihinde Türk yetkililer 55 kişi hakkında bilgi içeren bir yanıt gönderdiler. Sağ kalanlar hakkında herhangi bir bilgi içermeyen yanıtta, 13 ölümün işkence sonucu meydana gelmiş olabileceği kabul ediliyordu. Yetkililerden alınan yanıtları da gözönünde bulundurarak, yanıtların yetersiz kaldığı olayları hatırlatıp, daha önce söz konusu edilmemiş 10 yeni olay da ekleyerek 8 Aralık 1988 tarihinde örgüt bir daha yetkililerden bilgi istedi. Bu liste 4 Ocak 1989 tarihinde yayınlandı ve bir kaç gün sonra Milliyet gazetesinde, ölümleri hakkında hiç yanıt alınmayan 144 kişinin adı verildi. Hemen ardından bağımsız kaynaklardan Aİ'ye yeni bilgiler ulaştı. 4 kişinin sağ olduklarına dair bilgi geldikten hemen sonra Aİ isimlerini listeden çektiğine dair 1 Şubat 1989 tarihinde Türk hükümetine bildirimde bulundu. Henüz resmi bir yanıt almadan Şubat ortasında Türk hükümeti Aİ'nin bir kez daha yanıldığı ve 144 olayın 112'si için işkence söz konusu olamayacağını Türk basını vasıtasyıla duyurdu. Ayrıca öldüğü iddia edilen kişilerden 10'u sağ olduğuna dair kanıtlardan bahsediliyordu. Aİ'ya 7 Mart 1989 tarihinde gelen resmi yanıt incelendiğinde bu 10 kişi arasında daha önce hükümete "listeden çektik" yanıtı verilen 3 kişinin adına rastlandı. Diğer 7 kişi ise 12 Eylül'den sonra "kayıp" olan insanlarla ilgili idi, yani "ne ölüleri vardı ortada, ne de sağ kalan bedenleri". 1989 yılın sonuna kadar devam eden yazışmalar sonucunda bilgi istenilen 250'yi aşkın kişinin ölümü ile ilgili 200 kadarı hakkında resmi yorum gönderildi. Sonuçta Ocak 1980 ile Haziran 1989 tarihleri arasında Türkiye'de 50 kişinin gözaltında işkence sonucu öldüğü resmi yorumlarla doğrulanmış oldu. "İşkence sonucu ölüm" konusu Aİ ile Türk yetkililer arasında tartışılan tek konu değildi elbette. Yoğun yazılı başvurulara ve diplomatik girişimlere karşı kayıtsız kalan yetkililer, yayınlar Avrupa kamuoyunda yankı gördüğünde salt Londra'daki merkezine değil, değişik ülkelerde bulunan elçilikler vasıtasıyla (örneğin Danimarka) hemen hemen tüm acil işlem başvurularına yanıt vermeye başladılar. 16 Ocak 1989 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı tarafından Avrupa, ABD ve Kanada elçileri için özel bir brifing düzenlendi. Aİ'nin "karalama kampanyasından" bahsedildiği toplantıda, Türk yetkililere bu kez diplomatlar tarafından "gözaltı süresinin çok uzun olduğu ve sanık-avukat görüşmelerine izin verilmesi gerektiği" hatırlatıldı. Fakat Eylül 1989'a kadar somut bir adım atılmadı. Başbakan Turgut Özal, Avrupa Konseyi Asamblesi önünde 27 Eylül 1989 tarihinde yaptığı konuşmasından önce gözaltı süresinin 4 güne kadar indirileceğini, sanık-avukat görüşmesine ilişkin yasada var olan hakkın bir genelge ile savcılara hatırlatıldığını ve ayrıca idam cezasını öngören maddelerde azalma olacağını açıkladı. Açıkça dış baskının temelini oluşturan eleştirilerin susturulması amacıyla yapılan bu açıklamaların ardından, bazı şehirlerde koşullu olarak sanık-avukat görüşmesine izin verilmesi dışında, bir yıl sonra bile hiç bir tasarı yasallaşmayacaktı. Aİ'ye yönelik suçlamalar arasında her zaman "yetkililerle görüşmekten kaçıyor" iddiası vardı. 4 Nisan 1989 tarihinde Türkiye'deki yetkililerle konuşmak üzere davet edilen Aİ Genel Sekreteri bu görüşmeye hazır olmasına rağmen Ağustos 1990 sonuna kadar görüşme gerçekleşmedi. 6 ay yoğun olarak ve 1 yıl çeşitli etkinliklerle sürdürülen kampanyanın sonucunda ne elde edildi? Bazı değişiklikler için vaatler alındı. Ancak bu tür "ödünler"in, salt Aİ üyelerinin uğraşısı sonucunda gündeme gelmediği de bir gerçek. Nisan 1987 tarihinde AT'e tam üyelik için başvurmuş olan Türkiye, 1989 yılını topluluğa girme hamlesini yapacağı yıl olarak seçmişti. Türk hükümetinin bu niyetinden, "falcılara" has bir yetenekle haberdar olduğumuz kanısıyla, Aİ'nin gücünü her zaman abartan çevreler, "Türkiye Kampanyası"na bu yüzden Kasım 1988 tarihinde başladığımızı iddia ettiler. Elbette kafalarında farklı gerekçeleri de olsa, bazı Avrupa milletvekilleri bunu saklayarak, Türkiye'de görülen insan hakları ihlallerinin Avrupa'ya ters düştüğünden, Türkiye'nin AT'na girmesinin uygun olmayacağını savunurlar. Bunları susturmak için Türk yetkililerinin, bir takım değişikliklere gidilmesini kaçınılmaz görmeleri, "kozmetik" önlemlerin alınmasına da neden olmuş olabilir. Aİ, uluslararası kuruluşlara
bir ülkenin AT'ye üye olup olmaması gerektiği konusunda görüş belirtmez.
Bana göre, Türkiye'de yaşayan insanlara tanınan hakları AT üyeliğine bağlamamak
gerekir. Yani Türkiye AT'na girmezse dahi, hemen bugünden, insan haklarının
tam uygulanmasından yanayım. Bu hususta Türkiye'de İnsan Hakları Derneği'nde
çalışanların benimle aynı fikirde olduğunu biliyorum. Kısa sürede geniş
bir etkinliğe kavuşan böylesi bir derneğin Türkiye'de var olması (bunun
dışında Türk Tabipler Birliği gibi bazı mesleki kuruluşlarının, milletvekillerin,
gazetecilerin ve başka kişilerin insan hakları konusunda duyarlı olması
da) Aİ'nin çabalarına şüphesiz güç vermiştir. Onlar gibi, yerinde mücadele
verenlerin uğraşısı sonucunda, ancak o zaman insan hakları konusunda Türkiye'de
köklü değişikliklerin olabileceği inancındayım.
|
||||||||||||||
- Site Haritasi - Impressum |